15 Temmuz’un psikolojisi
15 Temmuz’un iki tarafı var. Birincisi ihanet boyutu, darbecilerin tarafı; diğeri ise yaşadığı travmayı, darbe girişimini zafere çeviren direniş boyutu, halkın tarafı. 15 Temmuz’un psikolojisi deyince bu iki boyutu da hesaba katmak durumundayız.
Toplum olarak bir türlü başımızı kurtaramadığımız darbecilik, cumhuriyetimizin vesayet sistemi olarak kurulmasıyla yakından bağlantılı. Darbecilerin psikolojisini de vesayet sistemi belirliyor.
Dikkatli bakıldığında cumhuriyetimizin meşruiyetini tartışmasız kılan mutabakat zemininin, aslında ilk anda fark edilemeyen muazzam bir açmazın üzerine bina olduğu görülecektir. Açmaz, “imtiyazsız sınıfsız” bir toplum yaratma hülyasından kaynaklanmıyordu, onun olmadığını ve olmayacağını, psikolojik bir motivasyon sağlamaya yönelik bir ütopya olduğunu zaten herkes biliyordu. Açmaz; cumhuriyetimizin millet egemenliğini kullanma adına yapmak istediklerinin, toplumsal durumla, toplumun talepleriyle, “cumhuriyet” fikri dışında hemen hiçbir alanda örtüşmemesinden kaynaklanıyordu. Bir yandan bu kadar hızlı ve karmaşık olan sürecin hem millet egemenliğine dayandığını ileri sürülüyor bir yandan da vesayetçi bir sistem öngörülüyor, cumhuriyetin ancak asker-sivil bürokratik vâsiler aracılığıyla sürdürülmesinin zorunluluğu kaziye olarak kabul ediliyordu. Tamamen topluma güvenilemezdi zira onu yönlendiren düşünce ve inançlar, geri kalmamızın esas nedenidir. Bir an önce asrın icaplarına uyum sağlanarak toplumun içine düştüğü gerilikten kurtarılması gerekir diye akıl yürütülüyordu.
Cumhuriyetimizin bir vesayet sistemi olarak kurulmasındaki bir başka sosyopsikolojik unsur, bölünme korkusu ve beka kaygısıydı ve bunu anlamak da zor değildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna katkıda bulunan unsurlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgi ve tasfiyesinin ardından geri kalanlardı. Bölünme, parçalanma ve yok olma korkusu, cumhuriyet kurucuları başta olmak üzere tüm toplumun dokularına sinmiş,bu kaygının sağladığı motivasyondan kaynaklanan son hamle ile yeni devlet kurulabilmişti. Bölünme korkusu ve beka kaygısı, elde kalan son toprak parçasını “milli misak coğrafyası” olarak alabildiğine kutsallaştırırken, onunla birlikte devlete ve yöneticilerine de uhrevi bir nitelik kazandırıyordu. Yöneticilerin ve milletin en çok ortaklaştığı, hem hal, hem fikir olduğu nokta, bu duygudaşlıktı. Bölünme korkusu ve beka kaygısı, bir süre sonra vasilerin milletin taleplerine karşı duyarsız kalmalarının gerekçesini oluşturacak, iktidarın siyasal algı yönetimini, siyasal tutum ve değerlerini bu korku ve kaygıdan kaynaklanan şüpheci ruh hali belirleyecekti. Osmanlı’nın çok-dilli, çok etnisiteli, çok-dinli çok büyük bir coğrafyayı büyük bir kendine güven ve fetih ruhuyla yönetme biçimi, Cumhuriyet Türkiye’sinde tam tersi bir rotaya girmiş, vasilerin önerdiği yoldan gidilmemesi, tek-biçimli bir toplum olmamamız halinde bölünme ve yok oluşun mukadder olacağına inanılmıştı. Vasilerin korku ve kaygılarına içtenlikle inanıyorlardı ve belki bu yüzden toplumu da daha kolay ikna edebiliyorlardı.
