Bir modern ilişki eleştirmeni olarak Bauman
“Çarpışma” yazarı J. G. Ballard (2004), kitabın giriş bölümünde günümüzü tarif derken şunları söylüyor:
“20. yüzyılı egemenliği altına alan kabusun akılla evliliğinden her zamankinden daha belirsiz bir dünya doğdu…Yaşamımız 20. yüzyılın o büyük, ikiz ana temasının egemenliği altında: seks ve paranoya….
Geleceği, sanki önümüze sunulan çok çeşitli seçeneklerden biriymiş gibi bugüne ekledik. Seçme şansımız artıyor; yaşam biçimleri, geziler, cinsel roller ve kimliklerle ilgili her türlü isteğin anında doyurulduğu, bebeksi bir dünyada yaşıyoruz…
Yaşadığımız dünyayı pazarlamacılık, reklamcılık ve reklamcılığın bir kolu olarak görülen politika, özgün tepkinin yerini televizyon ekranı aracılığıyla deneyimin alması gibi çok çeşitli kurgu türleri yönetiyor. Bizler kocaman bir romanın içinde yaşıyoruz…
Eskiden, ne denli karmaşık ya da belirsiz olursa olsun, dış dünyanın gerçekliği temsil ettiğini ve zihnimizdeki iç dünyanın, düşlerin, umutların, arzularınsa düşlem ve imgelem alemini temsil ettiğini varsayardık. Bence bu roller yer değiştirdi. Çevremizdeki dünyayı ele almanın en akıllıca ve en etkili yolu, onun bütünüyle kurgudan oluştuğunu varsaymaktır- ama aksine, bize kalan küçük bir parça gerçek kafamızın içindedir. Freud’un düşlerdeki gizliyle açık, görünürle gerçek arasındaki o alışılmış ayrımının, artık gerçeklik olarak adlandırılan dış dünyaya uyarlanması gerekiyor…”
Yepyeni bir dünya resmediyor, bunları yeni tür bilim-kurgu yapıtlarında ayrıntılarıyla ele alıyor artık birçok yazar. Ballard, onların en önemlilerinden biri. Eğer gündelik hayatımızı sanki rüyadaymışçasına yaşarsak bu gerçekten kopma halinin ciddi bir ruhsal bozukluk (psikoz) olacağı şeklindeki bilgiyle birleştirirsek onun söylediklerini, insanlık olarak akıl hastalığının sınırlarında dolaştığımızı da itiraf etmek zorunda kalırız. Ballard’ın bu sanatçı sezinlemeleri, yaşanılan dünyanın, cinsel deneyimler de dahil olmak üzere simülasyon (taklit) olduğunu ileri süren Jean Baudrillard (2003) ve uygar, bilime dayalı bir görüntünün arkasında vahşi, kültür düşmanı bir barbarlık çağını yaşadığımızı söyleyen Michel Henry (1996) gibi düşünürlerin görüşleriyle çakışıyor. Yalnızca onlarla değil, geçmişteki nörotik arazlar yerine şimdi artık kimlik ve kişilik sorunlarıyla boğuşmak zorunda kaldıklarını söyleyen psikoloji ve psikiyatri profesyonellerinin saptadıkları gerçeklerle de çakışıyor… Eğer tüm bunlar, insanlığın yöneldiği ve bugünden tam anlamıyla göremediğimiz bir yönün işaretleriyse, insan ruhunu yepyeni psikolojik rahatsızlıklar bekliyor olabilir. Cinsellikte ve insan ilişkilerinde giderek normalleştiği öne sürülen vahşetin böyle bir dünyada bile kabul edilemeyecek biçimlerinden müteşekkil, yeni psikolojik rahatsızlıklar gündeme gelebilir. İşte böyle; dünyamızın haliyle, dünya halimizle ilgili çok kaygılar, kaygılananlar var.
Bunlar gibi genel konuşan ve genel kaygılarını dile getirenlerin değil de, sorunu insan ilişkileri ölçeğinde ele alan ve dünyamızın son yüzyılını yaşamış ve gözlemlerinden emin olduğumuz bir dev düşünürün rehberliğinde, dünyamızın insan ilişkileri açısından ne durumda olduğuna bakarsak daha net gözlemlere tanık olabiliriz. Zygmunt Bauman ve “Akışkan Aşk” (2012) kitabını kast ediyoruz.
Doksanına merdiven dayayan, büyük düşünür Bauman, henüz aramızdan ayrılmadan yazdığı belki de son kitabında, işini gücünü, kapıyı çalmak üzere olan ölümü boş verip bizi aşk ve kadın-erkek ilişkileri konusunda uyarmayı görev biliyor. Kamusal insan çökmüştür. Politik kategorileri psikolojik kategorilere indirgeyen bir mahremiyet ideolojisi yükselmektedir. Bir yanda özgürlük ihtiyacı diğer yanda aidiyet açlığı; bir yanda yalnızlık diğer yanda topluluğun içinde erime korkusu… “Senin hayatın, senin seçimlerin, senin kimliğinin parçası…” insana dair en çok duyduğumuz sözlerdendir. Herkes kendi kimliğine yakın olanları “biz” olarak niteleyip, onları kardeşleri olarak görürken diğerlerini dışlar. Hiç tanımadığı insanların hayali cemaatine üye olduğuna inandırır, kimlikleri insanları. Yalnızlıktan kurtulabilmek için küçük pohpohlamalar, yakınlaşmalar, hayali cemaatine mümkün olduğunca kendisi hakkında ifşaatta bulunma, herkes gibi olmaya çalışmaktan başka bir yol kalmamıştır. Böyle bir dünyada karşılıklı olarak teşvik edilen benlik ifşaatları üzerinde temellenen içsel benlerin birliği aşk ilişkisinin çekirdeğini oluşturabilir. (Bauman, 2012, s.47) Aşk bu dünyada da vardır ama kalıcı, sağlıklı bir ilişkiye dönüşmesi çok zordur. Aşk adasının ötesindeki dünya, şaşkına çeviren ses ve görüntü potporisiyle doludur. Aşk adasındaki iki hayalperest aşık, kendi dışlarındaki dünyayı ehlileştirmeye, evcilleştirmeye muktedir değildir; eninde sonunda anlaşmazlık, fikir ayrılığı ve uyumsuzluklar karşısında güçsüz kalacak, bir süre sonra birbirinden kaçıp kurtulma arzusu baş gösterecektir.
