Çocukları ve gençleri akıllı aygıtların esaretinden korumak için çare yasaklamak mı?
Gençleri ve çocukları ellerindeki akıllı aygıtlar nedeniyle endişe verici bir gelecek bekliyor, ama yasaklar ve kısıtlayıcı tutumlar ne kadar kurtarıcı olabilir? Onları bu esaretten kurtarmak için ne yapmamız gerekiyor?
Yapay zekâda ortaya çıkan yeni modelle (CPT-40) birlikte neler yapılabileceğiyle ilgili artık sık sık duymaya başladığımız bir haber üzerine, Prof. Deniz Ülke Arıboğan X hesabında şöyle yazmıştı:
“Yapay zekâdaki gelişim hızı inanılmaz bir noktaya erişti. Bildiğimiz, deneyimlediğimiz, yaşadığımız her şey yıkıcı bir dönüşüm baskısıyla karşı karşıya. Ya adapte oluruz ya yok oluruz.
Biz hâlâ eğitim müfredatındaki yeni düzenlemenin (nasıl bir yenilikse artık) yenilik olduğunu sanıyoruz. Allah aşkına, çocuklarımız torunlarımız için geleceğin nasıl geldiğini irileri eğitim müfredatını sil baştan yapılandırsın. Sadece eğitimciler değil, eğitim sektörünün dışından gelen teknolojistlerin, fütürist yatırımlara yönelen iş dünyasının, pedagog ve psikologların, sanat ve spor çevrelerinden gelen vizyonerlerin ve sistemin geleneksel aktörlerinin de içinde olduğu bir konsorsiyum kurulsun. Eğitim alanını dünyadaki gelişmeleri gören, bilen ve hayal edebilen birileri yapılandırsın. Ne yüksek öğrenimde ne ilköğretim ve lise alanında durumu doğru düzgün anlayan birileri var. Konu, bırakın ahlak, din kültürü, yabancı dil eğitimini matematik fizik gibi alanları da aşıyor. Yeni bir insan uygarlığı inşa ediliyor. Yapay zekâ bildiğimiz meslekleri, yetenekleri, iş kollarını yıkıcı bir biçimde hayatımıza giriyor. Herkesi bu gelen dalgayı öğrenmeye, anlamaya, kullanmaya ve parçası olmaya yönelik bir çabaya davet ediyorum.”
Ben de bunun üzerine şunları söyledim:
“Yıllardır teknomedyatik dünyanın halleri, özellikle çocuklarımızın ve gençlerimizin akıllı aygıtların elindeki tutsaklığının yol açtığı sorunlar, bilişim teknolojilerinin erkekliği nasıl sabote ettiği üzerine kafa yoruyorum. İnsanlar haklı olarak ‘Peki ne yapalım, çare nedir?’ diye soruyorlar. Ben yasaklarla, görmezden gelerek, kayıtsız kalarak bu yenidünya ile baş edebileceğimize inanmıyorum. Tam tersine ‘mademki yeni denizin balıklarıyız, denizi en iyi biçimde öğrenelim, faydalarını ve zararlarını idrak edelim’ diye düşünüyorum. Yani Deniz Ülke Hoca ile aynı fikirdeyim. Aksi halde bu denizin ortasında cascavlak kalakalacağız. Buradan nasıl çıkacağımızı düşünecek fırsatımız bile olmayacak!..”
Bu görüşleri bir kez de beni gençlerimizin son dönemde sergiledikleri hallerle ilgili endişeli yazılarımdan tanıyan okuyucularımızın huzurunda, biraz ayrıntılı olarak ele almak istiyorum.