Cumhuriyet dönemi boyunca vasiler, kendi şüpheci ruh hallerinden kaynaklanan korku ve kaygıyla dış ve iç düşmanlar saptadılar, topluma hep bu “öcü”leri göstererek siyasal algıyı şekillendirdiler. Onlar için millet, istek ve ihtiyaçları, belirli bir tarihe ve geleneğe yaslanan kimlikleri olan hür insanlardan müteşekkil ergin bir topluluk değil, “komünizm”, “bölücülük”, “irtica” gibi tehlikelerden korunması gereken bu nedenle resmî ideolojiden hiç dışarı çıkmaması gereken bir çocuk kitlesiydi. Rejim, çocuğun ebeveynine bağlılığına benzer bir psikolojik manevrayla ayakta tutulmaya çalışıldı; topluma sürekli olarak “dışarıda o kadar çok tehlikeler var ki, benden habersiz sokağa bile çıkma” denildi. Tıpkı “ne yapıyorsam senin için yapıyorum” diyen baskıcı ebeveynin yaptığı gibi toplumun maruz bırakıldığı baskılar meşrulaştırıldı. Devlet otoritesi kendi korkusunu halka yansıtarak onu da korkutma konusunda ne kadar başarılı olduysa, o kadar güç atfedilen yeni korku nesneleri bulundu. Korku sayesinde güçlü bir devlet denetimi ve dışlayıcılığı için mazeret üretilen yeni tehdit söylemleri oluşturuldu. Siyasal algıyı sayesinde böyle kolayca şekillendirebildiği, buna uygun davranış, tutum ve değerlere dayalı bir siyasal kültür oluşturabildiği korku, vasilerin temel gıdası oldu. Ama bunlar meselenin yalnızca bir yüzü, cumhuriyetimizin siyasal tarihinin bir de demokratik yüzü var. Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği gibi: “İki yol vardır. Biri bu milletin Hulasa-i Amal ve efkarına göre yürümek, diğeri bizim fikirlerimize göre yürümektir. Şahsi kanaate göre değil, milletin kanaatini ve efkâr ve hissiyatını yoklayarak yürümelidir.”
Bu iki kesim arasındaki mücadele hep süregeldi. Demokrasiden yana olanlar, çok-partili sistem ve toplumun çağdaş bir dünyanın icaplarına uygun ileri bir demokrasi için çabalarken, gerçek bir vesayet sisteminden yana olanlar toplumumuzun demokrasi mücadelesi yol aldıkça vesayetçiliklerini darbeciliğe çevirmekte bir beis görmediler. Darbecilik, devleti yalnızca kendilerinin sanan ve onların vasilikleri olmazsa cumhuriyetin de yok olacağı zehabına kapılan bu gerçek vesayetçi zihinlerin kolayca kıvrılıverecekleri bir kavşaktı yalnızca; bu zihinlerde gelişip kökleşti. Egemenliğin millet de olduğunu kabul etmekle birlikte, aslında hiçbir zaman milletin buna layık olmadığını ancak vasiler aracılığıyla bu hakkını kullanabileceğini sanan vesayetçilerin hesaba katmadığı toplum, kendisini göstermeye başlayınca, vesayetçi zihniyet de olması gereken mecraya, darbeciliğe sürüklendi. Vesayetçilik ve darbecilik zaten birbirinin mütemmim cüzleriydi.
Darbeci, sisteminin ne pahasına olursa olsun korunmasına inanmış vesayetçidir!
“Darbeci”, hepimizin yakından bildiği, gündelik hayatta örneğini çokça gördüğümüz bir kişiliğe sahiptir. En öne çıkan özelliği, her şeyi kendisinin bildiğini, toplumun güdülmesi gereken bir sürü olduğunu düşünmesidir. Darbeciler, ülkenin nasıl kurtulacağının yegâne reçetesinin kendi kafalarının içinde olduğu saçmalığına inanacak kadar kendilerine ve güce tapınırlar. Bu “her şeyi ben bilirim”cilikleri, toplumu küçümseyen tavırları onları sevimsiz, ruhsuz bir çehreye büründürür.
Darbecilerin ikinci özellikleri, şüpheci ve vicdansız oluşlarıdır: Herkesten kendilerine karşı oldukları konusunda şüphelenirler –ki aslında haklıdırlar, kimse onları gerçekte sevmemektedir- ve şüphelerini yatıştırmak için olmadık zulümlere başvururlar ve yaptıklarından asla suçluluk ve vicdan azabı duymazlar, zulümlerini hep meşru görürler.