Günümüzde insan ilişkilerinin en belirgin özelliği kırılganlık olduğu için, Bauman “akışkan” sıfatıyla tanımlamaya çalışıyor zamane aşklarını. Bu eserin başkahramanı insan ilişkisidir. Başkişiler erkekler ve kadınlardır, çağdaşlarımızdır, beyinlerinden başka bir şeye güvenmekten umutlarını kesmiş, aşikar bir yararsızlık duygusu hisseden, ihtiyaç durumunda güvenebileceği yardımsever bir el kadar birliğin güvenliğini de ateşli bir şekilde arayan, “ötekiyle ilişkiler kurmaya” can atanlar… (2012, s.2) diyor Bauman. Ona göre aralarında gerçek ilişki bulunmayan günümüz insanı, hiç durmaksızın yeniden yeniden, kablolu ve kablosuz, akışkan bir modernite içinde bağlar kurup bir süre sonra bağsız kalıyor. Özgürlük ihtiyacını ve aidiyet açlığını eş zamanlı olarak gidermeye çalışıyor; modern gündelik hayatın içinde başvurduğu yollar bu iki özlemin yenilgilerini gizlemeye yarıyor. İki ucu keskin bıçak gibi ilişkilerde, düş ile kabus arasında gidip geliyor. Deneyimini ve insan ilişkisinden beklentisini “ilişkiye girme”, “ilişki yaşama” terimlerinden ziyade, “bağlantıda olma”, “hatta kalma” sözleri açıklıyor. “Eş”ten ziyade “ağ”dan söz ediyor. “Kendine bir ağ oluşturma”ya, “ağ üzerinde sörf yapma”ya çalışıyor. “Bağlantı” dediği ise, sanal ilişki; kolayca girilip çıkılıveren, ayrıca bakım, özen ve ciddiyet gerektirmeyen, şık ve kullanıcı dostu, “delete” tuşuna basınca kurtulması mümkün ilişki. Görünüşte bireymiş gibi duruyor ama tam da değil, adeta kararnameyle birey olmuş gibi. İncecik bir buz tabakasında paten kayan, düşmemek, soğuk suda hem donup hem boğulup ölmemek için sürekli sürat yapmak zorunda kalan, güven ve taahhütten uzak bir yaşama sürmeye mahkum olan günümüz insanı… Sadece bazı noktalardan, dünya görüşü, yaşama tarzı gibi açılardan bize benzeyenlerle “benzerlik cemaatleri”ne katılma şansımız var ama artık onlar bile yerlerini, olaylar, idoller, panikler ya da modalar etrafında oluştuğu varsayılan “durum cemaatleri”ne bırakıyorlar… İnternet üzerinden, cep telefonuyla ve mesajlarla gevezeliklerimiz içinde ve bunlar aracılığıyla, içebakışın yerini en mahrem sırlarımız ve alışveriş listemizle birlikte sergileyen çılgınca ve uçarı bir etkileşim almış gözükmektedir. (2012, s.49-50) Herkesin her şeyden haberdar olduğu ama hiçbir şey hakkında fikri olmadığı bir dünya…
Yaşadığımız zamanlar gerçekten “tuhaf” zamanlar… Birçok düşünür ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor ama olgular öylesine hızlı bir tempoda olup bitiyor ki, düşünce hızımız bu sürate yetişemiyor. Bu dünya üzerine böylesine kafa yoran Bauman bile kitle iletişim ve bilişim teknolojileri yüzünden ortaya çıkan bazı değişiklikleri fark etmiyor. Bauman’ın çalışmasında bilgisayar oyunları yok mesela.
“Facebook” üzerinden oynanan “Farmville” isimli bir oyun var. Oyun, basitçe söylemek gerekirse, sanal bir çiftçilik oyunu. Size belli bir oyun alanı (sanal tarla) veriliyor, siz onu ekip biçiyorsunuz; bir yandan da kümes hayvanları vs. besliyorsunuz. 2009 Haziran ayında piyasaya giren Farmville, altı ayda tüm dünyada yetmiş milyonu aşkın insan tarafından oynanmaya başladı.
“Farmville”i ilginç kılan, oyunu oyuncunun keyfine bırakmaması. Yani ektiklerinizi belli bir süre geçtiğinde toplamalısınız. Birçok farklı ürün ekildiği düşünüldüğünde de, oyuncular hemen her saat başı ya da iki saatte bir sisteme girip tarlalarıyla ilgili düzenlemeleri yapmak zorundalar.
Dahası, “Farmville” alanındaki tek oyun değil. Benzer yükümlülükler getiren birçok internet oyunu da piyasada iş yapıyor. Bunların ortak noktası, bu oyunlarda belli bir mesleğin icra edilmesi. Yani çiftçilik yapıyorsunuz, hayvan besliyorsunuz, bir restoran işletiyorsunuz, balıkçılıkla uğraşıyorsunuz ve bunları daha önce belirttiğim gibi tam zamanlı yapıyorsunuz, yani periyodik aralıklarla sisteme girmek zorundasınız.
Mesele şu, bugün beyaz yakalıların çalıştığı hemen her ofiste “Farmville” oynanıyor, sanal tarlalar sürülüyor, birtakım sanal meslekler icra ediliyor. Oyuncuların performansına bakılırsa, bunda başarılı da olunuyor. Yani oynayanlar sürekli bir üst seviyeye geçiyor, ödül olarak da tarlaları genişliyor, yeni ürünleri daha bol miktarlarda ekme şansı veriliyor. Niye böyle oluyor, bilgisayar oyunlarına bu kadar rağbetin nedeni ne? Özellikle beyaz yakalılar, neden kendi işleriyle ve hayatlarıyla bu denli sistemli bir şekilde alakadar olmuyorlar; kendi işlerini, sanal çiftliklerini işledikleri özenle işlemiyorlar. Şunları söyleyebilirim cevap olarak:
Kitle iletişim ve bilişim teknolojileri sayesinde psikolojimizde muhtemelen “imgesel” ya da “fantezik” dediğimiz alanda bir genişleme ya da önemsenme ortaya çıktı, daha doğrusu onların değerini keşfetmeye başladık. İmgesel yani fantezik olan, gerçekliğin karşıtı değil, bir gerçeklik türüdür aslında ama dil-öncesi dönemimize ait işleyişe göre algılanır burada gerçeklik. Rüyalarımız nasıl gerçekse fantezilerimiz de gerçektir ama her ikisinde de gerçeklik, hakikat değildir. Psikolojimiz her zaman rüyadan, fantezik olandan yana işler; çünkü onlar çocukluğumuzun en güzel zamanlarına aittir, bizi oraya götürür. Bu nedenle çok güzel yaşantıları “rüya gibiydi…”, “hayallerim gerçek oldu!” gibi ifadelerle anlatmaya çalışırız. Sorun tam da bu noktadadır gerçek ile hakiki arasındaki farkta…
Her gün yaşayıp durduğumuz, içine gark olduğumuz somut hakikat dünyası, sorunlarla sıkıntılarla doludur; bunlar olmazsa da rutindir ve boğucudur. Yani hakiki yaşamda mutluluk pek mümkün değildir veya yalnızca başarı zamanlarında ortaya çıkan bir durumdur.
