Aşkın fenomenolojisi

Aşkın fenomenolojisi

Bilim bu alana girmekten hep kaçındığı, son zamanlarda da yanlış bir yöntemle konuya yaklaştığı için birçok insanın yaşadığı aşkın fenomenolojisini, bize ancak Proust ve Stendhal gibi iyi edebiyatçılar anlatabilirler. Biz aşkın evrensel görüngülerini (fenomen; phenomenon) anlatırken onların bakışına dayanacak ve aşk yaşantılarını en az onlar kadar iyi bildiğine inandığımız dilimizin büyük üstadı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerinden örnekler vereceğiz.

Aşkın tüm insanlık tarihi boyunca tüm aşıklarda görülen evrensel özelliklerine gelmeden önce, karşı-cinse duyulan alelade ihtiyaçtan; basit beğeni, insanın zaman zaman girdabına düştüğü geçici cinsel çekim, fiziksel cazibeden ayrımını yapmak gerekir. Aşık olunan kimse, aşkının büyüleyici etkisinin gücünü yalnızca aşığının üzerinde gösterebilir, diğer insanlara uygulayamaz bu tesiri. Tanpınar’ın “Huzur” romanının kahramanı Mümtaz’ın Nuran’a olan aşkını anlatımına bir bakalım:

“O zamana kadar Mümtaz’ın aşk tecrübesi, başıboş birkaç çapkınlıkla, kendini Dörtyol ağzında rüzgara dağıtmaya benzeyen bazı arkadaşlıklardan ileriye geçmemişti. Bunlar bir erkeğin hayatına kadın varlığının getirebileceği şeylerden ziyade, küçük kaçışlar, ufak arzular, kendi can sıkıntısının ve küçük iştahlarının değişik yüzleri idiler. Hatta yalnız kendi etrafında dolaşan muhayyilesinde böyle bir ihtiyacı duymamıştı bile. Kadın, onun için Macide’nin dostluğu, büyük yengenin şefkati, annesinin ölümü ile İhsan’ın evine alıştığı zamana kadar hayatında eksik bulduğu ve bu ikisiyle tamamlanan şeylerdi.

Hakikatte iki Nuran vardı. Biri kendisinden uzakta olandı ki, her attığı adımda maddi hüviyeti biraz daha değişir, arzunun, hasretin kimyasıyla ruha ait bir varlık olur ve dokunduğu her şeye kendisinden bir yığın şeyler kata kata, bütün uzaklıkları, geçtiği her yeri yaşanan hayatın üstünde bir alem yapar ve kendi akislerinden başka bir şey olamayan bu alemin ortasında yine kendisi olarak yaşardı.

İşte Kandilli’deki ev, bu mucizenin en fazla değiştirdiği sofanın, aralarına çıtalar konmuş tahtalarına bile mücerret bir hakikat gibi Nuran’ın sindiği bu alemlerin en değişiği, en harikalısıydı. Ve bu değiştirici füsun, oradan başlayarak kademe kademe bütün hayata yayılırdı.

Bir de yanı başında olan Nuran vardı. Bütün bu hayalleri, kendi maddi varlığıyla çocukça bir şey yapan, uzaktan telkin ettiklerini bir kalemde silen genç kadın. O, kapıdan içeriye girer girmez veya beklenilen yerde, mesela bir iskelede veya herhangi bir sokağın ucunda görünür görünmez, Mümtaz’ın muhayyilesi birdenbire dururdu.

Mümtaz, çok defa onun uzaktan gelişinin kendisinde bıraktığı hissi tahlile çalıştı. Ve neticede bunun bir nevi zihni kamaşma olduğuna karar verdi. Sanki o yolun başında görünür görünmez her şey silinirdi. Bütün endişeler görünmez olur, heyecanlar diner, sevinç bile eski parlaklığını kaybederdi. Çünkü yakındaki Nuran, varlığından taşan büyüyü yalnız bir tek şey, bir tek insanda kullanırdı; alıp avuçları içinde aydınlık bir hamur haline getirdiği Mümtaz’da.

Daha evvelki münasebetlerinde kadına karşı daima yukarıdan, adeta şüphe ile bakan, kendi coşkunluklarını gülünç bulan, hatta en keskin zevkin arasında bile insanda hayvanın bu azışını, kafasında uyanık duran bir tarafıyla, kendi kurduğu bir makinenin işleyişini seyreder gibi adım adım takip eden, kadın vücudunda göze ait olanlardan gayrisini saf bir zevk olarak almayan genç adam, Nuran’la karşılaşınca basit realite şuurunu bile kaybederdi.