Öyle ya daha son yazımı, her ne kadar katılıp katılmadığımı açıkça belirtmesem de kıymetli meslektaşım Dr. Mustafa Merter’in çocukların ve gençlerin “Matrix sendromu” adını verdiği internet bağımlılığından kurtulması için yaptığı şu önerilerle bitirmiştim:
“Öncelikle bu durumun küresel boyutlarda bir hastalığa doğru gittiği kabul edilmeli ve hastalık ölçütleri tanımlanmalı. Bizde de tıpkı ABD’de olduğu gibi ergenlerden başlayarak depresyon, kaygı, narsisizm, bağımlılık gibi belirtiler alan taramaları vasıtasıyla ölçülmeli ve veri bankalarında toplanarak meta analizleri yapılmalı. Sadece bugünün analiziyle yetinmeyip geleceğe dönük davranış tahminleri yapan araştırma kuruluşları olmalı. Eğitim sistemi yeniden yapılandırılmalı, Matrix ile bağlantı asgari düzeye indirilmeli, çocukların, ergenlerin bulunduğu okullar, yatılı bölümler gerekirse yayın bozucu jammer’larla koruma altına alınmalı. Kişisel ekran zamanı otomatik olarak ölçülmeli, tehlike sınırına geldiğinde kişiler uyarılmalı… Sanal temasın tıpkı alkol gibi insanın aklını ve daha da önemlisi kalbini örttüğü gerçeğinin anlaşılması için elden ne geliyorsa yapılmalı. İnsanları Matrix’e sokmanın sosyopolitik bir proje olduğundan hareketle bir ‘Matrix Araştırma Enstitüsü’ kurulmalı, milli arama motoru ve filtre sistemleri gibi karşı tedbirler geliştirilmeli…”
Artık sıra benim buradan çıkış yolu olarak ne yapmamız gerektiğiyle ilgili fikirlerime geldi. Anlatmaya çalışayım.
Kaygı verici gelecek
Öncelikle tekrar belirtelim: Gençlerimizin akıllı aygıtların elinde yaşadıkları tutsaklığın insanlığın geleceği adına kaygı verici birçok duruma yol açtığı çok kesin…
Kimileri, kısık sesle de olsa buna itiraz etmeye çalışıyorlar. 12 ila 27 yaş arasındaki gençlerin yaklaşık beşte dördünün gelişmekte olan ekonomilerde yaşadıklarını ve oralarda hiç de kötü durumda olmadıklarını, ebeveynlerine kıyasla çok daha iyi durumda, daha zengin, daha sağlıklı ve daha eğitimli, gelecek hakkında daha iyimser olduklarını söylüyorlar. Zengin ülkelerde de yeni neslin artık giderek yönetimlere yerleşmeye ve kendi nesillerini anlamaya başladıklarından bahisle endişeye mahal bulunmadığını belirtiyorlar. Ama kazın ayağı pek öyle değil, bu söylediklerine kendilerinin bile inandıklarını sanmıyorum… Onların “Şu anda genç olan nesil eninde sonunda büyüyecek, iş edinecek, ilişkiler kuracak ve çocuk sahibi olacak. Hayat devam ediyor. Eğer geçmiş bir yol göstericiyse, gençleri suçlayan makaleler ve kitaplar yazılmaya devam edecektir. 1930’larda da 1960’larda da 2000’lerde de gençler, tıpkı Eski Yunan’da olduğu gibi kamu düzeni için tehdit olarak görülüyordu” tarzındaki sözleri de endişelerimizi ortadan kaldırmak için asla yeterli gerekçe oluşturmuyor.
