Buzdolabındaki çözüm süreci
Çözüm Süreci’ne giden yolu dinamitleyen, aşımızı zehirleyen asıl anlayış, örgütün kendisiyle devleti eşitleyen, kendisini Kürtlerin, devleti ise Türklerin temsilcisi olarak gören bakışıydı. Bu sakat bakış, kimi Sol ve liberal çevrelere de yayıldı, 7 Haziran seçimleriyle birlikte laikçi kesimlerce de paylaşılmaya başlandı. Böyle bir bakışla ne etnik meseleyi ne de etnik kökenli terör hadisesini bırakın çözmeyi, anlama şansınız bile olmaz, olamaz. Örgütü ve devleti aynı töze sahip, birisi güçlü diğeri zayıf olsa da müzakere düzeyinde eşit varlıklar olarak gören bu bakış sahibinin, Çözüm Süreci’ni samimiyetle inanması, bu uğurda çaba göstermesi mümkün değil. Sadece ve sadece terörü meşrulaştırmaya yarayan bu bakışları nedeniyle Çözüm Süreci’ni, düşmandan olabildiğince fazla kıl koparmak için zaman kazanma, uluslararası arenada kendilerini gerçek barış havarisiymiş gibi sunan bir yalan diplomasisi yürütme imkânı olarak gördüler. Şartlar, daha elverişli olduğunda tekrar çatışma günlerine döneriz, “işgalci” ve her kötülüğün kaynağı olan devleti yine savaşın müsebbibi gösteririz diye düşündüler.
Hazır “uluslararası arena” demişken, Çözüm Süreci’ aleyhine işleyen bir diğer temel etkeni de belirtmeliyiz. Bu etken, sürecin iç değil, dış dinamikler esas alınarak yürütülmesi gerektiğine dair inanç. Kandil başta olmak üzere, örgüte selam çakan, ondan medet uman tüm çevreler bu inançtalar. Her aşamada böyle fikirler dillendirdiler, hatta Kandil sözcüleri, bir dönem epeyce öne çıkan “İzleme Heyeti”nin yabancı güçler tarafından kurulması gerektiği kanaatindeydi. Şimdi de fikirlerinde bir değişiklik yok; değişen sadece güne uygun, tahrifatçı, menfaatçi söylem. İşte, KCK adına konuşan Zübeyir Aydar’ın söyledikleri:
“Biz ABD kongresinden ve Beyaz Saray’dan Kürt meselesinde çözüm için barışı ön plana çıkaran bir rol oynamalarını istiyoruz. ‘Biz Türkiye’nin dostuyuz, NATO müttefikimizdir’ demesi yetmiyor. Şu anda yaşanan çatışmalar Kürtler ile Türkiye’nin çatışması değildir. Bu çatışmaya ihtiyaç yok, barışa ihtiyaç vardır. Tayyip Erdoğan erken seçim için bu çatışmaları çıkarıyor. Amerika’nın bu gerçeği görmesini istiyoruz. Amerika nasıl Türkler ile diyalog kuruyorsa, bu diyalogları Kürtler ile de kurmasını istiyoruz. Biz ile Türkiye’yi bir masa etrafında yan yana getirmelidirler. Bununla birlikte IŞİD ile savaşta daha büyük rol oynarız. Amerika’nın bunu sağlama imkânları vardır.”
HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş’ın, geçenlerde Brüksel’de, Ankara’ya baskı yapılması çağrısında bulunması da bu anlayışın gereğiydi. NATO’yu Kuzey Irak’taki PKK hedeflerine yönelik Türk operasyonlarına karşı belirgin bir konum almaya çağıran Demirtaş, yaşananın adil olmayan ve dayanağı bulunmayan bir savaş olduğunu söylüyor. AB’nin ateşkes ve müzakerelerin yeniden başlaması için devreye girmesini istiyor, gelecekte müzakerelere tarafsız bir gözlemcinin de dâhil olması gerektiğini belirterek, bu rolü AB’nin ya da başka bir kurumun üstlenebileceğini kaydediyor.
Bu sözler, şüphesiz yalnızca ajit-prop amaçlı; dikkate alınacak bir yanı olmadığı gibi süreci tahlil etmekten de çok uzak, ezber ifadeler. “Siz kim adına konuşuyorsunuz?”, “Gönlünüzden geçen ‘adil savaş’ neme nem bir şeydir?” diye sormamak ise oradaki gazetecilerin bilecekleri iş. Ama bu sözler, niye Çözüm Süreci’nin yürümediğiyle ilgili tespitimize sağlam birer kanıt niteliğinde. Örgüt ve destekçileri, onu devlete eşit bir varlık olarak görmelerinin yanında, sorunun biri faal diğeri müstakbel iki devlet arasında olduğu kanaatindeler. İki farklı devlet arasındaki sorun da elbette uluslararası güçlerin devreye girmesiyle çözülür diye düşünüyorlar. Kendi durumlarını anlatırken hep Filistin’den örnek vermeleri de bu yüzden. Bu bakışla çözüme doğru yürünmesine imkân ve ihtimal yok.
Vatanımız, en temel ortak değerimizdir. Tüm işleyişine itiraz edebiliriz, baştan sonra değiştirmek isteyebiliriz ama devletimiz de bir etnisitenin, bir sınıfın baskı aracı değil ortak aklımızın, ortak tarihsel çabamızın tezahürü olarak görülmek mecburiyetinde. Vatan ve devlet konularında fikir birliğimiz olursa meseleyi çözmek çok daha kolay. Öyle sanıyorum ki, süreci başlatan Nevruz Bildirisi’nden maksat da, ortak değerlerimizin altının çizilmesiydi. Ama görünen o ki, “aracılar” ve Kandil ortak değerleri haiz değiller, süreci yürütmeye çalışmaktan daha ziyade bozma gayretindeler. Şüphesiz vatan ve devlet konularında fikir birliği olmasa bile kanın durması adına riskler almak icap eder. Bu farklı prosedürlerin işleyeceği, şimdikiyle karıştırılmaması gereken bambaşka bir konu. Gelinen noktada, bu şekilde yol alınırsa Çözüm Süreci’nin çatışma zamanlarından pek farklı olmayacağı anlaşılmış durumda. Devlet ve Hükümet sözcülerinin söylediklerine bakılırsa, henüz vatan ve devlet değerlerinde ortaklaşacak muhataplar bulabileceğinden umudu kesmiş değiller.
Çözüm Süreci’ni tıpkı Nevruz Bildirisi’ndeki aslına uygun olarak düşünmeye çalışan, Türklerin ve Kürtlerin demokratik bir ülkede özgürce ve kardeşçe yaşamasını isteyen, Kürt meselesinin çözümünü demokrasinin güçlenmesinde arayan, yerli bir bakışla, buralı ve bizden biri gibi kavrayan, örgütü silah bırakmaya ikna gücü ve yeteneği olan HDP’lilerin olduğu muhakkak. İstenen, artık onların sahne alması… Bakalım başarabilinecek mi?
Kaynak: Yeni Şafak