…………Ne bir zamanlar elden düşürmediği Ahd-i Atik’te, ne sevdiği filozoflarda, velilerde kendi coşkunluğunu karşılayacak bir şey vardı. Onlar, kadından, nefisten, şehvetten ve onun tehlikelerinden bahsederlerdi. Halbuki Mümtaz’a göre, Nuran’la olan macerası büsbütün ayrı bir şeydi. Ona göre Nuran, hayatın öz kaynağı, bütün gerçeklerin annesiydi. Onun için sevgilisine en fazla doyduğu zamanlarda bile yine ona aç görünür, düşüncesi ondan bir lahza ayrılmaz, ona gömüldükçe tamamlığına ererdi.”

Tanpınar’ın muhteşem anlatımı, aşkın diğer hislerden ve aşığın gözünde aşık olunan kimsenin diğer gözlere görünenden farkını çok iyi ortaya koyuyor. Keşke “aşk” araştırıyoruz diye, her türlü romantik-duygusal yaşantıyı, hatta hayvanların cinsel yakınlaşmasını inceleyenler okuyabilseydi, Tanpınar’ı, demeden edemiyoruz.

Aşık kimseyi dünyanın her yerinde tanıyabiliriz

Şimdi yine büyük yazarımız Ahmet Hamdi Tanpınar’ın rehberliğinde, aşkın fenomenolojisine doğru uzanalım, dünyanın her yerinde bir kimsenin aşık olup olmadığını anlamamızı sağlayacak görüngüleri ele alıp açıklamaya çalışalım:

Aşığın imgesinin her yeri ve her şeyi, özellikle güzellikle ilgili olanları sarması: Tanpınar’ın yukarıdaki ifadesi, aynı zamanda aşkın evrensel görüngülerinden, fenomenolojisinden ikisini de gün yüzüne çıkarıyor. Bunlardan birincisi, tüm dünyanın aşığın imgesiyle dolmasıdır. Her yer, her şey ona benzer; şeyler onun farklı imgelerinin yansıtıcılarıdır, her yerde o görülür, özellikle sanat eserlerinde: “Sevgilisinin, gündelik hayatın her safhasında, duruşu, kıyafeti, aşkta değişen çehresi ile sanatın ölmez aynasına kendinden evvel geçenleri ona –adeta hayranlığını ve sahip olma lezzetlerini bir kat daha ve belki ıstıraplı bir şekilde- hatırlatan bir yığın çehresi vardı. Renoir’in  ‘Okuyan Kadın’ı bunlardan biriydi. Tepeden gelen ve saçları bir altın filizi gibi tutuşturan ışığın altında, koyu nefti zeminle, elbisesinin siyahı ve boynu örten pembe tül arasından bir gül topluluğu fışkıran bu sarışın rüya, çehrenin bu tatlı sükuneti, gözlerin kapalı çizgisi, çenenin küçük bir toplulukla birden bitişi, dudakların tatlı, adeta besleyici tebessümü gibi bir yığın benzerlikle genç adam için, sevgilisinin bazı saatlerine sanatın en sadık aynalarından birini tutuyordu. Muhayyilesi, Nuran’a olan hayranlığında Renoir’la olan benzerliği bazen daha ilerilere götürür, onun vücudunda eski Venedik ressamlarının ten cümbüşü ile akrabalık bulurdu…”

 Bu dünyanın sevgilinin imgelerine bulanarak algılanması, gerçekten çok enteresan ve anlatması oldukça güç bir durumdur. Gerçek dünya oradadır ama bizim zihnimiz aşık olduğumuz kimsenin imgesiyle doludur; dünyaya bakışımız, bu imgeden kırılarak ilerler. Ne dünya gerçek dünyadır ne de zihnimizdeki imge, tam tamına aşık olduğumuz kimsedir. Dünyaya bağlanma biçimimizi, algılamamızın ana rengini de sevgiliyle ilişkimizin o andaki duygusal tonu belirler. “Aylardır ki Mümtaz’ın dış alemle teması böyle oluyordu. Ona her şey Nuran’la aralarındaki dargınlığın içinden geçerek, onun tarafından havası, rengi, mahiyeti, bozularak geliyordu. Uzviyetinde gizli bir zehirlenme vardı; onun değişikliklerine göre etrafla konuşuyordu.