Dijitale batmamış son nesil
Elbette doğru: Dijitalin içine doğan çocuklar son 15 yıldır dijital yerliler olarak ev sahibi konumdalar. Dijital göçebeler olan ebeveynleri ve bizler, onların kavradığı birçok gerçeği henüz idrak edebilmiş değiliz. Tamam ama bunun endişelerimizi dile getirdiğimiz durumla doğrudan bir alakası bulunmuyor. Hatta şöyle düşünmek çok daha geçerli gibi görünüyor: Bizler yani bugünün yetişkinleri, sanal dünyaya boğazına kadar batmamış olan son nesiliz ve bizden sonra onları uyaranlar da kalmayacak. Dijital yerliler dediğimiz çocuklarımız ise kendi teknomedyatik dünyalarını ve o dünyada ürettikleri fikirleri, tasarıları, hayalleri şimdiye kadar yapılanların en iyisi sanacaklar…
Elbette doğru: Yenilik ve teknoloji korkusu, her büyük icadın ardından ortalığı sarmış, insanları ürkütmüştür. 50 Kilometre hızla giden ilk tren yapıldığında, insan bedeninin bu hıza katlanamayıp parçalanacağını söyleyenler, hala anlatılır durulur. Modernlikle birlikte ortaya çıkan tabiattaki tahribatın ve silahlanma ve nükleer teknolojilerin dünya siyasetini nasıl allak bulak ettiği bilinir. Yazılı ve görüntülü medyaya karşı akademide her zaman güçlü tepkiler olduğu da hafızamızdadır. Tüm bu gerilimli süreçlerden teknoloji galip çıkmıştır. Ama yenilik ve teknoloji korkusunu her türlü gelişme karşısında ileri sürmek, “korkmayın eskiden de öyle diyorlardı ama bir şey olmadı” diyerek, akıllı aygıtlara alışmayı ve düzgün kullanmayı emniyet kemerlerini kullanmayı zaman içinde öğrendiğimize benzetmeye kalkmak açıkça abesle iştigal. Dahası şöyle büyük bir tehlike ihtiva ediyor: Bilişim teknolojilerindeki bambaşkalığı ve inanılmaz değiştirici gücü görmezden gelmek, niyetimiz ne olursa olsun nihayetinde insanlığı geri-dönüşü olmayan bir yola teşvik etmek manası taşır. İnsanlığın internetle birlikte gelişen dijital dünyaya adapte olması, diğer birçok devrimsel dönüşüm sürecine kıyasla ışık hızında gerçekleşti. Bugün teknolojinin yenilenme hızı ışık hızı kavramını bile yetersiz kılıyor. Yapay zekâyla birlikte dünyada nelerin, ne kadar hızla değişeceğiyle ilgili bilgiler, akıllara durgunluk veriyor. İnsaf edin, bunları bile bile, teknoloji ve yenilik korkusuyla suçlanacağız diye susmayı mı tercih edelim?
Gençler: Vur abalıya
Elbette doğru: Eski Yunan’dan beri yetişkinler bir biçimde gençleri “vur abalıya” haline getirmeye çalışıyorlar. Şimdide “Bizim zamanımızda gençler ne kadar edepli, ahlaklıydı, çalışkan ve kadirşinastı oysa şimdikiler…” diye başlayan sözleri hep duyuyoruz. Gençliğimiz sırasında yetişkin olanlar da bizim hakkımızda böyle diyorlardı, onlara da onların büyükleri… Bu böyle devam edip gidiyor; nesiller değişse de gençlere “vur abalıya” tavrı göstermemiz değişmiyor. Gençlik dönemini bilmiyor, gençleri anlamıyoruz… Bu konularda benim de samimi fikirlerim böyledir, eyvallah! Bilen biliyor; yıllarca, meslek hayatım boyunca gençleri yetişkinlerin bu tür fikirlerine karşı savunmaya gayret ettim, “kuşak çatışması” kavramına karşı çıktım. Ama buna rağmen araştırmaların apaçık biçimde gösterdiği, akıllı aygıtların yaygınlaşmasından beri, yepyeni bir nesil ortaya çıktığı gerçeğini de reddetmiyorum; reddetmememiz gerektiğini söylüyorum.
Pardon, konuyu biraz dağıttım. Ama bunu bilerek yaptım.
Bazı zararlı içeriklerle, manipülasyonlarla karşılaşmaları; ders çalışmaya ya da uyumaya ayrılması gereken zamanı genellikle ekranda gezinerek harcamaları bir yana gençlerimiz psikososyal gelişimlerinde birçok sorunlar yaşıyorlar. Her geçen gün başta intihar, depresyon, anksiyete, dikkat eksikliği, otizm olmak üzere birçok psikiyatrik probleme yakalanma ihtimalleri artıyor. İşte çocuklarımız ve gençlerimizle ilgili bu gerçekler ortada dururken neler yapmamız gerektiğini konuşuyorduk. Yasakçı bir tutumla bu sorunların üstesinden gelmenin çare olup olmadığı gibi bıçak sırtı bir meselenin tam da orta yerindeydik. Ve ben bu meselelere epeydir kafa yoran ve son yazısında Dr. Mustafa Merter’in hayli yasakçı önerilerini hatırlatmış birisi olarak neden teknomedyatik dünyadaki ve özellikle yapay zekâdaki gelişmeler karşısında Deniz Ülke Arıboğan Hocanın gelişmelere yetişmeye çalışmak lazım fikrini desteklediğimi anlatmaya çalışıyordum.