Zihniyet dünyalarındaki benzerliğin yanı sıra bu ruhsal yapı tüm darbeciler silsilesinde görülür. Darbeci kişiliğin kendine ve güce tapınan ben bilirimciliği, şüpheciliği ve despotluğu, tüm darbeciler için söz konusudur. Hepsi de toplumu küçümseme, aşağılama, çocuk olarak algılama konusunda hemfikirdirler. Darbecilerin tamamı, dar kafalı, demokrasi ve toplum düşmanı ideolojik fanatiklerdir.
Böyle bir zihniyet dünyasına ve ruhsal yapısına sahip kimselerin darbe koşullarını hazırlamak için toplumu kendini yönetmekten aciz, fitne fesat yuvası; demokratik yollardan seçilmiş halkın temsilcilerini kişisel çıkarları için her şeye yeltenecek koltuk sevdalıları olarak göstermek için ellerinden geleni yapacakları açıktır. Eğer darbe planları için gençlerin provokasyonlarla birbirlerini öldürmeleri gerekiyorsa bunda da bir beis görülmeyecektir.
Ancak darbelerin toplumsal travma olma nedeni, sanıldığı gibi sadece toplumun özellikle bazı kesimlerine yönelik zalimane uygulamalar değildir; darbeciler toplumun tüm varlığını da adeta esir almışlar, onu kendisine vasi gereken bir çocuk ya da akıl hastası yerine koymuşlardır. Asıl travma budur: İnsan yerine konulmamak…
Doğru, 15 Temmuz darbesi, öncekilerden epeyce farklar içeriyor. Bunların dinamosu “FETÖ” denilen, kendini güya yüce dinimize nispet etmeye çalışan, spritüel bir cinnet topluluğu. Bu darbeyi planlayan esas aklın, başarıdan ziyade ülkeyi Suriye benzeri bir iç savaşı hedeflediği de ayan beyan. Ama farklılıklar, sadece görünüşte. Bu spritüel cinnet darbecileri ile önceki darbecileri aynı kumaştan dokunmuşlar. O yüzden Genel Kurmay Başkanı’nı kendileriyle birlikte olmaya çağırırlarken sordukları soru “: Kenan evren olacak mısın?”dır!
FETÖ, diğer darbecilerle aynı kumaştan ama aralarındaki mühim bir fark da kesin “İhanet” noktasında.“İhanet” ve hain” sözlerinin iktidara ve şartlara bağımlı olduğunu bildiğimden elimden geldiğince bu sözleri kullanmamaya gayret ederim ama FETÖ olgusu, bize başka yol bırakmıyor. FETÖ’yü “ihanet”ten başka ifade edebilecek bir söz yok. “Militan ezoterizm” ve “spiritüel cinnet” gibi kavramlarla formüle etmeye çalıştığım bu yapının, aslında en net tanımlayıcısı, “ihanet”. Bu toplumu bir arada tutan ne varsa yıkmaya, “maya”yı bozmaya, ortak aklın simgesi olan devleti gayri-meşru ve gayri-ahlaki yollarla ele geçirmeye, devletin silahını halka çevirmeye ve milleti birbirine düşürmek için ne gerekiyorsa yapmaya dönük faaliyetlerine yakışan bir başka kavram daha bilmiyorum.