Öyle sanıyorum ki, bu oyunları kendilerinden ziyade bu oyunlar sırasında zihnimizin imgesel, fantezik işleyişinin sağladığı yüksek haz nedeniyle seviyoruz. Öyle sanıyorum ki, günümüzde bu oyunlar, imgesel olan hakikatten daha çok mutluluk sağlıyor. Öyle bir zihin işleyişine sahip olduk ki, masturbatif fanteziler gerçek ilişki zevkinin önüne geçiyor. O yüzden sanal dünyadaki zevke aşina olanlar kendisini imgesel olana, çocukluğuna götüren bu dünyadan çıkmak istemiyor. Üstelik sanal dünya onları, hakiki dünyanın sıkıntılarından da kuru yavanlığından da kurtarmasa bile bir süreliğine firar ettiriyor. Her firar, tutukluluktan daha güzel ve vaad doludur… Bu dünyaya daha yüzyılın başında niye “şizoid” dendiğini anlayabiliyor insan. (May, 2010, s.9) Zira “fanteziye dalmak” şizoid kişiliğe sahip kimsenin temel zihin işleyişlerinden birisidir.
Bilgisayar oyunlarını ve bu sayede günümüz insanının gerçeklikten fanteziye sığındığı şeklindeki analizimizi de tabloya ekledikten sonra Bauman’a dönelim biz yeniden. Böyle bir görünüm sergileyen insanın temel aktör olmasıyla açıklıyor günümüzdeki “danışma patlaması”nı Bauman. Günümüz insanının görevleri fazlasıyla karmaşık ve yoğun; tek başına altından kalkamayacağı, tahlil edemeyeceği kadar güç, bu yüzden insan, her fırsatta soluğu danışma verdiğini söyleyen uzmanların yanında alıyor. Uzmanların sonu gelmez öğütlerinden yararlananlar, haftalık ve aylık lüks dergilerin ve ciddi ve daha az ciddi gazetelerin haftalık eklerinin “ilişki” sütunlarına göz gezdirerek, “haberdar” kişilerden işitmeyi diledikleri şeyi işitmeye çalışırlar, çünkü kendi adlarına bunu yapamayacak; “kendilerine benzer” kişilerin yapıp ettiklerini dikizleyecek ve ikilemle baş etme çabalarında yalnız olmadıkları konusunda uzmanların onayladıkları bilgiden neyi edinmek onları rahatlatacaksa onu çıkartacak kadar utangaçtırlar.
Böylece okur, danışmanların dolaşıma soktukları başka okurların deneyiminden, “elde var ilişkiler”, yani “ihtiyaç duyduklarında ellerinin altında bulabilecekleri” ama ihtiyaçları olmadığında ceplerinin derinine atabilecekleri ilişkiler deneyebileceklerini öğrenirler. Bu ilişkiler hazır portakal suları gibidir: Konsantre olduklarından mide bulandırırlar ve sağlığı ciddi biçimde tehlikeye atarlar. Tıpkı bunlar gibi ilişkiler de kullanırken sulandırılmalıdır. Bu “yarı-bağımsız çiftler”, ikili olmanın boğucu baloncuğunu patlatma şerefine ermiş devrimci ilişki kurucuları” olarak övülürler. Bu ilişkiler, otomobiller gibi, hala trafiğe çıkabilir olduklarından emin olmak için düzenli araç muayenesine katlanmak zorundadırlar. Sonuçta öğrendikleri şey, taahhüdün, özellikle de uzun vadeli taahhüdün tuzak olduğudur ve “ilişki kurma” çabası herhangi bir başka tehlikeden çok bundan uzak durmayı bilmelidir. (Bauman, 2012,s.4-5)
Oysa aşk, böyle bir dünya görüşü, böyle bir insan ilişkileri ağıyla taban tabana zıttır. Zaten Bauman da bunu anlatabilmek, bu konuda bizi uyarabilmek için yazmıştır. Aşktaki ötekine zevk verme yetimizi yaşantılama, benlik ve his farkındalığımız sayesinde ilişkinin anlamını genişletmeyi başarabiliriz. Kişi aldığını bir, onu hisseder, sözlü olarak onaylasın ya da onaylamasın deneyimine katar ve bunun için minnettar kalır. Bir birlik hissi, karşılıksız, çıkarsız bir sevgi ortaya çıkar. Bir toplumda insanlar arasında arkadaşlık, dostluk hisleri çok güçlüyse aşk için uygun vasat var demektir. “Kullan-at” türü ürünleri teşvik eden, hızlı çözümlere, anlık tatminlere, riskten kaçınmaya ve garantiye dayanan bizimkisi gibi bir tüketim toplumunda alçakgönüllülük ve cesaret yoksa olmayacak olan aşka yer bulmak neredeyse imkansızdır. Tüketim nesneleri caziptir; atıklar iticidir. Arzunun ardından atıklar ıskartaya çıkarılır. Aşk ise özen göstermektir ve özen gösterilen nesneyi koruma arzusudur. Arzu oburca tüketmek isterken aşk sahip çıkmak ister. Tüketim arzusu ne kadar bencil ve merkezcilse, aşk o kadar adanmış ve merkezkaç güçle çalışır; hizmette olma, her an hazır olma, emre amade olma anlamına gelir.
Aslında aşk ve arzuyu değil de, geçici istekler ve dileklerle, uzun süreli emek ürünü aşk arzusunu karşı karşıya koymak gerekir. Aşk, bir kişiyi, güveni özgürlüğün önüne alabilmeyi gerektirir. Aşkın ardından sevgiye dayalı gerçek bir çift olabilmek için eşlerin sürekli birbirilerini övme becerisini gösterebilmeyi, her halükarda kabul edici, sahiplenici, huzurlu bir liman olduğunun gösterilebilmesi gerekir. Çift olmak, bir insanı tanımlı kılmak adına, belirsiz bir geleceğe rıza gösterebilmek demektir. İnsanın uzun süren, döllenmeyi ve büyümeyi gerektiren aşk arzusunun yanı sıra bir de kısa ömürlü, gelip geçici dilekleri vardır. Günümüzde alışveriş merkezleri, dileklerin kısa süreli uyanma ve sönme hızlarını dikkate alarak tasarlanmışlardır. Kısa süreli, bir gecelik ilişki istekleri bu anlamda bir dileğin peşinden gitmek, kapıyı başka ihtimallere hep açık bırakmak anlamına gelir. Bu durumu tıpkı günümüzün borsasındaki işleyişe benzetir Bauman. Hisseler satın alıyorsunuz ve onları bir değer artışı görülene dek elinizde tutuyorsunuz, sonra karlar düşer düşmez ya da başka hisseler yüksek bir gelir habercisi olduğunda alel acele satıyorsunuz (bütün numara, uygun anı kaçırmamakta). (2012, s.24) Bugün ilişkilere de tıpkı yatırım aracı gibi bakıyoruz. Ancak bir yandan da hala evlilik gibi eski geleneksel alışkanlıklarımızı sürdürüyoruz. Borsanın tek farkı, satın aldığımız hisselere sadakat yemini etmememiz, “varlıkta ve yoklukta, hastalıkta ve sağlıkta, ölüm bizi ayırana kadar bir yastıkta kocayacağımıza…” diye söz vermememiz. Tabii böyle sözler verince de kimse pek de inanmadığı halde sadakatsizlik, aldatma vs. gibi temalar da hala alıcı bulabiliyor.
