Büyük deveran ve umut
Genel olarak “anlam”, özel olarak “hayatın anlamı” konusu, modern psikolojik bakışın sessiz (çaresiz mi demeliydim) kaldığı noktalardan birisi. Alfred Adler ve Viktor Frankl gibi anlam konusunu önemseyenler varsa da “anlamsızlık” olağan kabul ediliyor. Freud, hayatın anlamını soran hastadır diyor mesela. Yatıp kalkıp “hayatın anlamı”nı soran birisinde maraz aramakta haklı lakin onun bu sözü söylemekten muradı, asıl derdi, hayatın anlamının kendisiyle. Öyle bir anlam olduğuna inanmıyor.
Aynı şekilde Irvin Yalom da insanın temel varoluşsal açmazları arasında ölüm, özgürlük, yalnızlık ile birlikte anlamsızlığı da sayıyor, anlamsızlığı olağan görüyor, meşrulaştırıyor. Anlamsızlık krizlerinin ergenlikteki kimlik arayışı, depresyon gibi hallerde, hayat programında savrulmalara yol açan keskin viraj alışlarda gündeme gelen arızi, ancak uzun sürmesi halinde marazi bir durum olduğunu anla(ya)mıyor.
Bir geleneğin, bir dilin yani bir anlam ağının içine doğuyoruz ama bu görmezden geliniyor. “Kültür” basit bir çevresel eklenti sanılıyor. Modern bakış, bir yandan insan zihnini ve varoluşunu boş beyaz bir sayfaya benzetiyor, insanın anlam ve değer dünyasını sıfırdan, kendi başına inşa etmesini bekliyor ama bir yandan da iradesini iptal ederek insanı bir ihtiyaç ve arzu yumağı gibi görüyor. “İrade”, psikolojiyi değil teolojiyi ilgilendiren bir hususiyet olarak değerlendiriliyor. Kimse, “iyi ama bu durumda, insan dediğiniz varlık hangi yetilerini harekete geçirerek kendisine bir anlam ve amaç inşa edecek?” diye sormuyor.
Oysa insanın dili bilmesi, şeylere bir ad verebilmesi hasebiyle en niteleyici özelliği, anlam üreticisi olması… Öğrendiğimiz her kelimeyle, hatta sözlü-sözsüz her iletişim anıyla birlikte bir anlam denizinin içinde yüzüyoruz. Hayali’nin “ol mâhiler ki derya içredir, deryayı bilmezler” dizesi boşa söylenmemiş. Nasıl iki gözümüz, iki ayağımız varsa anlam üreticisi olmamız da varoluşsal bir özelliğimiz… Hep anlamın içindeyiz, sadece kendi dışımızdaki şeylere değil kendimize de bir anlam veriyoruz. “Bir ben vardır bende benden içeri” sözü ile kast edilen biraz da bu kendimizi dahi anlam içinde seyretme halimiz.
Çok uygun bulduğum bir hastalık tarifi var. “Hastalık, insanın bedenini hissetmesidir” diyor. Çok doğru. Zira sağlıklı beden kendisini hiçbir şekilde hissettirmez, tıkır tıkır, hiç sezdirmeden çalışır. Olağan durumda, hiç hayatın anlamını sormadan yaşayıp gitmemiz de buna benzer. Sağlıklı işleyen psikolojiler hiç belli etmeden, durmaksızın anlam üretir ve biz de hayata bir yerinden tutunarak, bütün bunların anlamı ne diye sormadan yaşar gideriz. Hayata neresinden tutunmuşsak anlam tam da orada, tutunduğumuz yerdedir. Hayat mücadelesinde tutunduğumuz yer değiştikçe hayatın anlamı günden güne saatten saate bile değişebilir. İnsanın anlam arzusudur değişmez olan. Anlam hayatta tutunduğumuz yere, üstlendiğimiz ödev ve misyona göre mütemadiyen yer değiştirir. İnsanın hep bir gailesi, derdi, umuru vardır.
Tıpkı aslında “boş zaman” diye bir şey olmaması, kendi zamanımızı bizzat bizim boşaltmamız ve boş zamanın vakumunu içimize doluveren can sıkıntısıyla hissetmemiz gibidir anlamsızlık. Anlam denizinin kıyılarına geliriz bazen, ayağımızın altında kayıveren kumları hissederiz. Ürettiğimiz anlam yetmez, günlük maişet derdiyle uğraşmak bizi kesmez olur. Olağan hayata verdiğimiz anlamlar, birden süflileşir, kendi kendimize pek banal geliriz. Arada bir sudan balığın başını çıkarması gibi biz de anlam denizinin dışına düşeriz, “Burada ne işim var?”, “Niye tüm bunlar benim başıma geldi?” ve hatta “Ben kimim, kendi dileğimle mi ben oldum?” gibi garip sorular sorarken buluruz kendimizi. Ama bu hallerimiz esasa taalluk etmez, istisnaidir. Sıkça olmuyor, uzun sürmüyorsa bu anlar birer silkiniş, uyanış fırsatı olabilir.
Silkiniş ve uyanış fırsatı diyorum zira insan olmanın potansiyelleri gündelik maişet motorunu ömrü süresince çalıştırıp vakit tamam olduğunda “elveda” demekle sınırlı değildir. Evet, hayat bir anlamda sadece bizim ömrümüzle mukayyettir. Tek tek canlıların hayatına “bios” deniyor ama bir de bizim ancak zerresi olduğumuz büyük hayat, büyük deveran yani “zoe” var. İşte insan, şeylere ad vermesi, dili bilmesi hususiyeti sayesinde bu büyük hayata da bir anlam verebilir. Bu büyük deveranın içinde ne işi olduğunu, vazifesini keşfedebilir. Aklının bir kısmını gündelik maişetten kurtarır, manevi arayışlar ve hikmet için ayırabilir. O yüzden eskiler, insan aklını “aklı maaş”, “aklı maad” diye ikiye ayırırlar. Kutadgu Bilig’te Yusuf Has Hacip’in insanlığı “yalnguk” ve “kişi” olmak üzere ikie ayırması bundandır. “Yalnguk” yani hata ve gaflet içindeki insan hizmet ve ilim öğrenmek yoluyla bey ya da bilge “kişi” olabilir. Kişi olmanın tadı alındıkta, insanın içindeki umut, yatay seyretmeyi bırakır, yücelere yönelir.
Kaynak: Yeni Şafak