FETÖ, insanlık tarihinin gördüğü en büyük spritüel cinnet örgütü, maalesef bu topraklarda ortaya çıktı. Şüphesiz tarihte, devleti ele geçirmek için sinsice örgütlenen, takiyye ve teröre başvurmaktan çekinmeyen, Pisagorculuk, Haşhaşilik gibi başka ezoterik yapılar da oldu ama hiçbirisi FETÖ’nin gücüne ve yaygınlığına ulaşamadı. FETÖ, sanıldığı gibi sadece “paralel devlet yapılanması” değil, aynı zamanda paralel toplum ve paralel din de oluşturmayı başarmıştı. “Biz aldatıldık”, “Siz aldatıldınız” tartışmalarını bir kenara bırakmalı, tüm toplum olarak bunun üzerine çok ama çok düşünmeliyiz. Sanıyorum bu konuda en büyük görev de bize düşüyor. Birçokları gibi ben de kendi adıma FETÖ olgusunun psikolojik boyutunu aydınlatmaya çalışıyorum. Bu militan ezoterik yapıyla ilgili olarak diğerlerinden farklı en önem verdiğim tespitim, “örgüt içinde kimliklenmek”…
Elbette modern zamanlarda her toplumda, çocuklarını kendi inançlarına göre yetiştiren, genele göre marjinal kalan kesimler var ama bizde durum biraz daha farklı. Örgütsel yapıların içinde kimliklenenler, diğer toplumlara göre hayli fazla. Bazı aile ve ortamlarda kolektif kimlikler, bu şekilde biçimleniyor. Buralarda yetişenlerin milli kimlikleri de doğal olarak ya olmuyor, ya pek zayıf kalıyor. Nedenlerini ayrıca tartışabiliriz ama kabul etmeliyiz ki, bu ülkede kolektif kimliklerin inşasında, toplumun genel akışından oldukça farklı bir işleyişe sahip olan örgütsel yapılar, özellikle FETÖ çok etkin. Bu tabloya bir de yokluktan, yoksulluktan ya da sınav kazansın diye ergenliklerinin baharında FETÖ’nün kucağına teslim ettiğimiz çocuklarımızı da eklersek, manzaranın dehşetini daha iyi anlarız. Bizim dinimiz, milletimiz için ancak yapacaklarımızı, onlar hocaları için kolayca yapabilecek durumu getiriliyorlar. Enes Kanter’in cinnete hazır haleti ruhiyesinde, halkına ateş açan asker kılıklı teröristin acımasızlığında, maalesef onları evlatlıktan reddetmekle geçmeyecek sorumluluklarımız var.
***************************************************
Dilerseniz darbecilerin ihanet psikolojisini şimdilik bir kenara bırakalım, 15 Temmuz darbe girişimini muhteşem bir direnişle püskürten kahraman halkımızın psikolojisine odaklanalım.
Bu direnişin psikolojisini anlayabilmek için öncelikle çokça sorulan bir soruyu bizim de sormamız ve cevap vermeye çalışmamız gerekiyor. “Önceki darbelere ve özellikle Rahmetli Menderes’in idamına sessiz kalanlar, şimdi ne oldu da darbecileri inlerine tıkma azim ve cesaretini gösterebildiler ve bunu başardılar?” Ben bu soruya 15 Temmuz 2016’dan bir yıl önce cevap vermiş ve şunları söylemiştim:
“Halkı küçümseyen, onu ‘cehalete batmış, kolay kandırılan, korkak ve çıkarcı’ (!) diye niteleyenlere göre, Demokrat Parti’ye verilen desteğin aslında içi boştur. Kitleler, kendilerini kim kandırırsa, küçük çıkarları için onun peşi sıra giderler, karşılarında silahlı bir güç gördüklerinde de hemen korkar, geri çekilirler. Bu millet düşmanı görüşlerini, sahici bir tezmiş gibi sallayarak küçücük-bunaltılı zihinlerine yelpaze yapanlar, Rahmetli Menderes’in ölümünden önceki son sözleri üzerine biraz olsun düşünselerdi, hakikati fark ederlerdi: ‘Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda, devletim ve milletime ebedi saadetler dilerim.’
Milletimizin tarihsel ve toplumsal psikolojisi üzerine kafa yoran birisi olarak, 27 Mayıs darbecilerinin zalimliklerine ve cinayetlerine şiddetle tepki vermemesi üzerine yaptığım değerlendirme, yalnızca kolektif psikolojimiz üzerine gözlemlerime dayanmıyor. ‘Büyük Değişim Partisi’ni kurarak siyasi mücadeleye adım attığı yıllarda Rahmetli Aydın Menderes ile olan yakınlığımız, ev ve aile ortamlarında birlikte teneffüs ettiğimiz hava da tespitlerime kaynaklık ediyor.