“Herkesi bu gelen dalgayı öğrenmeye, anlamaya, kullanmaya ve parçası olmaya yönelik bir çabaya davet ediyorum” diyor Arıboğan Hoca. Haklı. Çünkü buradan kaçış yok; mademki yeni denizin balıklarıyız, burayı, burada yüzmeyi yaşamayı öğrenmek, her alanda adımlarımızı ona göre atmak durumundayız. Ama konuyu burada bırakmamalı, bunun yalnızca meselenin bir yanı olduğunu da bilmeli, bu yeni teknolojilerin yepyeni bir uygarlık kurarken, neleri elimizden aldığı, çocuklarımız, gençlerimizi nasıl tehlikelerle yüz yüze bıraktığı konusunda da temkinli ve tetikte olmalıyız. Paranoya düzeyine varan, en şüpheci teoriler de dâhil olmak üzere, aklımıza gelen her şeyi apaçık biçimde masaya yatırmalı, konuşup tartışmalıyız. Aklıselimin, sağduyunun kabul ettiği, ikna olduğumuz alanlarda yasaklayıcı, kısıtlayıcı önlemler almaktan da geri durmamalıyız. Zaten teknomedyanın dünyanın dorukta yaşandığı, bilişim teknolojilerindeki gelişmelerin hemen gündelik hayata yansıdığı ülkelerde de öyle yapılıyor. Akıllı aygıtların artık tartışılması abes olacak düzeyde ortaya konmuş olan zararlarına karşı çocukların ve gençlerin korunmaya çalışıldığı tedbirler alınıyor. Bu yüzden Amerika ve İngiltere’deki politikacılar belli yaşa kadar akıllı telefonları yasaklamayı ve 16 yaşından küçükler için sosyal medyayı kısıtlamayı düşünüyor. Ebeveynler ve okullar ise bir şekilde ekran süresini denetlemeye çalışıyor. Bunların tamamen doğru olduğunu, benzeri tedbirleri bizim de almamız gerektiğini düşünüyorum.
Bu fikirlerim şurada dursun. Benim asıl dile getirmek istediğim konu ise, yasakların ve kısıtlayıcı tutumların etkisinin çok ama çok sınırlı olacağını bilerek hareket etmemiz gerektiğini vurgulamaktır.
Alınması gereken asıl tedbirler, eleştirel bilincin yaygınlaşmasını sağlamak, akıllı aygıt kullanımının en akılcı yolunu insanların kendi kendilerine bulup uygulamasına yardımcı olmak şeklinde olmalıdır. Artık biliyoruz, gündelik hayatta ve eğitimde korumacı bir yaklaşımın etkisi bir yere kadardır. Onlarla yetinemeyiz; Paulo Freire’nin öncülüğünü yaptığı eleştirel pedagoji yaklaşımıyla çocukları iyi bir medya okuryazarı olarak yetiştirmek, kitle iletişim araçları konusunda eleştirel ve farkındalıklarla donatmak durumundayız. Daha da önemlisi, henüz sahih hayatın ve sanallığa batarak neler kaybettiğimizi bilen son nesil olarak bunları önce kendi yaşantımızda gerçekleştirmeli, çocuklarımıza ve gençlerimize onlardan daha gerçek, sahici ve güzel bir hayat yaşadığımızı ikna edici bir biçimde göstermeliyiz. Bakın anlatmalıyız demiyorum, göstermeliyiz diyorum. Çünkü genç insanlar söylenenlere değil gördüklerine inanırlar…
“Sadece bu akıllı aygıtlardan hayatı ve insan ilişkilerini anlamaya ve yürütmeye çalışmak neye benziyor biliyor musunuz arkadaşlar, iyi bir kitabı berbat bir tercümeden okumaya…” dediğimde, sahici, sahih, halis bir hayattan söz ettiğimde ne demek istediğimi en az benim kadar anlayan, idrak eden insanlara, çocuklarımız ve gençlerimiz için sahiden tasalanan, dertlenen merhametli yetişkinlere düşüyor asıl iş…
