Bu ne dünya kardeşim!
Yaşadığımız zamanlar ve dünya, her yönüyle ilginç. Beşeri bilimciler, düşünürler, insanlığın bu ilginç devrini tanımlamak için değişik adlar veriyorlar. Ben “teknomedyatik dünya” demeyi yeğliyorum. Teknoloji, özellikle kitle iletişim teknolojileri ve oluşturdukları ortam, ev-içi yaşantımızdan zihniyet yapımıza kadar her şeyi kuşatıp belirliyor. Tavır almak, bir tuhaflık olduğunu söylemek, yadırgamak elbette mümkün ama kaçıp kurtulmak imkânsız…
Teknomedyatik dünyanın belirleyici özelliği, sunilik… “Suni” derken insanın bir hüner ve maharetle, tabiatı değiştirerek sergilediği kültür ve sanat eserlerini kastetmiyorum. Bir gül resmiyle hakiki gül arasındaki bağlantı hep var ama gülü aynen taklit eden bir naylon gül tamamen suni… Lakin “sahte”, “taklit” gibi kelimeler de teknolojik suniliğin ırasını, özünü anlatmak için yetmiyor. Sunilikten, taklitten ziyade, şeylerin ve ilişkilerin yaratılışla, sahicilikle, hasbilikle bağlarının tamamen kopmasını, benzer ama tamamen başka bir şey ortaya çıkmasını anlıyoruz. Suni olan, gerçek olmasına gerçek ama hakiki değil. Modern teknoloji, doğrudan doğruya şeylere ve ilişkilere yaratılıştan olmayan nitelikler katıyor, onlara yapıca farklı bir muhteva veriyor. Hakikat, gerçekten kopuyor ve sunilik, kendisine özerk bir alan açıyor; gerçekler içinde bir gerçek olarak dünyaya, hayatlarımıza yerleşiyor…
Teknomedyatik dünyanın sunilik özelliği, medya için de geçerli. Sanallık, suniliğin çok ileri bir şekli… Medya, medium’un çoğulu. Medium, insanın başka insanlara olayları, duygularını ve düşüncelerini ilettiği vasat… Her medeniyetin, hatta kültürün bir medyası var. Modern olmayan zamanlarda da insanlar, bir medyaya sahiptiler ama onların medyası, insanlar arası bağlamla, hayat bilgisiyle yakından alakalıydı, nispeten dolaysız bir iletişime dayanıyordu. Suni değildi…
Modern medya, insanlar arası iletişime doğrudan teknolojik bir müdahale yoluyla var oldu ve tabiatı gereği teknolojik müdahalenin dolayımını (mediation) yani suniliği barındırıyor. İnsani bağlamlardan kopmakla kalmadı, tüm sunilikler gibi özerkleşti de… Modern medyanın her türü, telgraf, telefon, gazete, dergi, kitap, fotoğraf, film, televizyon, bilgisayar vs. dolaysız iletişimi değiştiriyor. O denli değiştiriyor ki, insanlar artık gerçek iletişimi modern medyatik iletişim sanıyorlar ve zaten insan algılamalarının aldığı yeni biçimle, başka türlüsü de mümkün değil. Yalnızca medyatik iletişimi gerçek iletişim, medyatik bilgiyi gerçek bilgi sanmakla kalsak iyi. Medya, ilişki biçimlerimizi, zihniyet dünyamızı, hakikat tasavvurlarımızı da biçimlendiriyor.
Tarımsal teknoloji, derdimizi daha kolay anlatmamıza vesile olabilir. “Dünyanın eski tadı yok sözü” önceleri ruh halimizi anlatan bir sözdü. Şimdi tamamen gerçek oldu. (Biyolojiyi, genetiği değiştirme teknolojileri giderek hâkim oluyor, 50 yıldır “sosyobiyoloji”den bahsederdik şimdi “biyososyoloji”den bahsetmeye başladık ama durun kafamızı daha fazla karıştırmadan sadece tarımsal teknolojilerle yetinelim.) Evet, genetiği değişmiş ürünler yüzünden yediklerimizin tadı değişiyor. Aynı şekilde teknomedyatik dünyanın suniliği de, duyularımızı, algılarımızı, kendi prizmasından geçirerek yeniden biçimliyor. Nasıl gübrelenmiş, hormonlanmış bir meyvenin hakiki usaresi, bir müdahalenin sonucunda, bir değişikliğe uğramışsa, teknomedyatik dünyanın suniliği de, algı sistemlerimizin işleyişini değiştiriyor.
“Kültür” insanın ikinci tabiatı diye de tanımlanır, zihniyetimizi, psikolojimizi kültürün belirlediği anlatılamaya çalışılır. Teknomedyatik dünyada oluşan bu suni kültür de bizim ikinci tabiatımızı oluşturuyor; iç-dünyamızı, zihinlerimizi formatlıyor. Artık “yeni denizin balıklarıyız”. Derya içre olup deryayı bilmeyen balıklarız üstelik…
Tüm bunlar sadece kötü mü, onu tartışmıyorum. Teknomedyatik dünya sayesinde ömrümüzün uzamasının, dünyanın köye dönüşmesinin, hız ve hazzın aldığı yeni biçimlerin getirdiği imkânları ele almıyorum. Sadece durum tespiti yapmaya, yeni bir dünyada yaşadığımızı söylemeye çalışıyorum. “İçine gark olduğumuz bu denizi ve bizi nasıl değiştirdiğini bilip anlamak zorundayız” diyorum.
Sevgili Yusuf Kaplan, haklı olarak medyayı nükleer silahlardan bile daha tehlikeli görüyor, ona karşı savaş açıyor. Benim dilim onunki kadar savaşçı değil ama işaret ettiğim durum onun belirlediklerinin çok daha ötesine uzanıyor. Sadece lanetli manipülasyonları, algı yönetimiyle değil medyanın kendisiyle derdimiz olması gerektiğini söylüyorum.
Böyle bir dünyada siyasetimizi neyin üzerine kurmalı, kendi medeniyet değerlerimizi nereye, nasıl konumlandırmalıyız? Teknomedyatik dünyayı tümüyle eleştiri süzgecinden geçirmeli miyiz yoksa ideolojik bakımdan ortaklaştığımız insanlarla “kendi medyamız”ı oluşturmakla mı yetinmeliyiz? Akif Emre kardeşim, müthiş kavrayışıyla, dinde iki farklı profanlaşmadan söz ediyor ama hepsi bu kadar mı, değişimden hiç payını almamış üçüncü bir alan var mı? gibi birçok soru dolanıyor kafamda…
Kaynak: Yeni Şafak