Ne Menderes ailesinin ne Demokrat Partililerin ne de onları destekleyen geniş toplum kesimlerinin, darbecilere ve cinayetlerine belirgin bir tepki vermemeleri, onların korkak ruh hallerine hamledilebilir. Bir dostumun ifadesiyle, ‘zaliminden ve düşmanından nefret etmeyen bir ahlak ve psikoloji’ de değildir neden. İlginç olmasına ilginçtir ama ilginçliğinin nedeni, sinirlerinin alınmış olması, tepkisizliği siyasi bir tavır haline getirmesi değildir. Demokrat Parti’yi destekleyenlerin, Menderes’i ve diğer demokrasi şehitlerini çok sevdikleri, ciğerpareleri olarak kabul ettikleri, onları yakından tanıyan herkesin malumudur. Onları tepkisiz, tepkisizliklerini ilginç kılan, olsa olsa omuzlarında hissettikleri sorumluluğun ağır yüküdür. Onlar, toplumu bir arada ve devleti ayakta tutma bilinci en yüksek olan insanlardı. Toplumsal değerlerin sıklet merkezini, milletin omurgasını oluşturmanın endişeli sorumluluğunu taşıyorlardı. Kaş yapayım derken göz çıkarma, devlet kılığına girmiş zulme karşı çıkayım derken devletine zeval verme ihtimalinin ölümcül şüphesiyle kıvranıyorlardı. Milletin birbirine düşmesi ve ortaya çıkacak kardeş kavgasının asıl büyük düşmanları sevindireceği hakikatinin dehşetini yaşıyorlardı. Netice olarak kaskatı kesilme, acısını kalbine gömme, kan kusup kızılcık şerbeti içtim deme hissiyatları baskındı.
Kaldı ki, bir vesayet sistemi söz konusuydu. Milletin devlet ile arasındaki açı, hayli açıktı. Devleti yönetenlerin milletle iltisakları yok denecek kadar azdı. Milletle ilgisiz bir resmî ideoloji yürürlükteydi. Millet henüz çok zayıftı. Bir parça demokrasi ve seçimler sayesinde, ancak Demokrat Parti ile kendisini gösterebilmiş, ‘ben buradayım’ diyebilmişti. Toplumsal merkez, siyasi değer üretecek bir güçten yoksun olduğu gibi, ortak berrak bir bakışa sahip olmaktan uzaktı. Bu nedenle, devletle birlikte bizatihi toplumun da topyekûn imhası, infilakı anlamına gelecek isyan yolu seçilmedi, sabır çizgisinde karar kılındı. Hem şartlar öyle gerektiriyordu hem de onlara yakışan sabır ve sükûnetti.
Peki, şimdi bir darbe girişimi olsa, yine aynısı mı olur, toplum sükûta mı gömülür? Elbette toplumsal merkezi, toplumun omurgasını oluşturan insanlar, genelin çıkarını gözetirler, kin ve nefretle hareket etmezler ama şer odaklarına karşı tavırları da epeyce farklı olur. Köprülerin altından çok sular aktı.
Menderes ve arkadaşlarının katledilmelerinden bu yana geçen 60 yıl boyunca, toplumsal merkez, bir yandan varlığını pekiştirirken bir yandan da siyasi mütekabilini üretmeyi başardı. Artık toplumsal merkezi temsil eden bir siyasi merkez var. Merkezi değerleri taşıyan toplumsal omurga, 12 yıldır giderek artan biçimde bir siyasi hareket etrafında kenetleniyor. Değişimin gücü, toplumsal dinamizm, merkezden çeperlere doğru yayılıyor. Toplumsal ve siyasi merkez, el ele vererek eski sistemi değiştiriyor, milletle devlet barışıyor. Müslüman bir toplumda demokrasi tecrübesi, adım adım derinleşerek inşa oluyor. Cumhuriyetin bağımsızlıkçı ruhu, Menderes’in millet tabanına dayalı demokrasi anlayışı, Millî Görüş’ün ümmetçi meydan okuması, Özal’ın hem gelenekten hem dünyadan kopmayan yürüyüşü, değişik kollardan gelerek ana ırmağın debisini arttırıyor.
Şimdi yapılacak bir darbe girişimi, bu ırmağın coşkulu akışını, bırakın ket vurmayı, bir an bile durduramaz. Küçük bir çöp yığını misali denize sürüklenir.”
Farkına varmışsınızdır, analizimin içinde bir noktayı belirtmemek için özel bir gayret sarf ettiğimin… Recep Tayyip Erdoğan’dan ve liderliğinden bahsetmemeye çalışıyorum. 15 Temmuz direnişinde onun gerçek kişiliğinin ve karizmasının etkisi çok barizdir. Karizma sosyolojisi ve psikolojisi üzerine daha çok bilgi sahibi oldukça bu etkiyi daha iyi anlayabileceğimizi sanıyorum. Şimdilik Recep Tayyip Erdoğan adının sembolik değerinin tahmin edebileceğimizden çok daha yüksek olduğunu belirtmekle yetineyim ve tekrar 15 Temmuz’da halkımızın sergilediği kahramanlığa döneyim.