Kamuoyu araştırmaları, Batı’da giderek daha fazla sayıda insanın bugünün çocuklarının ebeveynlerinden daha kötü durumda olacağını düşündüğünü ortaya koyuyor. Hemen hepimiz, akıllı telefonların çocuklarımızı perişan ettiği ve onların bizden daha kötü hayatlar yaşayacakları kanaatindeyiz. Ekonomik koşullar da bu endişelerimizi iyice körüklüyor. Tamam, endişeliyiz ve endişelerimiz de haklıyız, ama bizim de birçok eleştirilecek yanımız var: Artık sızlanmayı bırakmak, dünkü cahil hallerimize, teknolojiden büyülenmiş bir vaziyette ve kolayımıza geldiği için bebek yaştan itibaren çocuklarımızın ellerine, içerikleri derinlemesine kavramaksızın dijital araçlar vermekten vazgeçmeli, onları canavarın elinden, Matrix sendromundan nasıl kurtaracağımız hakkında düşünmeye başlamalıyız. Bu düşüncelerimizi çocuklarımızla, gençlerimizle de tartışmalı, niye onların geleceği hakkında endişeli olduğumuzu anlatmaya çalışmalıyız. Bu tartışmaları sağlam bilgi zeminine oturtmalı, gençlerle konuşurken ciddi olmalı, onları ciddiye aldığımızı göstermeliyiz.
Gençlere karşı önyargılarımızı gözden geçirmeli gerçekle uyuşmayan fikirlerden bir an önce kurtulmaya çalışmalıyız. Mesela bakın, birçok yetişkin günümüzde genç suçluluğu, uyuşturucu ve çocuk hamileliği gibi tehditlerin arttığına inanıyor ama bunları destekleyecek veriler yok. Bunlar tamamen yetişkin önyargısı!… Özelikle Amerika’da ve batı dünyasında veriler çocuk suçları, uyuşturucu kullanımı ve ergen hamileliğinin gerilediğini gösteriyor. Gençler, gece geç saatlere kadar eğlenmeye, içki âlemlerine ve rastgele ilişkilere büyüklerinden daha az meyilliler. Daha “ciddi” bir görünüm içindeler ama aslında daha az sosyaller ve giderek daha fazla yalnızlaşıyorlar. Söylediklerimiz veriye, ispata dayalı olmalı, karşımızdaki gençlerin en tahammülsüz oldukları hususun önyargılar olduklarını bilerek konuşmalıyız.
Unutmamız gereken bir şey de gençlerimizin maalesef bir takım özelliklerinin çoktan değişmiş ve artık düzeltilmesinin çok zor olduğu, bunun için sabır gerektiğidir. Mesela artık genç kuşaklar beşeri bilimlere ilgi göstermiyorlar, daha ziyade bilim, mühendislik ve tıp diplomaları peşinde koşuyorlar. Gençler artık daha az çalışmak istiyorlar. Daha iyi bir fırsat bulduklarında mevcut işlerini hemen bırakabiliyor ya da işleri ağırdan alıp hayatın tadını çıkarmayı tercih ediyorlar. Patronlara ve yöneticilere onların alışık oldukları biçimde saygı göstermeye pek yanaşmıyorlar. İşe ve iş yerine bağlılıkları düşük ve ne yazık ki bizim sandığımız ve umduğumuz gibi girişimciliğe de pek ilgi göstermiyorlar. Günümüz gençleri maalesef daha az inovasyon üretiyor, patent başvurusunda bulunmuyorlar, şarkı bestelemiyor, şarkı sözü yazmıyorlar. Onların bu hallerini başlarına kakıp durmamalıyız. Ön yargılarımızdan kurtulmalı, bilgiyle, bilinçle, inançla, merhametle, onların anlayacağı dilden konuşarak ve onları severek işe koyulmalıyız.
Kaynak: fikirturu.com