Nitelik olmadığında selameti nicelikte ararız. Belirli bir sürenin anlamı kalmamışsa sizi kurtaracak olan şey, değişimin hızıdır. Her şeyin sayılarla ifade edildiği ve başka türlü anlaşılmadığı, kitapların kalitesinin satış sayısıyla, bir filmin veya bir olayın performansının izlenme oranlarıyla, hatta tanınmış bir kişinin niteliğinin cenazesini izleyen kişi…, entelektüelin kalitesinin alıntı yapılma (Bauman, 2012, s.35) sayısıyla ölçüldüğü bir zamanda, bir ilişkiden diğerine atlanma dileğinde bulunmaya da şaşmamak gerekir. Zaten ilişki danışanları da bizi ilişkilerin “Her an çekilip atılabilecek hafif bir palto gibi omza atılmalıdır” ve en çok kaçınılması gereken şey, bu ilişkilerin iradedışı ve kaçamak şekilde “çelik cendere”ye dönüşmesi (2012, s.36) olduğuna inandırmaya çalışırlar. Yakalanmayın! Sıkı sıkı sarılmayın. Unutmayın ki bağlılıklarınız ve vaatleriniz ne kadar derin ve yoğun olursa riskler de o denli büyük olacaktır… Bütün bu yumurtaları tek bir sepete koymanın budalalığın dik alası olduğunu ise hiç unutmayın! (2012, s.80) Modern akışkanlık, çelik cendereye benzeyen kalıcı bağlılıkları reddeder, hafif giysiler önerir. Eksiksiz çeşit arasından seçim yapabilmek yerine tek bir malla kendilerini sıkışmış bulanların da vay haline! Bu insanlar tüketiciler toplumundan dışlanmışlardır, kusurlu, uygunsuz ve yeteneksiz tüketicilerdir, tek kelimeyle şapa oturanlardır; tüketiciler şöleninin bolluğu ortasında kadidi çıkmış açlardır.(2012, s.69)
Uzun süreli ve gerçek ilişkiler yerine bir ağda bağlı kalmayı tercih ediyor insanlar. Cep telefonları sürekli çalıyor ya da böyle olduğunu umuyorlar. Ama bunun için de cevapsız çağrılardan sonra başvurabileceğiniz geniş, çok geniş bir bağlantı portfoyünüz olmak durumundadır. Cep telefonları uzakta kalanların temasa geçmesini sağlarken daha çok da temasa geçenlerin birbirlerinden uzakta kalmasını sağlarlar. Zira gerek cep telefonu gerek internet üzerinden sağlanan bu bağlantılar, sürekli hareket eden ve hep hızlı olmaya çalışan insanın, ayağının altındaki zeminin kayıp gittiği hissini bir an için ortadan kaldırabilirler. Etrafımızdaki kalabalık tadımızı kaçırdığında da hemen bu ağın içine sığınabilirsiniz, kopuverirsiniz kalabalıklardan. “Birbirinden kopan insan kitlesi: daha kesin ifadeyle bir sürü. Birliklerini sağlamak için ne komutana, ne şefe, ne de ajan provokatör ya da hafiyeye ihtiyaç duyan, kendi kendini teşvik eden kişiler toplamı. Hareketli her birimin aynı şekilde hareket ettiği ama hiçbir şeyin ortak yapılmadığı hareketli bir bütün. Bu birimler tek sıraya girmeden uygun adım yürürler: Klasik kitle kendinden kopan birimleri kovar ya da onları ezer, sürünün izin verdiği tek şey bu birimlerdir. Cep telefonları sürüyü yaratmadı, ama bulunduğu durumda –sürü halinde- kalmasına katkıda bulunuyor. (Bauman, 2012, s.82)
Önce mahremiyetimizi dalgıç giysisi gibi taşıdığımız zamanlar geldi. Beklenmedik bir karşılaşmaya yol açmamak için her şeyi yaptık. Ama ardından mahremiyet suları hızla soğudu, evlerimiz yumuşacık mahremiyet adaları, aşkın ve dostluğun paylaşılan teneffüs avlusu olmaktan çıktılar. Kendi evlerimizde sipere yattık, kendimizi odalarımıza kilitledik. Ev, tüm aile üyelerinin ayrı ayrı yan yana yaşayabildikleri, çok-amaçlı bir eğlence merkezi oldu. Elektroniğin yönettiği sanal yakınlık zamanları çıktı geldi. Sanal yakınlığı gerçek yakınlığa tercih etmeye başladık. Tek başına olmak, elinin altında bulunan cep telefonuyla odaya kapanmak, evin ortak alanını paylaşmaktan daha az riskli ve daha emin (Bauman, 2012, s.87) olarak algılandı. İnternet üzerinden partner bulmak da mümkündü. Üstelik mektupla gönderilmiş, üzerinde “satın alma zorunluluğunuz yoktur”, “memnun kalmazsanız ürünü iade edebilirsiniz” gibi ifadeler bulunan bir satış kataloguna bakar gibi seçebilirsiniz partnerinizi. Tek sorun onun da tercihini aynı kolaylıkla sizden yana yapmasıdır. Alışveriş merkezlerinin daha fazla kar amacıyla her gün yaptıkları şeyi, siber-buluşmalar partner pazarlığı için gerçekleştirirler. Sanal yakınlığa yalnızca bir düğmeye basarak son verilebilir, bir elektronik postaya (e-mail) cevap vermemekten daha kolay bir şey yoktur. Oysa sanal yakınlık yükseldikçe gerçek insani bağlar sıklaşır ve yoğunlaşır ama bir yandan da kısa ve işe yaramaz hale gelirler. Bağlı olmak, gerçek bir ilişkiye angaje olmaktan çok daha az masraflıdır ama bağların inşası ve beslenmesi anlamında da daha az üreticidir. Bu nedenle sanal yakınlığa dayalı ilişkiler kuran günümüz gençlerinin gerçek sosyallik kapasitesi olmadığından, üstelik bundan da telaşa kapılmadığından söz ediliyor. Dayanışmanın, duygudaşlığın, paylaşmanın, karşılıklı yardımlaşma ve sempatinin olmadığı tüketim toplumunu da kolaylaştırıyor sanal yakınlık. Sanal yakınlığın dayanışmadan habersiz, güvensiz ağında tutunmaya çalışanlar, yalnızca tüketim zevki yoldaşı olabilirler.
