‘Benden nefret et ama bana acıma!’
Son zamanlarda bizde de “acıma”nın, karşımızdakine ilişkin olumsuz bir hissiyat olduğuna dair bazı kullanımlar var. Mesela “benden nefret et ama bana acıma!” sözünde olduğu gibi, acımanın bir insana karşı duyulabilecek en berbat his olduğu intibaını uyandıran ifadeler dolanıyor ortalıkta.
İnsan ilişkilerinde ölümcül bir narsistik rekabetin geçerli olduğunu anlatmaya çalışan bu tür söyleyişlerin oldukça yeni ve hayli Batı etkilenmeli olduğu kanaatindeyim. Yoksa geleneksel duygu tarihimizde acıma, şefkat, yardımseverlik, merhamet hepsi, aynı hissiyat manzumesinin içinde yer alıyorlar ve aralarındaki ayrımlar üzerinde pek durulmuyor. Oysa soy Batı düşüncesi, hem bunları sürekli parçalara ayırıyor hem de hiçbir zaman harmonik biçimde idrak edemiyor, birbirine karıştırıp duruyor. Aralarındaki ayrımlarıanlayabilmek için durmadan didikliyor.
Batılı düşünürler, acıma (commiseratio), şefkat (misericordia) ve merhamet (compassion) arasındaki farklara ilişkin bize tuhaf gelecek öyle çok şey yazmışlar ki… Elbette içlerinde benim en yakın hiseetiğim Hannah Arendt. Arendt, “acıma” üstüne olumsuz duran Batı külliyatına karşı söz söyleyebilmek için merhameti ondan ayırmaya çalışmış. “Merhamet acımanın tersine tikeli kavrayabilir, geneli bilemez, tek bir insanın ıstırabına odaklanır, somuttur. Oysa acıma soyuttur, globalleştirir, boşboğazdır, o yüzden merhametin yumuşaklığı karşısında şiddetlidir ve hatta acımasızdır” diyor. Andre-Comte Sponville de Arendt’e katılıyor, acıma duyan insanın kibrine, kendini üstün görme hissine dikkat çekiyor. Oysa “hayran olunan şeye de mahkûm edilen şeye de merhamet duyulabilir… Acıma, yukarıdan aşağıya hissedilir. Merhamet ise, tersine, yatay bir duygudur: Ancak eşitler arasında anlam taşır, daha doğrusu ıstırap çekenle, onun yanında ve bundan böyle aynı düzlemde, onun ıstırabını paylaşan arasında bu eşitliği gerçekleştirir. Bu anlamda bir küçümseme payı olmadan acıma olamaz; saygı olmadan da merhamet olamaz” diyerek ayrımı belirginleştiriyor. Ayrıca merhametin onları içermekle birlikte alçak gönüllülük göstermekle, hayır işleri ve yardımseverlikle aynı şey olmadığının altını çiziyor.
Merhametin bir duygu olduğu doğrudur. Duygu olması, siparişle, emirle yapılmasının imkânsız olduğu anlamına gelir. Ama insanın duygularını merhametli olmak için eğitmesi mümkündür. Zaten bu imkân dolayısıyladır ki, merhamet bir erdem haline gelir. “Merhamet, birinden diğerine, duygusal düzeyden etik düzeye, hissedilen şeyden istenen şeye, olunan şeyden olunması gereken şeye geçmeyi sağlayandır.” Böyle söyleyen Sponville, merhameti bu yönüyle sevgiye benzetiyor lakin tercihini sevgiden değil merhametten yana koyuyor. “Gerçek bir insan sevgisine tanık olduğundan kim emin olabilir? Merhamete tanık olduğundan ise kim kuşku duyabilir?… İsa’nın sevgi iletisi daha coşku vericidir; ama Buda’nın merhamet dersi daha gerçekçidir. ‘Sev, sonra da ne istersen yap’- ya da merhamet göster ve yapman gerekeni yap” diyor. (Müslüman dünyada ve Batı kültüründe ‘sevgi’ yaklaşımlarının hayli farklı ve üzerine doktora tezi yazılabilecek kadar derin ve karışık olduğunu düşünüyorum. Ama şimdi derdimiz merhametle ilgili olduğundan bu ayrımı belirtip geçelim.)
Batılı düşünürlerin söyledikleri de ortaya koyuyor ki merhamet, acımaya, yardımseverliğe ve benzerlerine indirgenemeyecek (ki bence onlar da hiç olumsuz duygular değil), onlardan hayli farklı ve hayatın içinde yol gösterici ve üstelik hislere dayalı olduğundan somut ve apaçık bir erdem. Bunlar, Müslüman kültür ortamında, zaten, bizatihi böyle olduğu bilinen hususiyetler ve benim merhametin neden adaleti ve diğer erdemleri öncelediği konusundaki tezimde dayanak noktalarım. Bunların haricinde, merhametin insanın ahlaki gelişiminde de daha önce ortaya çıkıyor ve temeli oluşturuyor. Şöyle ki:
Çocukluğumuzdan hepimiz hatırlarız, bize adalet hissinin nasıl verilmeye, bugünkü dille ne şekilde değerler eğitimi yapılmaya çalışıldığını… Hak geçmesin, başkasının hakkı yenmesin diye büyüklerimiz öyle nezih çaba gösterirlerdi ki… Ağzımızda, dilimizde yaralar çıktığında bile, hak yemiş olabileceğimizden böyle olduğunu ima ederlerdi. Şüphesiz yaraların somut başka nedenleri vardı ama o vesileyle “hak”, “hukuk” kavramlarının öğretilmeye çalışılması muazzamdı. Merhametin başka insanlara ve tabiata kıyamamak olduğu tanımı muvacehesinde şimdi düşünelim: Merhameti bir şekilde öğretmemiş olsaydık, karşımızdakinin hakkına vurgu yapabilir miydik, hak eğitimine geçebilir miydik? Merhamet, kendini kalbimizin atışları gibi somut hissettiriyor. Hak ve adalet, ancak merhamet üstüne bina olursa sağlam bir temele oturuyor. Zira merhamet sayesinde suç, suçlu ve mağdur arasında ayrım yapabiliyor, ona göre suçlara ceza uygulayabiliyoruz.
Kaynak: Yeni Şafak