15 Temmuz darbe girişiminin başarılı olmaması için milyonlarca insan elinden geleni yaptı. O gün niye böyle bir karşı çıkış olduğunu, insanların ne için cansiperane biçimde mücadeleye atıldıklarını günlerdir anlamaya çalışıyoruz. İnsanımız da anlatmaya gayret ediyor. Araştırmalar, anketler yapılıyor. Cevaplar, tahmin edeceğimiz gibi: “Vatan, millet için”, “din için”, “devlet için, bayrak için”, “demokrasi için”, “Cumhuriyet için”, “Reis için”… Bazı ifadeler ve yorumlar ise doğrudan doğruya, 1960’lara kadar gidiyor, harekete geçirici güç, Menderes’i darbecilerden koruyamamanın suçluluk duygusu olarak ortaya konuyordu. Peki, ben niye çıktım sokağa ve orada ne gözledim 15 Temmuz gecesi? Onları anlatarak bitireyim:
15 Temmuz gecesi, TRT’nin önündeydim. Olanları hem canlı biçimde yaşama hem de gözlemleme imkânı buldum. Zalim darbecinin halka “ateş” çağrılarını kulaklarımla duydum, her birine sarılarak bu darbedir vazgeçin, kışlanıza dönün diye anlatmaya çalıştığımız askerlerin komutanlarını dinlemeyip havaya ateş ettiklerini, kahredici silah seslerine ve seken kurşunlarla içlerinden yaralananlar olsa da bir milim bile geri gitmeyen insanımızın inanılmaz direncini, direnişini gözlerimle gördüm.Başlangıçta İslamcı ve ülkücü olduklarını sandığım 20-40 yaş grubu erkekler varken, kalabalık arttıkça her yaştan, kadın-erkek insan manzarası ortaya çıktı. Siyasi görüşlerini ayırt etme şansı yoktu, galiba herkes oradaydı. (Ama çoğunun mahallenin (Çankaya) insanı olmadığını, “beyaz” diye tabir edeceğimiz iyi giyimli, yüksek gelirlilere pek rastlamadığımı söylemek durumundayım.) Neye karşıydı bu insanlar, ne için korkularını bir kenara atmışlar ölümüne direniyorlardı?
İnsan tekinin kendi bireysel davranışlarının nedenleri konusunda söylediklerine bile “evet, tam da budur” diyemeyiz, zira psikoloji bilgimiz bize onun o sırada fark edemediği bir muharrik gücün var olabileceğini söyler. Kitlesel tepkilerde durum daha da karışıktır. “ben” konusunda bile çaresizken bu kez işin içine “biz” girer. “Biz, hepimiz, niye kaybedeceklerimizi hesaba katmadan, ölümü hiçe sayarak o gün kahramanca ileri atıldık?”
Bakmayın ne dediğimize, işin aslı şuydu: Biz’i “biz” yapan neyse, onu korumaya çalıştık. Buradaki hayattan her şeye rağmen memnuniyetimizdi, bu memnuniyet için duyduğumuz minnetti, bizi yollara düşüren. Gelecek nesiller de, çocuklarımız da bu memnuniyetten nasiplensinler, onu daha da ileri götürsünler istedik. Kime mi karşıydık? Basiret, feraset gibi sözlerle anlatmaya çalışıyorsunuz ya bu hissimizi, işte onun sayesinde, burayı ele geçirmek, yıkmak, talan etmek isteyenler olduğunu seziyorduk. İster “Amerika” de, ister “AB”, ister “İsrail”, ister hepsini kast et, vardı öyleleri. İçimizden onlarla kucak kucağa olan ve hep olmak isteyenler olduğundan da haberdardık. FETÖ mü? Onlar hangi adımı atsalar, kendilerini güçlü kılmak için hangi hile ve desiseyi yapsalar, 40 yıldır hesabını sormak üzere bir kenara zaten yazıyorduk. Her ihanette oldukları gibi bu darbe girişiminde de yer aldıklarını adımız gibi biliyorduk. Topuna birden karşı koyduk, hepimiz için…