Güçlü ve sağlıklı ilişkilere karşı mayınlarla döşeli bu dünyada, yine de insanlar, insan olmalarından gelen şevkle hayatın tüm insanlara verdiği iki çıpayı da kullanmak isterler. Hepimiz belirsizlik ummanında, güvenlik adacıkları üzerinde kurtuluş ararız. (Bauman, 2012, s.42) Bunlar sevdiğimiz ve sevilmeyi arzuladığımız bir eş ve ona ait olmamızı ve itaat etmemizi isteyen aile kabilesidir. Bu iki çıpadan da vazgeçemediğimizden dolayı, onları birbirine bağlayan halka olmayı da sürdürürüz. Ama bilelim ki biz zayıf bir halkayız, eşimiz ve ailemiz arasındaki gerilimlerden en fazla sıkıntı çekecek olan da biziz. Buna rağmen biz de yakınlığımızı akrabalığa doğru dönüştürmeğe çalışırız. Yakınlık, bizi akrabalığın sakin limanına götüren köprüdür; bir kuşağın yakınlığı sonraki kuşağın akrabalık potansiyelini içinde taşır. Yakınlık, eş olma bizim tercihimizdir ama sürdürülebilmek, onu hayatta ve sağlıklı tutabilmek için, hiç mola vermeden her gün yeniden o noktada olduğumuz dile getirilmeli, bunu onaylayıcı eylemler yapılmalıdır. Bu öyle bir dünyadır ki, eğer böyle yapılmazsa yakınlık zayıflayacak, azalacak ve sonra da çürüyerek tamamen çökecektir. İki kişilik yaşamın geniş bir cadde mi yoksa çıkmaz bir sokak mı olacağı bilinemez, en azından önceden bilinemez. Önemli olan, sanki bu farklılık önemsizmiş gibi günler boyunca yol almaktır.
Günümüz ilişkilerinin en önemli görünümlerinden birisi de cinselliğin özerk bir niteliğe kavuşması, tüketici rasyonalitesinin egemenliğinin, kullan-at tarzının burada da kendini göstermesidir. Tüketici yaşamı hafifliği ve hızı öne çıkartır, yeniliği ve çeşitliliği destekler. Bu ilkeler cinsellik alanı için de geçerlidir. Bauman, Alman seksolog Volkmar Sigusch’un (1998) “Bizim kültürümüz, ars erotica’yı değil scientia sexualis’i yarattı” sözünü onaylar. Buradaki eros sözü aşka ve arzuya, seks sözü ise kadın-erkek ilişkisinin ilişkiden soyutlanmış cinsellik boyutuna daha yakın bir anlama gelmektedir. Aşk ve arzu sanatındansa, cinselliği bilimsel olarak ve bilimselliğin gerektirdiği tarafsızlık nedeniyle duygulardan, bağlılıklardan uzak bir biçimde incelemeyi tercih etmiştir günümüz insanı. Günümüzde cinsellik artık zevk ve mutluluk olasılıklarının cisimleşmesi değildir. Vecd ve ihlal olarak olumlu anlamda mistifiye edilmiş değildir, tersine, baskı, eşitsizlik, şiddet, suistimal ve ölümcül enfeksiyonlar olarak olumsuz anlamda mistifiye edilmiştir. Sigusch’un bu sözlerine ilave eder Bauman, cinselliğin bilimsel incelemesi insanlığa sefaletten kurtuluşu vaat etmesine rağmen, öğüt, yardım ve destek alabildiği laboratuar ve terapistin muayenehanesinin dışında insanı (ki artık homo sexualis’tir) öksüz ve yitik bırakmıştır. Ama bu öksüz ve yitik durum, ataerkil ve sofu (püriten) toplumun hapishanesinden cinselliğin kurtuluşu olarak görülüp kutlanmaktadır. Homo sexualis, daimi ve değişmez bir durum değildir, deneme ve yanılmalarla yol alan, her fırsatı değerlendirerek ilerleyen bir süreçtir. Onun için sağlıklı yada sapkın cinsel faaliyetin sınırları da pek siliktir; hatta çoğu zaman ruhsal rahatsızlıklara karşı terapi olarak önerilir. Cinsel yaşamın zengin çeşitlilikteyse, ruhsal rahatsızlıkların da senden uzak olacağına inanılır.
Ama hakkını yememek lazım, bilimin (tıbbın) insanın yaşamına bir katkısı daha olmuştur bu arada. Cinsellik, eros’tan olduğu gibi üremeden de ayrılmıştır. Tıp, üreme sorumluluğunda cinsellikle rekabet haline girmiştir, önümüzdeki zamanlarda büyük ihtimalle cinselliğin yerini alacaktır. Mail göndererek ya da moda dergileri yoluyla sipariş vermeye çağdaş tüketicilerin alışık olmaları gibi, cazip donör kataloğundan bir çocuk seçmek ve seçim yaparken bu çocuğu da seçmiş olmak giderek büyüleyici bir hal alıyor. (Bauman, 2012, s.58) Çağımız bu nedenle artık çocuğun öncelikle duygusal bir tüketim nesnesi olduğu bir çağdır. Artık anne baba zevklerinin neşesi için istenilen çocuğu elde edemeyenlerin acısını telafiye çalışan ticaret dünyası orijinal bebeğin bakımında olduğu gibi üretiminde de giderek daha büyük yer kazanacaktır. Zira artık parası olan her şeye sahip olabilecektir. Çocuklar da ortalama tüketicinin yapabileceği en pahalı alış verişler arasındadır. Aslında çocuk sahibi olmak, sadakati bölen ve bağımlılığı zorunlu kılan, geri getirilemez özellikleriyle modern yaşam politikalarına zıttır ve bu yüzden çoğu insan bu yükümlülüğü üstlenmek istemez.
