AB bir karar vermek zorunda
İngiltere’de yapılan bir kamuoyu araştırması, Haziran referandumunda AB’den çıkışı (Brexit) seçen İngiliz halkının, en çok Müslüman göçmenlerin ülkeyi istilasından korktuğunu ve bu istilanın Türkiye’den gelmesini beklediklerini ortaya koydu. Anket sonucuna göre, İngilizlerin yüzde 70’i son yıllarda olağanüstü bir göçmen akınına uğradıklarını ve bunun endişe verici olduğunu düşünüyor. İngilizlerin göçmen tercih ettiği ülkelerin ilk onu sırasıyla şöyle: ABD, Kanada, İrlanda, Avustralya, İsveç, Almanya, Fransa, Japonya, Güney Afrika, Çin… Türkiye bu listenin en altında bulunuyor; Mısır, Pakistan ve Nijerya gibi çatışmalı ve gelir düzeyi oldukça düşük ülkelerin bile altında yer alması, anket sonucunun tuhaflığını ortaya koyuyor. Anket sonucunu paylaşan haber sitesi Quartz, Polonyalıların 2015’te 831 binlik nüfusuyla İngiltere’nin en geniş göçmen kitlesini oluşturduğunu, ardından Hintlilerin geldiğini belirterek, Türklerin ise 72 bin kişilik bir azınlık olduğunu ve son yıllarda sayılarında sert bir yükseliş gözlemlenmediğini bildirdi. ‘Türkiye’nin AB’ye katılımı yakın vadede mümkün görünmüyor’ yorumunu yapıp İngilizlere ‘Rahat olun, korkulacak bir şey yok’ diyerek dalga geçti.” Bu haber, geçenlerde yayınlandı.
Eğri oturup doğru konuşalım, kendimizi bazı İngiliz uzmanların yaptığı gibi “bu sonuçlar sadece Brexit referandumu seçim propagandasından geçmiş İngiltere için geçerli” gibi argümanlarla kandırmaya uğraşmayalım; aşağı yukarı tüm Avrupa için bu manzara geçerli. Avrupalının Türk ve Müslüman algısı hayli olumsuz…
Niye böyle olduğunu, Müslüman’ın ve özellikle Türk’ün Avrupalının bilinçdışında taşıdığı derin anlamı ve kolektif kimliğinin “öteki”si olarak rolünü hep anlatmaya çalışıyorum. DAEŞ belası ve mülteci kriziyle Avrupalının bilinçdışında bir pörtleme yaşandığı da kabul. Ama yine de manzara böyle olmayabilirdi. Vatandaşlarımız Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde kendi hallerinde, canlarını dişlerine takmış çalışırlarken, ülkemiz yıllardır AB için müzakereler yaparken çok daha olumlu bir manzarayla karşılaşmalıydık.
Avrupa’ya alınmamız konusunda, birçok başka engelin yanı sıra, “onlar”ın Hıristiyan, “biz”im “Müslüman” olmamızdan kaynaklanan kültürel (kimlikle ilgili) sorunların olduğu yıllardır söylenmesine rağmen kulak asan olmadı. Kültürel boyutun önemi üzerine düşünmek, tedbirler almak yerine, yıllarca Avrupa mevzuatına uyum sağlayacağız, kendimizi beğendireceğiz diye nefes tükettik. AB’yi “iyi ama şu ülkeyi standartları bizden daha aşağıda olduğu halde hemen içinize alıverdiniz” gibi sorularla rasyonel olarak sıkıştırmaya çalıştık. Artık böyle yapmamalı, AB müzakerelerinde başka bir yöntem izlemeliyiz. Sadece mevzuat uyumunu sağlamaya çalışmak, gerçekleri inkârdan başka bir anlam taşımaz. Onun yerine bizi farklılıklarımızla kabul edip etmeyecekleri noktasına yoğunlaşmalı, hiç ısrarcı olmadan, özgüvenle kendimizi anlatmalı, “Biz sizin önyargınızdaki insanlar değiliz” demeliyiz.
Bu konuda doğrudan doğruya AB’e de söyleyecek sözümüz var. AB de, bugüne kadar, kuruluş ilkeleri ararsında dini-kültürel farklılıkların yol açacağı sorunlara gereken önemi vermedi. AB’nin “bir uygarlık projesi” olduğu sürekli vurgulanarak, sadece gerekli hukuki düzenlemeleri yapmaya odaklanıldı. Ekonomik farklılıkların nasıl olsa fonlardan gelecek yardımlarla düzeleceğine inanıldı. AB’de Hıristiyanlığın yaşam kültürü üzerine etkilerinin, kürtaj, boşanma vs. gibi konularla sınırlı olduğu ya da Türkiye’de dün “Onlar ortak biz pazar” diyen siyasi aktörlerin AB algısı olumlu yönde değişti diye sorunun çözüleceği sanıldı. Büyük ihtimalle kültürel fanatizme karşı ütopyayı kurban vermemek için böyle yapılıyor; dini-kültürel farklılıkların yarın çok önemli siyasi sonuçları olacak sosyopsikolojik zeminlere ve dev kimlik sorunlarına tekabül ettiği görülemiyor ya da siyasi çıkar hesapları sorunları sürekli ertelemeyi gerektiriyordu. Dinin toplumsal gerçekliğinden ve kolektif kimlikte yerinden bihaber, böyle bir safdil bakışla ya da gizli ajandalarla daha fazla yürünemez. Artık herkes titreyip kendine gelmeli.
AB, ya üzerine yükseldiği temelleri ve kendisini var eden ilkeleri daha berrak tanımlamak, açıkça Hıristiyan-sekülarist (yönelimli) bir yapı olduğunu ilan etmek ya da farklı etnisiteleri, farklı inançları bir arada tutabilmek için yeni bir çok-kültürlü, hoşgörü düzeni üzerine düşünmek zorunda. Birinciden yana olursa, bu, yapının içinde Türkiye’ye yer olmayacağı açıktır. Yok eğer çok-kültürlü bir hoşgörü düzeni amaç edinilecekse, o zaman da İslamofobiye, ırkçılığa, fanatizme karşı ortak bir programı yürürlüğe koymak, birlikte çaba göstermek gerekir.
Tam bir öz-güvenle, AB’nin kararını beklemeliyiz; ne karar verirlerse kabulümüz olmalı. AB, düşünsün!
Kaynak: Yeni Şafak