Covıd19, evlerimiz ve “yeni normal”
Behçet Necatigil, Evler şiirinde şöyle diyor: “Evlerin içi devir devir değişti.” Sanırım o devirlerden birindeyiz Erol Hocam, peki evlerin içinde sizce son birkaç aydır ne değişti?
Şairin hissedip söylediğinden bambaşka zamanlar bu. Evlerimiz kendiliğinden, durup dururken değişmiyor. Tüm dünya alabora olurken, bizden evlere girmemiz ve orada kalmamız isteniyor. Biz de zaten böyle güvenli bir liman aramaya, sığınıp şu korona illetinden kurtulmaya can atıyoruz. Haydi ben de bir benzetme yapayım. Etienne de La Boétie’nin “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev”i var ya, bizimkisi de “gönüllü eve kapanış” bir bakıma. En azından çoğumuz için bu böyle… Halimizi buradan bakarak anlamaya çalışmalıyız. “Gönüllü eve kapanış”, hepimiz için “Ne güzel, önceleri tüm ev halkı bir araya gelemiyoruz, şimdi bize gün doğdu” anlamına gelmiyor. Ölmekten, hastalanmaktan, hastalığı yayma ihtimalimizden dolayı eve kapanmış durumdayız. Bu gerçeği görmeyen ya da inkardan gelen kimileri, bizi bu anlama zorluyorlar ama maalesef öyle değil. Biz gönüllü olarak eve kapandık yoksa ev içi hayat çok güzel olduğundan veya ev içi hayatı hep birlikte çok güzel hale getirme imkânı yakaladığımızdan onu seçmedik. Ev, her birimizi türlü çeşit dert ve sıkıntıdan kurtarmanın bir vasatı olarak algılandığı için buradayız. Bizi birleştiren en temel şey, bu algı. Korona zamanlarındayız ve bu zamanda muhtemel dertlerden, sıkıntılardan kurtulmanın en uygun vasatı ev… Bunu anlamazsak, eve önceki hayatımızda olmayan anlamlar atfedip kendimizi o anlamlardan nemalanmaya zorlarsak, sahiden zorlanırız, evlere sığmamaya başlarız. O yüzden bu zorunlu hali, ev ortamında mecburi hizmete geldiğimizi anlayalım ve buna göre bir yaşama planı çizelim demeliyiz.
Dünya, salgın hastalıklarla ilk defa karşılaşmıyor, ama bu çaplı bir salgınla ilk defa yüzleşiyor modern insan. Geçmiş ve bugün kıyasında salgın karşısındaki tavır farkını nasıl görüyorsunuz?
“Geçmiş” derken bilim ve teknolojinin, yönetme tekniklerinin, mahremiyetin ve kamusal hayatın bugünkünden tamamen farklı işlediği geleneksel toplumu kastettiğinizi anlıyorum ama “bugün” derken aynı şeyden bahsedip bahsetmediğimizden emin olamıyorum. Ben “bugün” dediğimde 18. Yüzyıldan 1980’lere kadar olan modernliğin üzerine binmiş, 1980 sonrası postmodern toplumunu kastediyorum.
Geveze Slavoj Zizek, pandemiyle ilgili kitabında “Elbette ‘bundan daha kötü şeyler oldu, orta çağdaki vebaları aklınıza getirin’ şeklinde bir teslimiyetle, ‘akıllıca’ tutum benimseyebiliriz – fakat bu karşılaştırmayı yapma ihtiyacını duymak bile çok şey anlatır. Kapıldığımız panik, ikiyüzlü biçimiyle bir nevi etik ilerlemenin sürüp gittiğine tanıklık etmektedir: Bizler vebaları kaderimiz saymaya artık hazır değiliz” diyor. Elbette geçmişin ve bugünün salgın haleti ruhiyeleri arasındaki fark bundan ibaret değil. Bugün sadece yeni bir insan manzarasıyla değil yepyeni bir dünya manzarasıyla da karşı karşıyayız. Küreselleşmiş zamanlarda artık her ana her yerdeki olaylardan haberdar olabiliyoruz. Sadece reel hayatlarımız değil bir de sanal boyutumuz var. Bugün anksiyete çağında, risk toplumu ve korku kültüründe yaşıyoruz. Ve tam da buradan, “çığ gibi üzerimize gelen dünya”dan bir çıkış ararken geldi korona pandemisi. Göçlerin, bölgesel savaşların, piyasadaki alt-üst oluşların tam ortasında zaten endişe içinde kıvranıp duruyorduk ve zaten uzunca bir zamandır AIDS, Domuz gribi, SARS gibi hastalık kaygıları yaşıyorduk. Endişe ve travma içindeyken, bunlara bir de korona günlerinin kaygısı ve travması eklendi. Derdimiz bir iken bin bir oldu.
Bu dönemde insanların izlediklerinde de bir değişme söz konusu; salgın konulu filmler ve dünyada geriye kalan birkaç insanın maceraları… Bunlar revaçta. Bu izlemelerdeki değişikliği sadece merakla mı açıklamalıyız sizce?