Bunları görür Bauman baktığı dünya resminde. Endişelidir insanlığın geleceğinden, her satırında belli eder tedirginliğini. Bizi hep uyarır nereye doğru gittiğimiz konusunda. Düşünce dünyasında yer etmiş önemli birisi vardır ki, zaman zaman onun önerileriyle dalgasını geçmek durumunda kalır. Böyle bir dünyayı ve şimdiki ilişki sistemimizi düşünce adına yüceltmeye cesaret edebilmiş ender kişilerdendir birisidir Bauman’ın alaya aldığı kişi, meşhur sosyolog Antony Giddens’tır. O halde Giddens ne diyor, günümüzde yaşananları nasıl savunuyor bakalım:
Bir modernlik savunusu
Antony Giddens (2010), dilimize de çevrilen “Mahremiyetin Dönüşümü: Modern Toplumlarda Cinsellik, Aşk ve Erotizm” adlı çalışmasında, Batı toplumunda yaşanmakta olan ilişkileri analiz eder ve çok enteresan sonuçlara ulaşır. Giddens, Batı toplumundaki aşk olgusunu “romantik” ve “birlikte” aşk olmak üzere ikiye ayırarak inceler ve eski zamanların “romantik aşk”ına karşı; etkin ve olumsal bulduğu şimdinin “birlikte aşk”ının yanında tavır alır. Her ne kadar “Modernliğin Sonuçları” ( 2012) adlı çok mühim bir çalışmanın yazarı olsa da insan ilişkileri anlamında tam bir modernlik ve modern insan savunucusudur Giddens.
Ona göre modernlikle birlikte, toplumsal yaşamın yalnızca kendisi değil, eskiden “doğa” adı verilen şey de toplumsal olarak düzenlenmiş sistemlerin hükmü altına girmiştir. Yaşanan mahremiyet dönüşümü nedeniyle cinsellik çok önemli hale gelmiştir. Üreme, bir zamanlar doğanın bir parçası ve heteroseksüel etkinlik kaçınılmaz olarak onun odak noktasıyken, cinselliğin önemi artarken heteroseksüellik her şeyin değerlendirildiği bir standart olmaktan çıkmış, elbette bu arada aşk da değişmiştir.
Giddens, elbette “tutkulu aşk”ın insanlık tarihinin her döneminde insanların başına gelmiş evrensel bir olgu olduğunu düşünür. Onun karşı çıktığı evrensel bir olgu olan tutkulu aşk değil, Batı’da romanın bir edebiyat türü olarak ortaya çıkmasıyla aynı dönemde görülen, yüceliğe dayalı bir anlatıya yaslanmış olan “romantik aşk”tır. Romantik aşk, kültüreldir ve yalnızca Batı kültürüne özgüdür. Giddens, Batı kültürüne özgü bu romantik aşkı, çekirdek ailenin ve çocukluğun, anneliğin sosyolojik birer kategori olarak ortaya çıkmasıyla, evin merkezinin babanın otoritesinden annenin sevgisine kayması ve kadının evdeki tabi ve dış dünyadan kopmuş konumuyla bağlantılandırır. Bu durumda romantik aşkı, kadının toplumsal hayattan kopmasından kaynaklanan eksikliğin ötekinin fantezideki varlığıyla giderilmesi olarak açıklar. Bir eksikliğin telafi çabası olduğu için Batılı romantik aşk, hastalıklıdır.
Modern zamanlarda ortaya çıkan değişimleri birçok noktada olumlu bulan ve savunan Giddens, özellikle, gönül işlerinde uzmanlaşmış kadını çalışma hayatına, kamusal alana çıkartarak insan ilişkilerinde bambaşka bir imkanlar sağlaması, aşkın doğasında değişiklik yapması, “ilişki” terimi ortaya çıkarması nedeniyle modernlik hayranıdır. Modernlik, bir kadın hareketidir; bizatihi kadınlar, mahremiyetin dönüşümü sürecini yönetmektedirler. Kadın, toplumsal hayata katılıp cinsel bakımdan özgürleştikçe, eski zamanların hastalıklı romantik aşk ideallerini parçalamaktadır. Kadınların duygu devrimciliği sayesinde insanlar, din, gelenek gibi dışsal anlam kaynaklarının yerine ilişkilerine kendilerinin anlam vermesi gerektiğini kavramaktadırlar. Kadınların öncülüğü üstlendiği modern dünyada, artık eski zamanların hastalıklı romantik aşkının yerine, ötekine açılmaya dayanan, kişiyi değil de ilişkiyi özelleştiren, bu yüzden romantik aşkın “sonsuza dek” ve “sadece ve sadece” gibi bağımlı nitelikleriyle uyuşmayan, “saf ilişki”yi esas aldığından heteroseksüelliğe dayanmayan, homoseksüelliği dışlamadığı gibi meşrulaştıran “birlikte aşk” modeli ortaya çıkmıştır. Bu modern, yeni “birlikte aşk” modelinde eski zamanların hastalıklı romantik aşkının paranteze aldığı ars erotica artık ilişkinin çekirdeğinde yer almaktadır. Elbette modern zamanlarda ilişkiler alanında tüm bu olup bitenler, erkeklerin lehine değildir. Bu yüzden günümüzde ortaya çıkan aile içi şiddetin nedeni, erkeklerin güçlerini yitirdikleri bu eşitlikçi “saf ilişki” modeline gösterdikleri tepkidir.
Giddens, modern dünyada ortaya çıkan değişimleri tüm kalbiyle savunur ama bir sosyolog olarak ortaya çıkan sorunları da görmezden gelemez. Ama sorunlara adeta çivi çiviyi söker tarzında daha da modern çözümler önererek herkesi şaşırtır. Ona göre modern dünyada ikili ilişkilerde yaşanan sorunlara Wilhelm Reich ve Herbert Marcuse gibi cinsel radikallerin tezlerinde bir çözüm imkanı bulunmaktadır. Giddens (2010) biz modernlerin, “yeni aşk modellerinin geliştirilmesi gerektiğine ve gay ilişkilerinin bunun elde edilebileceği bir bağlam sunduğuna yönelik bir farkındalık” (s.128) içinde olduğumuzu düşünür,- demek ki böyle bir farkındalığınız yoksa modernliğinizden şüphe duymalısınız. Nasıl böyle bir farkındalık geliştirebilmişsek pekala “cinsel ilişkilerin ve diğer kişisel alanların bir ‘birlikte aşk modeli’ne uydukları demokratik bir kişisel düzen için etik bir çerçeve” (2010, s.173) de tasarlayabiliriz der. Giddens’a göre modernliğin ortaya çıkardığı sorunların çözümü yine modernliktedir. İnsanlık modernlik için mücadelesi sayesinde demokrasiyi ve insan haklarını kazanmıştır. Şimdi görev, kişisel hayatın radikal demokratikleştirilmesi perspektifiyle cinsel özgürlüklerin alanının genişletilmesidir. Kişisel hayatın radikal demokratikleştirilmesi, cinsel demokrasiyi, dahası arkadaşlık ilişkilerine, giderek ebeveyn, çocuklar ve akrabalık ilişkilerine yayılan demokratik yaşamı gündeme getirecektir. Oluşan cinsel demokrasi ve dayanışma ortamı, kendisini ekonomik büyümeye ve teknik kontrole adamış olan modern uygarlığın duygusal doyum ve tinsel olgunluk alanındaki başarısızlığının da panzehiri olacaktır.