Bu bazen her şeyi bir kalemde silen, İstanbul’un o yağmurlu, puslu sabahları gibi her rengi söndüren bir yıkılış olurdu. Mümtaz onun kat kat yığılan perdelerini istediği kadar zorlasın; tanıdığı, bildiği hiçbir şeyi göremezdi. Kül rengi bir tıkızlık, akışı bile belli olmayan bir nehir gibi başta kendi varlığının şuuru Olmak üzere her şeyi alıp götürürdü. Bu, ömür dediğimiz şeyle beraber yürüyen bir nevi küller altında Pompei idi.

Böyle zamanlarda Mümtaz için iyi, kötü, güzel, çirkin hiçbir şey yoktu. Tıpkı arkasındaki uzviyetten, kendisini besleyen sinir cihazından, terkip ve tahlil imkanlarından alakası kesilmiş, adeta tek başına kalmış bir gözde, son ihsas anlarını tek başına yaşayan müstakil bir gözde sade sarsılıştan ibaret bir kainatın akisleri gibi, Mümtaz bir ölüm bahçesinin canlı hayallerine, o kül rengi tıkızlıktan kopup kendisine gelen her şeye anlamadan bakardı…

………………………

Kıskançlığın, sevginin, pişmanlığın, arzunun, ümidsiz tapınma duygusunun bu üst üste uzattığı çehreler, kendi içinde ve teninde bir büyük fırtına gibi derinden coşup çoğalan, ona yanaşacak, hatta nefes alacak en küçük yer bırakmayan ve genç adamı doğurdukları alemde hapsedip tüketen bu çehreler, denilebilir ki, onun üst üste değişen dünyalarıydı.

Dışarıdan gelen her şey onun düzenine tabiydi. Onun renklerini benimser, onun üstüne düşer, onun ışığıyla büyür, küçülürdü. O kadar ki, Mümtaz’ın hele son günlerde “Benim” diyebileceği ve kendi başına yaşadığı bir hayatı yoktu. Hep tezad halinde ve birbirini kovalayan çehrelerin ikliminde yaşıyor, onlarla düşünüyor, onlarla görüp duyuyordu.”

Aşık, hem hayran hem şaşkındır: Bu aynı kaynaktan çıkan imgelerin hücumuna uğrayan aşık, tüm bunlardan dolayı,  her an sevgiliyle ilgili yeni bir durumu keşfetmenin telaşı, şaşkınlığı ve hayranlığı içindedir. Bu enteresan psikolojiyi, Ahmet Hamdi Tanpınar da, “Yaşadığım Gibi” adlı eserinde saptamıştır: “Aşk psikolojisinin en dikkate değer taraflarından biri de mevzuunu tanımadan başlamasıdır; onun için her aşk,  devamı boyunca bir yığın lezzetli keşifler silsilesi olur. Gülerken, konuşurken, hiddet veya hüzünde bu küçücük insan vücudu daima bizim için yenidir ve her kımıldanışında, kainatla her temasında yepyeni hayranlık vesileleri verir. Bu gün onun ellerinin istisnai güzelliğini daha yeni fark ederiz, yarın boynunun muzdarip melek inhinasını şimdiye kadar görmediğimize şaşarız, bir başka zaman küçük bir yolcu arabasının ayaklarımızın ucuna düşen aynadan süsünde, yalnız bir ucundan gördüğümüz dudak ve çenesinde, bütün bir sanat eseri güzelliğini ve uzaklığını bularak kendimizi körlükle itham ederiz. Bir başka vakit, gözlerinin rengi ve alnının biçimi, bakış tarzı bizi imkansız ve sırrı meçhul hazlar içinde bırakır… Hatta Marcel Proust’un dediği gibi bazen sevdiğimiz vücutta bizi en çok bağlayan noktalar, belki de bu mükemmeliyetten uzak olan şeylerdir. Bu zaaf noktalarıdır ki mukabili olan şefkat ve merhamet duygularıyla prestij hislerimizi takviye ederler.” Üstat, fazla söze gerek bırakmayacak kadar yerinde saptamalar yapıyor. Bizim bir kez daha vurgulamak istediğimiz husus, Proust gibi birçok başkalarının da saptadığı, aşık olunan kimsenin özellikle fiziksel yapısındaki eksik, çirkin, hatalı yanların aşığa çok güzel gelmesidir. Bu hali onu çoğu kere yakın çevresi içinde komik durumlara düşürebilir.  

