‘Bir derdim var bin dermana değişmem’
Şah Hatayi’nin “Bir derdim var bin dermana değişmem” deyişi, sadece tasavvufi bir idrak değil, varoluşumuzun temel gerçeği. İnsan olmamız bizi bir hayat gailesine, bir uğraşa, derde, tasaya mahkûm ediyor. Belli amaçlar uğruna mütemadiyen çalışıp çabalamak zorundayız. Bakmayın siz “tembellik hakkı”ndan, oblomovluktan söz edenlere, dünyayla bağlantımızı sağlayan uğraşları yitirdiğimizde, sudan çıkmış balık gibi oluruz. Ne zaman dünyayla bir gailemiz kalmazsa, yaşadığımız hayata aldırış etmezsek işler ters gitmeye başlar, can sıkıntısı, anlamsızlık, endişe gelir yerleşir. Bu endişeyi karşılayacak gücümüz varsa, yolumuza devam eder, yeni dertler ediniriz, yeni gailelere, aldırışlara bırakırız kendimizi. “Sevgili dünya” ile yeniden kaynaşıp angaje oluruz. Yok, eğer bu gücümüz yoksa ya da biraz mola vermek, biraz bakmak istiyorsak önümüzde üç yol uzanır. Ya yeni şeylere merak salar, onlar hakkında bilgi edinmek isteriz ya çene çalar gevezelik ederiz ya da ihtimaller üzerine miskin miskin fikir yürütüp “Ne yapsam bilmiyorum” deriz. Bu üç yol da geçicidir. Zaten popüler dilde bu üç yolun her birine “boş zaman uğraşı” denir. “Boş zaman”, merak, gevezelik ve can sıkıntısıyla doldurulmuş anlardır.
Aslında “boş zaman” yok, zamanı “boş” yapan biziz. Kendimize daha hayırlı bir uğraş bulamadığımız zamanlara “boş” deriz. Hele bırakın kendinizi “boş” dediğiniz zamanın kollarına tamamıyla da göreyim sizi! Bu, yüzme bilmeyen insanın kendisini külçe halinde denize bırakmasından daha zordur. Biraz sonra endişenin dipten vuruşları hissedilir, merak, can sıkıntısı ve gevezeliğin yerini “Ben geliyorum açılın” diye zorlamaya başlar. Endişe güçlendiğinde, bu boş zaman uğraşları çekiciliklerini yitirir. Kendimizi yine sevgili dünyanın kucağına atmanın yollarını ararız; atamazsak eğer, kaygının demir yumruğu varoluş kapımızı alacaklı gibi çalar, rahatsızlanır, hekimlik oluruz.
Endişe, korkudan farklı olarak bir şeyden, birilerinden, belli bir ihtimalden kaynaklanmaz, “hiç”ten kaynaklanır. Kökeninde, eğer ideallerimizi hayata geçirmek için çabalamazsak, yaşamanın gereğini yapamazsak bu dünyanın bizden alınacağı, dünyasızlaşacağımız tehdidi bulunur. “Dünyasızlaşma”; yaşamama, yani ölüm… Bu anlamda endişe, “ölüme doğru varlık” oluşumuzla, faniliğimizle de sıkıca bağlantılı. Nasıl endişe sayesinde insan değişik gailelere açılıyorsa, insanın faniliği de biteviye endişeye kapıyı aralar. Planlar, tasarılar, amaçlar bittiğinde artık yenisi gerektiğinde ya da tehlikeye girdiğinde, olmadığında faniliğimiz, “çabuk ol çabuk, yoksa ölüm geliyor” diye bizi sıkıştırır. Endişenin karşılığı olarak Batı dillerindeki “anxiety” sözcüğünün etimolojisinde de “dar geçit içinde sıkışmaktan doğan acı” manası var. Psikanalist Otto Rank, tüm sıkıntıların kaynağı olarak gördüğü “doğum travması”nı bu manaya dayandırıyor. Doğum anımızda da adeta böyle bir dar geçitten geçer, dünyaya düşeriz ama endişe hiç peşimizi bırakmaz.
“Hayatın Anlamı Var mı?” kitabımızda, anlamla bağlantısını epeyce irdelediğimiz endişe, sıradan korkudan farklı olarak konjonktürel değil ontolojik… Sören Kierkegaard, endişenin korkudan farkını ortaya koyan ilk kişi, bir nevi endişenin felsefedeki mucidi. Nietzsche’den 40, Freud’tan 100 yıl önce, korkuyla endişeyi birbirinden ayırmış, endişeyi “özgürlüğün baş dönmesi” olarak tanımlamış. Kierkegaard’tan sonra dev bir varoluşçu literatür oluşmuş. Bilimi hep batıdan aldığı, felsefe geleneği olmadığı söylenen Müslümanlar nasıl bakıyorlar endişeye peki?
Sevgili Peygamberimiz’in (sav) insanı korku ve ümit (havf ve reca) arasında olarak tanımlaması başlı başına bir varoluş manifestosu değil mi zaten?
İnsan için “yek katre-i hunest, hezar endişe” yani “İnsan, bir damla kan ve sayısız endişedir” sözünün sahibi Sadi Şirazi(1193-1292),
“Endişe sahip olduğumuz bir şey değil, olduğumuz bir şey” diyen Kurt Goldstein’dan yüzyıllar önce endişenin ontolojikliğini kavramamış mı?
“İstisnasız bütün insanların güzel bulup peşinden koştuğu tek hedefin ne olduğunu araştırdım ve bunun bir tek şey olduğunu gördüm: Kaygı ve korkudan kurtulma… Dünya var olalı beri kaygıyı iyi sayan ve ondan kurtulmak istemeyen bir tek kişi bile yoktur. İşte bu değerli bilgi tam olarak zihnime yerleştiği, bu ilginç sır çözülüp aydınlandığı ve Yüce Allah bu büyük hazineyi düşüncemde açığa çıkardığı vakit, tasadan kurtulmanın gerçek yolunun ne olduğunu araştırmaya başladım. Âlimiyle cahiliyle, iyisiyle kötüsüyle bütün insanların üzerinde ittifak ettikleri bu hedefe ulaşmanın yolunun ahiret kurtuluşu için gerekli amelleri işlemek suretiyle Allah’a yönelmekten başka bir şey olmadığını anladım” diyen İbn Hazm (994-1054- “Ahlak ve Davranış Tarzları, Nefislerdeki Ahlaki Hastalıkların Tedavisi” Çev. Mustafa Çağrıcı) endişeyi Kierkegaard’tan bin yıl önce tarif etmemiş mi?
Bâtıni diye bilinen Şah Hatayi ile başladık, zahiri İmam İbn Hazm’la noktalıyoruz. Baştan sona endişenin insan varoluşundaki önemini belirten İslam kültür dairesindeyiz ama varoluşçuluğu bile Batılılardan öğreniyoruz. Halimiz bu!
Kaynak: Yeni Şafak