Açık değil mi Giddens’ın söyledikleri? Cinsellik tıpkı gaylerin yaptıkları gibi özgürleşmeli, demokratikleşmeli; heteroseksüel ve homoseksüel çiftler, “saf ilişki”ye dayalı olarak yaşamalı, çocukların, akrabalıkların ne olacağı gibi ortaya çıkan yeni sorunlara demokratik çözümler bulunmalıdır. Elbette bu görüşler, Bauman’ın ve May’in görüşleriyle, endişeleriyle taban tabana zıttır. Biz daha önceki çalışmalarımızda, Giddens’ın bu görüşlerinin psikologların ve psikanalistlerin dünyamızdaki ilişkilerin geleceğiyle ilgili bakışlarıyla nasıl çeliştiğini ortaya koymuştuk. (Göka, 2008:s.162-177) Şimdi de Giddens’ın “saf ilişki”sine yaşlı kurt Bauman’ın ne dediğine çevirelim bakışlarımızı.
Önce ahlak ve maneviyat!
Giddens’ın “saf ilişki” adını verdiği şey, günümüzde insan birlikteliğinin egemen biçimidir. Bu yüzyılda doğmuş, büyümüz, olgunlaşmış insanlar, bu tanımla hareket ediyorlar. İlişkiyi sürdürmek için yegane koşulun, birbirlerine yeterince tatmin verebilmek olduğunu düşünüyorlar. Tam da Giddens’ın dediği gibi, partnerlardan herhangi biri, ilişkiye herhangi bir anda son verme imkanına sahip; kim ki kendisini, sürme koşulları için bir anlaşma yapmadan ilişkiye çekincesiz bırakıyorsa, ileride başı çok ağrıyacaktır. İyi günde, kötü günde, zenginlikte ve yoksullukta, ölüm ayırana dek gibi kesin ve koşulsuz sözleşmeler geçerli değil artık. Onayladıkları bir şeye çok “cool” derken gençler, tam da Giddens’ın “saf ilişki” ilkelerine göre hareket ediyorlar. İnsan eylemleri ve etkileşimleri, karşılıklı ilişkinin ısınmasına, hele hele sıcak kalmasına izin vermiyor. “OK” olabilmek için “cool” olmak gerekiyor. Bağlılık yemininin anlamı yok, tabii bu durumda ötekinin sorumluluğunu almak gibi kavramlar da hiçbir anlam ifade etmiyor. Giddens’ın “saf” dediği ilişki, ancak eşlerden birinin “yeni bir tebliğine kadar” süreceği kırılgan bir ilişkidir ve asla güvenin kök salacağı ve yeşerebileceği gerçek bir zemin olamaz. Eski zamanların “ölüm bizi ayırana kadar” şeklinde ifade edilen birlik modeli, güvenin kendiliğinden ve koşulsuz bir biçimde bağışlanması söz konusu değildir “saf ilişki”de. İnsanlık tarihinde eşi görülmemiş bir akışkanlığın kırılganlığın söz konusu olduğu insan ilişkileri ağında yaşam perspektifleri, bir füzenin önceden tasarlanmış ve belirlenmiş, öngörülebilir balistik yörüngesinden ziyade, yakalanamaz, geçici ve yerinde duramayan hedeflerin peşindeki zeki roketlerin tesadüfi kıvrımlar çizmesine giderek daha fazla benzemektedir. (Giddens, 2010, s.121) Bugün dünya, bugün insan ilişkileri güvene karşı bir fesat kurma tezgahı içindedir. Güvenin olmadığı, belirsizliklerle dolu bir dünyaya ahlaki umutları yerleştirme şansı da kalmaz. Bugün “Niçin ahlaklı olmalıyım?” sorusu birçok insanın zihninde baş göstermişse, ahlaki tutumların sonunun geldiğinin de bir göstergesidir. Zira ahlaklılık bir ihtiyaçtan kaynaklanmaz, insanın doğuştan bir tezahürüdür. İhtiyaçtan kaynaklanan, onunla izah edilen eylemler, güdülü nitelikte olduklarından gerçek anlamda “ahlaki” olarak sınıflanamaz.
Ahlakla birlikte insan olmanın da sonuna gelindiğini düşünür Bauman ama umutsuz değildir. Ona göre belirsizlik, güvensizliğe ve ahlaksızlığa yol açmasının yanı sıra ahlakın yeşerip filizlenmesine de kapıyı aralar. İnsan, eninde sonunda insanlığına dönecek, yaşamın egemen ifadesi kendisini hissettirecektir. Dünya ve diğer insanlar, bizim dışımızda değillerdir. Biz henüz seçmeye başlamadan önce dünyanın içindeyizdir, dünyaya gömülmüşüzdür. Mutlaka zayıf, kırılgan, ıstırap içinde ve yardım talep eden insanların varlıklarından etkilenecek, yardım etmek, teselli etmek, tedavi etmek için harekete geçeceğizdir. Bu nedenle günümüzde etik buyruğun sessizliği hiç olmadığı kadar sağır edicidir.
İnsan ilişkilerinde yaşanan sorunların insanlığı tehdit ettiği bir dönemde buradan nasıl çıkış bulunabileceği konusunda birçok görüş öne sürülebilir. Nasıl aşktan, ahlaktan, insanlıktan yana kalınabileceği hakkında birçokları gibi biz de görüşler üretiyoruz.
Bu yazı boyunca içinizde arada bir yükselen sorunun artık cevap için sabırsızlandığını ben de fark ediyorum. Biraz da benim zihnimin hazırladığı bir tuzaktı aslında bu soruyu sizin ve benim zihnimde uyandıran. Bizi rahatsız edip duran, cevaba zorlayan soru şu: Sizin tüm bu anlattıklarınız, aşk ve ilişkilerde yaşanan ve düşünürlerin şiddetle eleştirdiği olumsuzluklar, bizden ziyade Batı için geçerli değil mi? Bize hep Batı’dan gelmedi mi? Bizim İslam kültürümüz, her alanda olduğu gibi aşk ve ilişkiler alanında da hakikati temsil etmiyor mu? İslam kültür dairesinden çıkmamış olsaydık tüm bu sorunlardan kurtulmuş olmayacak mıydık?