Aşık, kendisini başarısız bir sanatçı gibi hisseder: Aşk temelde düşsel bir yaşantıdır, arzuların tatmin edilmesinden daha ziyade tüm zamana ve her yere yayılmasını amaçlar. Bu yüzden aşkın evrensel fenomenolojisinin bu en tipik özelliği, türev bir başka görüngüye yol açar. Aşk sanata benzer. İnsanı, küçük ayrıntıları derleyen bir sanat galerisi görevlisine, gizli bağlantıları arayan bir araştırmacıya dönüştürür, içimizdeki şairi ortaya çıkarır (Gregory Dart). Bu yüzden Stendhal, “Duygusal varlığı düşlerle beslendiği ve bayağılıktan nefret ettiği için, büyük bir sanatçı her zaman aşık olmaya yatkındır” der.

Aşkla sanat yapıtı arasındaki sıkı bağa ve aşığın olanca yaratıcılığına rağmen, aşığın kendisini her zaman değersiz bir sanatçı, başarısı engellenmiş bir ressam, niteliksizliğe yenik düşmüş bir şair gibi görür. Bir türlü sevilen kimsenin tam, doyurucu bir anlatımı sağlanamaz; bu yüzden aşk söze dökülemez, aşk anlatılmaz yaşanır denir. Bu durumu Proust, sevilen kişiye bakarken takınılan araştırıcı, kaygılı ve titiz tavra bağlamaktadır. Gözümüz, kulağımız, tüm duyularımız ondadır; onun ertesi güne randevu verip vermeyeceğini, umutlarımızı ortadan kaldırıp kaldırmayacağını merakla bekler dururuz. Aşık kişi için anlamak seyretmekten önce gelir; sevgilinin sözleri her zaman görüntüsünden daha önemlidir; yüzün görsel çekiciliği yargılardan sonra gelir. Tüm duyularımız ve hayal gücümüz aynı anda harekete geçtiğinden dikkatimiz ürkekleşmiştir. Ondan bize kalan, her zaman iyi çıkmamış fotoğraflardır. “Her nereye baksam biraz sana benziyor” ya da “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular” deriz demesine ama sevdiğimiz kimsenin yüzünü bir türlü tam olarak betimleyemeyiz. Sevilen yüz, bir yandan tüm yüzleri tekeline almıştır bir yandan da hiçbir zaman açık seçik hale gelemez.  Aşırı dikkat, aşığın bakışını bulanıklaştırdığından ondan kalan hatıra resme tekrar tekrar bakılır. O yüzden “Yanımdayken bile hasretimdin” denilir. “Fakat gözleri Nuran’a her tesadüfünde onu eskisi gibi görmediğini, sanki bir hatıra arasından seyrettiğini sanıyordu. Bu duygu uzun zaman kalacak, şekilden şekle girecektir. Bu yüzden yanı başında yaşayan ve kolları arasında gülen kadını adeta ortada olmayan bir varlık gibi sevecektir.”

Aşk dine benzer: Aşk, betimlemenin yasak olduğu yüz dinidir (Finkielkraut). Bu “din” tanımı, gerçekten de aşkın birçok özelliğini ortaya serici niteliktedir ve Tanpınar tarafından da fark edilmiştir. “Hakikatte Nuran’ın aşkı Mümtaz için bir nevi dindi. Mümtaz, bu dinin tek abidiydi, mabedin en mukaddes yerini bekleyen ve ocağı daima uyanık tutan başrahibi, büyük mabude’nin sırrın yerini bulması için, insanlar içinden seçtiği fani idi. Bu biraz da doğruydu. Güneş her gün onlar için yenibaştan doğuyordu. Bütün mazi üst üste zamanlarını onlar için tekrarlıyordu.” Aşk, insanı olağan, gündelik hayattan kopartan, her şeyi fevkalade hale getiren bir şeydi ve bu şeyin nirengi noktası sevgilinin her yeri kaplayan imgesiydi.

Aşk, dine benzer ama bu dinin tek inananı aşığın kendisidir. Üstelik aşık bu tek başınalığından memnundur, başka inananlar olmasını asla istemez. Aşk, her şeyden önce yalnızlıktır, aşırı bir öznellik halidir, kendi başına oynanan bir oyundur. Bu yüzden Stendhal, “Aşk, kendisini kendi ürettiği para ile ödüllendiren tek tutkudur” der.

