Bilgi
Bilgi” tek başına bir kavram olarak ele alındığında aleyhinde bir söz söylemek zor; tıpkı “akıl” gibi, “özgürlük” gibi. Haklı olarak cahillik, cehalet, en kınanan insanlık hallerinden biri olmuş hep. Bilgi ve bilmek, sürekli övülmüş. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamayacağı, bilginin iktidar demek olduğu gibi sözler söylenip durmuş. Son zamanlarda bu övgüyü edinilecek bilginin özelliklerinin neler olması gerektiğini bir kenara bırakıp “bil de neyi bilirsen bil” diyecek noktaya kadar yükselttik.
Bilme adına, ucu bucağı olmayan, uğruna bir ömrün harcanacağı yine de bitirilemeyecek olan bir ummana dalmayı ve bir daha oradan çıkmamayı önerecek raddeye vardıran hatipler gördük. Bilgiyle ilgili belagatimizi “bilgi çağı”nda yaşadığımız gerekçesiyle süsledikçe süsledik. Sözlerimizin anlamına pek kafa yormadık.
Oysa biraz daha yanına yaklaşıp “Hangi bilgi?” diye sorduğumuzda işler hemen karışmaya başlıyor. Zira bilginin işe yaramazı, hatalı ve hatta basbayağı zararlı olanı da var. Eşek yüküyle bilgi yüklenmiş kimseleri yadırgayan büyük âlimleri, “Allah’ım faydasız ilimden sana sığınırım” diyen Hz. Peygamber’i (SAV) hatırlayalım… “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Resulüm!) deki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür” (Zumer/9) ayetinde kast edilen “bilgi”nin ve “bilme”nin özel nitelikleri üzerine düşünelim… Nedir o özel bilgi ve bilme tarzı? Çok kitap okuyarak, her söyleneni belleğimize nakşedip her yazılanı adeta yiyip yutarak edinilecek türden bir şey olabilir mi? “Hakkıyla düşünen akıl sahipleri”nden olmak için ne yapmamız gerekiyor? Hayli zorlu bir “metodoloji” problematiği gelip kapımıza dayanıyor.
Hep derdimiz olmuştur, teori ve uygulama farkı. Dini inancı olsun olmasın herkes için bu böyledir. Her ne kadar bilginin ve bilme eyleminin kendisine övgüler düzülse de bilginin sınanacağı nihai yerin bir işe yaraması, işlevsel olması gerektiğine inanırız zira. Edinilen bilginin nasıl bir işe yarayacağı ise elbette durulan konuma, dünya görüşüne, hayata verilen anlama göre değişiyor. Tüm bunlar da edinilen bilgiyle bağlantılı olduğundan yani dünya görüşümüz ve hayata verdiğimiz anlam da bir bilgi gerektirdiğinden tablo çetrefil bir hal alıyor. Mesela Marksistler, her dönemde kendilerine “Ne yapmalı?” diye sormuşlar, “Teori mi pratik mi önemlidir? başlığı altında tartışıp durmuşlar. Öyle ki ciddi bir düşünce eseri olmayan Mao Zedung’un “Teori ve Pratik” adlı risalesi, tek başına düşünür olarak sayılmasına yeterli görülmüş. Bu tartışmayı hep uygulama yanlıları kazanmış. Bilgisiz, teorisiz yürümek, karanlıkta el yordamıyla yolunu bulmak gibidir ama son tahlilde uygulama belirleyicidir fikrinde mutabık kalınmış.
Dini inancı olan, dünya hayatının geçiciliğine ahiret hayatının ebediliğine inananlar için bilgi sorununda zorluk daha da fazla. Çünkü onlar, hem teori ve uygulama bahsinin herkes için geçerli olan kısmına cevap arar hem de daha fazlasıyla da yükümlü olduklarını düşünürler. Onlara göre “uygulama”nın anlamı sadece dünya hayatında yapılan işlerle (“pratik”) sınırlı olmayıp değil çok daha geniştir ve “amel” diye adlandırılır. Zira “ilim” ile “iman”, yan yanadır ve birbirlerine sıkıca bağlıdır: “Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, namazı kılan, zekâtı veren, Allah’a ve ahiret gününe iman edenlerdir. İşte onlara büyük bir mükafat vereceğiz” (Nisa/162)… Hal böyle olunca dünya hayatında edindikleri bilginin “amel” ile bağlantısına odaklanır, “tüm kitapların tek bir kitabı daha iyi anlamak için” okunması gerektiğini düşünürler.
Çoluğumuzun çocuğumuzun rızkı, dünya hayatımızın idamesi için çalışıp gayret göstermemizin dışında insan olarak bilgi ve bilmekle ilgili mükellefiyetimiz var. Dini inancımız olsun olmasın, varoluşumuz, bizi bilmeye mecbur bırakıyor. Burası kesin. Bilginin ve bilmenin, cahilliğe ve cehalete tercih edildiği ama onların da faydalı ve faydasız diye ayrıldığı, faydanın en iyi miyarının son tahlilde nasıl bir hayat istediğiyle ilgili pratik ve amel olduğu da açık. Tüm bunlar tamam ama neyi, ne kadar bilmemiz gerektiği, bizim için esaslı ve lüzumlu bilginin ne olduğu hususu hala belirsiz.
Bana sorarsanız bu husus, hep belirsiz kalacak zira her insan, kendi kabiliyeti, kendisine verilen yetenek ölçüsünde önüne çıkan hayat şartlarındaki bilme imkânlarını nasıl değerlendirdiğiyle ve bilgisiyle ne yaptığıyla sınanacak. Sınanacak dediğime bakmayın hayatta olduğumuz her an bizatihi bu şekilde sınanıyoruz zaten. Hemen tüm kültürlerde benzeri görülen, Müslüman zihne yansımaları konusunda da asırlardır tartışılan “Kendini tanı!” buyruğunu, acaba böyle de yani önce “kabiliyet ve imkânlarını bil sonra bilgiyle irtibatını ayarla” diye anlayabilir miyiz?
Kaynak: Yeni Şafak