İslam’a benim de bakışımı belirleyen bir inanç sistemi olarak bir diyeceğim yok ama itiraf etmeliyim ki, yaşadığımız kültür dairesi aşk ve kadın-erkek ilişkileri konusunda eleştiriden münezzeh değil. Hem bir yanımızla Giddens’ın anlattığı modern toplum olmaya doğru hızla yol alıyor Bauman’ın eleştirdikleri tüm görüntüler burada da ayniyle vaki hale geliyor hem de modernleşemeyen geleneksel yanlarımız birçok eleştiriyi hak ediyor. Batılıların hiç değilse Bauman gibi eleştirel düşünürleri var, geleneksel olumsuzluklar konusunda bizim muhafazakar aydınımız ise anlaşılması zor bir aymazlığa batmış durumda. Nasıl Antony Giddens modernliğin sıkıntılarını daha da modernleşip demokrasiyi cinsellik ve ilişkiler alanına yaymakla aşılabileceğini düşünüyorsa bizim muhafazakar aydınlarımız da başlarına musallat olan derdin Batı’dan geldiğini, daha fazla geleneğe sarılarak bu beladan kurtulabileceğimizi tekrar tekrar söylemekten başka bir şey yapmıyorlar. Benim (biraz tarafsız bir gözle bakıldığında bile hemen görülüverecek olan) ülkemizde cinsellik, din anlayışı ve töre anlamında gördüklerimi görmezden geliyorlar.
Cinsellik, din anlayışı ve töre, insanın insanlığını icra ederken kendisini içinde bulduğu varlık alanlarıdır. Cinsellik, doğrudan doğruya insanın biyolojik varlığıyla ilgiliyken, diğerleri onun toplumsal varlığından köken alır; bu nedenle cinsellik içerden, din anlayışı ve töre ise dışarıdan gelen durumlar olarak yaşanır diye bir genelleme yapmak mümkündür. Din anlayışı ve töre, birbirinin oluşumuna katkıda bulunsalar da bir ve aynı şeyler değillerdir. Törenin sosyoekonomik yapıdaki egemenlik ilişkileriyle bağlantısı çok daha belirgin, olduğundan değişime daha dirençli olduğu söylenebilir.
Din anlayışı ve törenin cinsellikle ilgili toplumsal yargıların oluşumunda oynadıkları rol hakkında sosyal bilimler değişik bakış açıları sunuyor. Biz ruh sağlığı profesyonelleri de insanların iç dünyalarına yaptığımız yolculukta, sosyal bilimcilerin kolayca giremeyecekleri, ancak doğrudan doğruya klinik gözlem ile saptanması mümkün olan şeyler görüyoruz. “Nasıl oluyor da bu dinsel ve töresel kuşatmaya rağmen genelevler, pavyonlar en tutucu kentlerimizde açılabiliyor?” ya da “Homoseksüaliteye homofobiyi bile aşan boyutlarda tepki veren, sevmediği futbol hakemine bile “..ne!” diye bağıran insanlarımız neden karşı-cins rollerini abartılı biçimde sergileyen sözüm ona sanatçıları bağrına basıyor?” gibi çok zor sorulara bizim saptamalarımızla cevap vermek biraz olsun kolaylaşıyor. Onun için kendi akademik araştırma alanlarından başımızı kaldırıp karşınıza geliyor, konuşuyor, sabrınıza sığınıyoruz.
Evet, İslam kültür dairesi yaşayan ülkelerde de, ülkemizde de kadın-erkek ilişkileri, aşk ve mahremiyet alanlarında dev sorunlar var. Kimse, özellikle aydınlar kafalarını kuma gömmemeli ve elinden geldiğince sorunları ortaya koymaya, çözümler üretmeye çalışmalı. İnsan ilişkilerinde, yakın duygusal ilişkilerde sorun varsa, mutlaka en insani özelliğimiz olan ahlaktan başlamak gerekir işe. O yüzden bakışlarımızı ilişkilerden ahlaka doğru çeviriyoruz. Katı bir ahlakçılıkla sorunların çözüleceğine dair inancımız nedeniyle olmayacak bu yolculuğumuz. Katı bir ahlakçılığın bırakın sorunları çözmeye, birçok yeni soruna kaynaklık edeceğini düşünüyoruz. Hele hele bizim gibi daha sorunların üstündeki perdeyi açmaya cesaret edebilen aydınların olmadığı kültürlerde katı bir ahlakçılık, gerçeklerin ortaya çıkmasının önünde de engeldir. Bizim ahlaka gidişimizin nedenleri farklı. Ahlaka yüklediğimiz devrimci işlevi anlatabilirsek, neden ahlaka gittiğimiz de aşikar hale gelmiş olacak.
KAYNAKÇA
Ballard, J. G. (2004). Çarpışma. Nurgül Demirdöven (Çev.). İstanbul: Ayrıntı.
Baudrillard, J. ( 2003). Simulakrlar ve Simulasyon. Oğuz Adanır (Çev.). Ankara: Doğu-Batı.
Bauman, Z. (2012). Akışkan Aşk. Işık Ergüden (Çev.). İstanbul: Versus.
Giddens, E. (2010). Mahremiyetin Dönüşümü: Modern Toplumlarda Cinsellik, Aşk ve Erotizm. İdris Şahin (Çev.). İstanbul: Ayrıntı.
Giddens, E. (2012). Modernliğin Sonuçları. Ersin Kuşdil (Çev.). İstanbul: Ayrıntı.
Göka, E. (2010). Aşk Her Şeyi Affederse: Teknomedyatik Dünyada Aşk ve Ahlak. AIDS ve 3G Günlerinde Aşk ve İlişkiler (s. 11-147). İstanbul: Timaş.
Göka E. (2008). Hayata ve Aşka. Aşkın Eski Zamanlarda Yaşananı mı, Zamanesi mi Makbul? (s.162-177). Ankara: Aşina Kitaplar.
Henry, M. (1996). Barbarlık. Işık Ergüden (Çev.). İstanbul: Ayrıntı.
May, R. (2010). Aşk ve İrade. Yudit Namer (Çev.). İstanbul: Okuyan Us.
Sigusch, V. (1998). The Neosexual Revolution. Archives of Sexual Behaviour, 4, 331-359.
Dipnot: Ayrıntı Yayınları’nda çıkan, Zülküf Kara’nın derlediği “Bauman Sosyolojisi” kitabında yer alan bu yazı, Erol Göka’nın “Aşk Her Şeyi Affederse: Teknomedyatik Dünyada Aşk ve Ahlak” (Timaş Yayınları, İstanbul, 2010) kitabında yer alan “AIDS ve 3G Günlerinde Aşk ve İlişkiler” (s.11-147) adlı makale esas alınarak düzenlemiştir.