Aşk, masalsıdır, büyüseldir aşık da büyülenmiş; doğa, sanat ve tarih tek bir insan imgesinde birleşir, tekleşir bu büyüyle; zaman sevgili olur: Tanpınar’ın yukarıdaki ilk uzun ifadesinin ortaya koyduğu, bir başka evrensel fenomenolojik özellik de, aşkın dine benzeyen yanıyla alakalı olan,  aşktaki büyüsellik, aşığın büyülenmişlik hissidir. Şöyle der “Aşk ve Ölüm”de  Tanpınar: “Aşk bize münferit ve dağınık bir dünyayı bütün halinde verir; zekayı ihsasların yalancı cennetinden ve dar müfredatından, aklın gülünç ve sıkışık hesaplarından kurtararak bir ebediyetin aynası yaptığı içindir ki, biz onun vasıtasıyla arızi olan her şeyi yeneriz.

Dağınık kainat unsurları, eski zaman portrelerinin o sihirli peyzajları gibi, ancak seçilmiş bir çehrenin etrafında toplandıkları, bu saçların gecesinde veya altın şafağında, bu gözlerin tılsımlı zümrüt büyüsünde ve dudakların dargın kıvrımı veya aşina gülüşü üstünde dolaşan parıltı ile aydınlandıkları zaman hakiki mana ve nizamını bulur, oluşun fantezisinden sıyrılır, bizde yeni bir şekilde teşekkül eder. Nasıl dış alemin doğması için güneşin yaratıcı teması lazımsa, bu alemin kendimize, sathi bir temasın dışına çıkan bir zenginlikle ilave edilmesi, bizimle kaynaşması, bizim olması için de bu deruni aydınlığa ihtiyacımız vardır. Onun sayesindedir ki, büyük hakikatleri kavrarız, mevsimler bize güler, eşyada uyuyan gurbetzede ve sakit ruh bizimle konuşur, zaman sırrını açar ve derin bir anlaşmada bütün uzaklıklar silinir; bütünün terkibi kendiliğinden kurulur.”

Mümtaz’ın Nuran’a olan aşkında ise bu hususlar kendisini şu şekillerde gösterir: “ Onun için bütün etrafında ve kendi mazisinde Nuran’ı aramak, her şeyden ondan bir tad bulmak, onu asırların boyunca efsanede, dinde, sanatta, az çok ayrı çehrelerle, fakat daima kendisi olarak karşısında görmek, yaşama dediğimiz macerayı birkaç misline çoğaltan bir büyü idi…

Nuran onun elinde bütün geçmiş zamanları açan altın anahtar ve her sanat ve düşünce için ilk şart gibi gördüğü şahsi masalın çekirdeği idi…

…………………

Böylece Nuran Mümtaz için… bütün eski, güzel ve asıl şeylerin fani varlığında hayata döndüğü, yaşadığı esrarlı mahluk, zamanı kendi nefsinde ve güzelliğinde yenmiş, mucizeli mevcut oluyor, onda sanatının iç aleminin nizamlarını buluyordu. Onun yanı başında bulunması, onu kucaklaması, sevmesi, genç kadının varlığını aşan kudret haline gelmişti…

………………

Mümtaz, Nuran’ın aşkıyla bir kültürün miracını yaşadığını, Nevakar’ın nakış ve çizgisi daima değişen arabeskinde, Hafız Post’un rast semai ve bestelerinde, Dede’nin uğultusu ömründen hiç eksilmeyecek büyük rüzgarında onun ayrı ayrı çehrelerini, aynı Tanrı düşüncesinin büründüğü değişiklikler gibi gördüğünü söylediği zaman, hakikaten bu toprağın ve kültürün asıl yapıcılarına bir bakımdan yaklaşıyor ve Nuran’ın fani varlığı gerçekten, bir yeniden doğuşun mucizesi oluyordu. Çünkü bize mahsus, ta cedlerimizden beri gelen sevme tarzı, sevgilide bütün kainatın toplanmasını isterdi…

İstanbul’un, Konya’nın, Kırşehir’in evliyalarıyla halk türkülerinin anlattığı efe, dadaş aşkları, çocukluğuna kulak verdiği zamanlar unutulmuş senelerin içinden gelen bütün o gür, hasretle, arzuyla, kendisini tüketmek ihtiyacıyla dolu nağmelerin, Bingöl ve Urfa ağızlarının, Trabzon ve Rumeli Türkülerinin kanlı ve bıçaklı maceraları bu sevme tarzında birleşiyordu.” Bu büyülü hal, adeta sanat, tarih, doğa ve insan güzelliğinin bir insanda birleşmesine neden olur, aşığın psikolojisinin kurucu öğesini oluştururdu. “…Mümtaz,…. Belki o anda sanatın büyüye yakın sırrını bulurdu. Nuran’a sık sık:

“Bu senin içinden geçmeğe benziyor” dediği zaman, ayrı ayrı nizamlarda üç güzelliğin, sanatın, sevilen tabiatın ve hiç cazibesi kaybedilmeyen kadının birbiriyle kendi ruhunda nasıl karıştığını, ne acayip, büyüye ve rüyaya yakın bir kıyaslar alemini tek bir realite gibi yaşadığını kendi de fark ederdi.” Tuhaf ama çok tuhaf, büyülenmiş gibi bakardı dünyaya, güzelliklere ve sevdiğine: “Boğaz vapuruna epeyce vakit vardı. Kitapçı Kemal’in önünde durdular. Nuran, bir iki gazete, roman aldı. Mümtaz onun çantasını açmasını, para çıkarmasını seyrediyordu. Her gün tekrarlanan bu hareketler, ona harikulade şeyler gibi geliyordu. Zaten köprü değişmiş, kitapçı değişmiş, kitap alma, okuma denen şey değişmişti. Sanki bir masal dünyasında, canlı çizgilerin ve parlak renklerin her şeyi dirilttiği, her şeye en geniş rahmaniyete kadar giden bir mana verdikleri, her kımıldanışın geniş ve durgun bir suda uzanan ışıklar gibi bir sonsuzluğa doğru ürperdiği bir dünyada yaşıyordu.”

Doğa, tarih ve sanat aşığın imgesinde o kadar tekleşirler ki, aşık olunan insan zamanın kendisi haline gelir. Bu yüzden Aragon “Zaman sensin” der sevgilisi Elsa’ya. Aslında zamanın bir anlamı da yoktur aşk yaşantısında, aşık, sevdiğini ta dünya kurulalıdan beri tanıyordur, aşinadır: Bu durumu “Yaşadığım Gibi”de şöyle tanımlar Tanpınar: “Her aşk peşinde bir ezeliyet fikrini taşır. Büyük aşk şairlerinin çoğu, sevgili ile ta ezelden bir tanışma devresini terennüm etmişlerdir… her aşık zaman zaman sevgilisine şöyle demek ister: “Benim için her zaman yenisin ve yenileşmenin sırrına sahipsin; bununla beraber seni teşkil eden zerre ve unsurların hiç birine yabancı değilim! Öyle ki seni ta ezelden beri tanıdığımı, güzelliğini yapan mucizeli şeylerin iştiyakını, farkına varmadan sayısız bir zaman içinde çektiğimi sanıyorum.”

Aşık niye sevdiğini bilmez; bildiği tek şey onun sevgilisinin ve sevgisinin farklı olduğudur: Aşık, betimleyemeyen olduğu kadar niye sevdiğini de bir türlü bilmeyendir. Bir gün Pascal gibi sevgilisini kişiliğinden dolayı değil, hasletlerinden dolayı sevdiğini düşünür; bir başka gün Hegel gibi sevgisinin nedenini sevilen kişinin hasletlerinin çok ötesinde arar, onu “o” olduğu için seviyordur, yarın bir keder gelse tüm güzelliklerini, tüm özelliklerini alıp götürse onu yine sevecektir. Oysa ne kişilik, ne haslettir aşkta belirleyici olan; önemli olan tek şey onun bizden daha farklı olması, bize eşit olmamasıdır. Bir insanın özelliklerini, güzel, çirkin, kaygılı sakin, histerik, takıntılı olup olmamasını ancak aşık değilsek saptayabiliriz. Aşk, tüm bunları siler, herkesin sevgilide gördüğünü aşık görmez; herkes için sıradan biri olan sevgili onun için herkesten farklıdır; önemli olan gerçekten bir fark olup olmaması değil, bizatihi “fark”tır. Sevgililer beraberdirler ama henüz değil (Blanchot). Aşkta yalnızca “fark” görüldüğü için aşkın gözü kördür. Göremeyen aşık öngörüsünü de yitirmiştir, saçmalamaktadır. Psikoz (hastanın gerçeği değerlendirmesini bozacak kadar saçmalamasına neden olan ağır ruhsal rahatsızlık tablosu) dadır kısacası ama sıradan psikozdan farklı olarak gerçeği değerlendirme yetisini yitirme nedeni, ilişki kopukluğu değil, karşılaşmadır; “öteki”nin unutulmasına değil, benliği işgal etmiş olmasına bağlıdır (Finkielkraut). Bu karşılaşmada aşık, öyle bir fark görür ki, her yerde onu arar, her yer ona benzerken hem de o tamamen farklıdır. Hatta şüphesiz insanlık tarihi boyunca ve şimdi birçok insan aşıktır; aşık da bunu bilir ama yine de kendi aşkının da bambaşka ve farklı olduğunu düşünmekten kendini alıkoymaz. Yine Ahmet Hamdi’ye kulak verelim:

“Bu kendisi için inanılmayacak işti. Varsın her gün tekrarlanan şeylerden olsun, varsın yüz binlerce kişi bu hisleri hayatında bir defa, yüz defa tatmış olsun; bundan hiçbir şey çıkmazdı. O da biliyordu ki, sevmek, mesut olmak, sevmeden evvel tanışmak, sevdikten sonra unutmak, hatta düşman olmak olağan şeylerdi. Fakat denizde yıkanmak da öyleydi; uyumak da öyleydi. Her şey, herkeste olduğu gibiydi. Tecrübenin yeni ve ilk olmaması, onun ruhundaki şevki eksiltmiyordu. Kendisinde mademki ilk defa oluyordu; mademki teni ve ruhu beraberce harekete gelmişler, tam bir terkip, bir anlaşma içinde mesuttular. O halde yeniydi…”

Aşkta hüzün, lezzet ve azap bir aradadır: Aragon’un “Mutlu aşk yoktur” dizesi, aşk fenomenolojisinin bir başka yanına ayna tutar. Sevileni kendinden ve diğer insanlardan ötede görmek, doğal bir biçimde acıyı da beraberinde getirir. Arzunu ancak büyük acılar çekerken gerçekleştirirsin; görünürdeki acının altında gizli bir tat vardır. Fakat aşk ıstırabı, sinsi bir mutlu olma yöntemi değildir. Aşk yaşantısı, basit bir tatmin modeline göre açıklanamaz. Aşığın arzusu, doyurulabilecek bir açlık değildir; aşık, ne tamamen hoşnut edilmiş, ne de tatminsiz kalmıştır. Onun ıstırabı, sevgiliyi okşarken bile, onun elinin altından cıva gibi kayıp gitmesindendir; ulaşamadığı mükemmelin farklılığındandır. Aşk, özgürlük isteğiyle “öteki”ne tutsaklık arasında kalakalmaktır. “Öteki”nin egemenliği, aşığın hem umutsuzluğu hem de en değerli hazinesidir. Aşığın ıstırabının bir nedeni de, yaşadığı büyüsel, masalsı, dine benzer vecit halinin bir gün biteceğinin içten içe fark edilmesi olabilir. Ahmet Hamdi, Mümtaz’ın Nuran’a aşkında bu süreçleri şöyle ifade etmeye çalışır:

“Bu andan ana değişen Nuran’lar genç adamın hem lezzeti hem de azabı oluyordu. Her içinde düşüncenin,  hazzın, ani duyuların ve hareketin ayrı ayrı hakkettikleri bu madalyonlar, yalnız zamanlarında da onu bırakmazlar, hatırlanan bir cümlenin, bir kitapta okunan sahifenin, bir düşüncenin arasından çıkarlardı. Fakat hazzın en keskini, tabii azabın da, insanı gafil avlayan bir musiki parçasının içinde uyuyan Nuranlarda idi. Nağmenin arabeskinde veya musiki cümlesinin altın yağmuru içinde, bir oluşla geldikleri, onun arasından görünüp kayboldukları, yaşadığımızın üstünde bir zamanın fasılasından ona baktıkları ve güldükleri için hatırlamanın şekli değişir, adeta daha evvelki varlıklarımızın bizde uyanan akisleri olurdu…

………………

Zaman zaman Mümtaz saadet uykusundan uyanıyor ‘Acaba lüzumundan fazla mı’ diye kendine soruyordu. Sade bu sual aşklarının cennetini, yapmacık bir cennet haline getiriyordu. O kadar mesut olduğu bütün yaz boyunca adeta çifte denecek bir hayat yaşamıştı. Garibi bu ki, kendi hislerine karşı beslediği bu şüphe, kendi kendisini bu gözaltında bulunduruş ne Nuran’a karşı olan sevgisini azaltmış, ne de bu sevgi yüzünden zaman zaman çektiği ıstırapların hakiki olmasını menetmişti…

……………………

Hakikat şuydu: Mümtaz Binbir Gece’deki eskicinin hikayesine benzeyen ikiz bir ömrü yaşıyordu. Bir taraftan güzel günlerin hatırası zihninden ayrılmıyor, fakat o güneş doğar doğmaz, ayrılığın gecesi bütün azaplarıyla içinde kuruluyordu. Hülasa hemen muhayyilesinde yaşayan genç adam cennet ve cehennemini beraberinde gezdiriyordu. Bu iki haddin arasında, uçurum kenarlarında şiddetli uyanışlarla dolu bir somnanbül hayatı vardı. Bu iki zıd ruh haletinin arasında etrafla konuşur, dersini verir, talebelerini dinler, yapacaklarını tarif eder, dostlarının işleriyle uğraşır, yakalandığı zaman münakaşa eder, hulasa kendi hayatını yaşardı…”

Rehberimiz Tanpınar, “Aşka Dair” adlı yazısında ise aşkın hüznünü şöyle anlatır: “…karşında dalgın ve biçareyim, bu yüzdendir ki her visal, seni tekrar kaybetmek korkusuyla beni zehirliyor, hoyrat ve zalim oluyorum ve sana, benim olmaktan başka bir hürriyet tanımıyorum. Seni kaybetmek korkusu, asırlar boyunca, oluşun çemberinde seni tekrar, yeni baştan parça parça aramak azabının korkusu…İşte bunlardır ki bana seninle tam, yekpare ve imkansız bir ölümde birleşmeyi istetiyorlar… Sen unsurlarını veren şeylere dağılmak, ben nizamını ve gayesini sende bulduğum bir vahdette ebediyet boyunca toplu kalmak istiyorum; onun için şefkatim mahbesindedir.”

Aşk erotiktir ama erotizmle cinsellik bir ve aynı şey değildir: Bir ihtiyaç olarak cinsellik ve cinsel ilişki, insan yaşamında arızi bir yer tutar. Çoğu zaman yanlışlıkla diğer hazlardan birisi gibi ele alınsa da “Şehvet, diğer hazlardan farklıdır, çünkü yemek içmek gibi tek başına yapıldığında zevk veren bir haz değildir” (Levinas). Eros, bizi “öteki”ne götüren bir yoldur. “Onun için Mümtaz bu kainatın kanlı bıçaklı devrinde tek bir aşka ve Fransızlardan bize geçen tabiriyle “küçük bir kadın” vücudunun güzelliğinde kendisini hapsetmekten müteessir olmuyor, kendi iç aleminin bu aşkla taş taş kurulmasını seyrediyordu.” Aşık olunanın bedenine doğru duyulan çekim, cinsel birleşme arzusunun içeriğini kat kat aşar. Ahmet Hamdi’nin roman kahramanı Mümtaz’da olduğu gibi, o çekim sayesinde aşığın ruh dünyası yeni baştan inşa olur. Eros, yine sanıldığı gibi bedenlerin buluşup kaynaşmasına, aradaki kopukluğun giderilmesine fırsat hazırlayan geçici bir oyun değildir; baş döndürücü bir uçurumun ortaya çıktığı ve keşfedildiği andır. Foucault, insanın sevişirken bile yalnız olduğunu söylerken haklıdır ama insanın mutlak yalnızlığı asıl sevişirken ortaya çıkar deseydi daha da haklı olurdu. Aşıkla sevişirken onun tüm bedeni yüzü haline gelir; ulaşılamayan, betimlenemeyen yüzü. Sevişmek, tenlerin temasını ve birbirine sarılmasını engelleyen tüm engeller ortadan kalktığında bile sanki “öteki” kendini tamamen vermiyormuş gibi en yakın olanı aramaktır. İki insan arasındaki erotik yaşantı, bizim kaynaşma, ikinin mükemmel uyum içinde bir olması arzumuza rağmen, aramızdaki mesafeyi kaldırmaz tam tersine doğrular. Aşk ve sevişme, insan olma kaderimizin bize en berrak yansımalarıdır; sevişen aşıklar da gerçek kader yoldaşları.

Son Videolar

Yükleniyor...

Galeri

Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.15 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.20 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.35 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.58 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.34 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.45.41