Bilmiyorum, öyle mi?… En azından benim çevremdeki insanlar böyle yapmıyorlar ama cevap vermeye çalışayım. İki nedeni olabilir: Birincisi, her zaman yaptığımız gibi pandemi sırasında da “bu yaşadıklarımızdan daha kötüsü de var” fikriyatını iç dünyamızda hâkim kılmaya çalışarak savunma hattımızı güçlendirmek. İkincisi, pandemi sırasında psikolojilerimize kene gibi yapışmış olan “belirsizlik endişesi”nden bir nebze olsun kurtulmaya çalışmak…
“Yeni normal”, “Yeni Dünya Düzeni” diye birkaç tanım belirdi hayatımızda. Siz bu tanımın insanlar arasında nasıl karşılanacağını düşünüyorsunuz?
“Yeni dünya düzeni” sözünü Irak’ın işgal yıllarından beri duyuyoruz. Yenilikler, özellikle Müslüman dünya için felaketler bir türlü bitmiyor ama nedense o “düzen” dedikleri şey de olamıyor. Özellikle ABD-Çin gerilimi eksenli yine büyük çatışmaların ve düzen arayışlarının olacağını tahmin etmek zor değil ama bu jeostratejik mevzulara dalmadan ben sorunuzun insani boyutuna yani “yeni normal”e gelmeye çalışayım.
“Yeni normal”in en trajik görünümlerini Giorgio Agamben’in, pandemi sırasında gördüğü manzaradan yola çıkarak yaptığı “Hayatta kalmaktan başka ahlaki değeri olmayan bir toplum” tanımıyla anlatmaya çalıştı. Şunları söyledi: “Ülkeyi felç eden panik dalgasının gösterdiği ilk şey toplumumuzun artık çıplak hayattan başka bir şeye inanmadığıdır. İtalyanların pratikte her şeyi, normal yaşam koşulları, sosyal ilişkiler, iş, hatta arkadaşlıklar, duygusal yakınlıklar ve dini- politik kanaatler, hastalanma tehlikesine feda etmeye hazır oldukları açıktır. Bu çıplak hayat ve onu kaybetme tehlikesi insanları birleştiren bir şey değil, onları kör eden ve ayıran bir şeydir. Diğer insanlar, Alessandro Manzoni’nin romanında anlatılan vebada olduğu gibi artık yalnızca ne pahasına olursa olsun kaçınması gereken ve kendini en az bir metre uzakta tutması gereken yayıcılar olarak görülüyor. Ölülerin -bizim ölülerimizin- cenaze hakkı yok ve sevdiklerimizin bedenlerine ne olacağı belli değil. Komşuluklarımız ortadan kaldırıldı ve kilisenin bu konuda sessiz kalması merak uyandırıcı. Bu şekilde yaşamayı alışkanlık haline getiren bir ülkede insan ilişkilerinin ne kadar süreceğini kim bilir? Ve hayatta kalmaktan başka ahlaki değeri olmayan bir toplum nedir?
Salgının net bir şekilde ortaya çıkmasına neden olan ve ilkinden daha az rahatsız edici olan diğer şey, hükümetlerin bizi bir süredir alıştırdığı ‘istisna durumların’ normal koşullar haline gelmesidir. Geçmişte daha ciddi salgınlar oldu ama hiç kimse bu nedenle şimdiki gibi acil bir durum ilan etmeyi düşünmedi. Bu durum hareket etmemizi bile engelliyor. İnsanlar uzun yıllar süren kriz ve aciliyet durumlarında yaşamayı o kadar alışkanlık haline getirdiler ki hayatlarının tamamen biyolojik bir duruma indirgendiğini ve durumun sadece sosyal ve politik değil aynı zamanda insan insani ve duygusal boyutu olduğunu fark etmediler. Uzun yıllar olağanüstü durumda yaşayan bir toplum özgür bir toplum olamaz. Aslında ‘güvenlik nedenleri’ denilerek özgürlüğü feda edilen ve bu nedenle kendisini yıllarca süren korku ve güvensizlik durumunda yaşamaya mahkûm eden bir toplumda yaşıyoruz.”
Bunları söylüyor Agamben… Anlaşılabilir ifadeler, güzel betimlemeler… Onun anlatımından abartılı, muhalif bakışını sıyırırsak buradakine benzer tabloların artık kanıksanacağı, insanların salgın hastalıklardan kurtulma pahasına daha çok demokrasi-dışı yolları kabul edip benimseyecekleri ve yaşamlarının iktidarlar tarafından denetlenmesine, bir siber despotizme daha çok izin verecekleri bir “yeni normal” durumu görebiliriz. Bunların çoğu doğru ama ben yine de tam olarak katılmıyorum. Dünyayı ve insan ilişkilerini sadece egemenlerin canlarının istediği gibi biçimlendirebilecekleri bir dünya tablosuna inanmıyorum. Kapitalizmle ve küreselleşme ile birlikte insan ilişkilerinin büyük bir değişim geçirdiği, egemen sistemin uzun zamandan beri insanı değil tüketimi ve teknolojiyi esas alan, dünyayı adeta insansızlaştırmaya çalışan bir yönetme tekniği uyguladığı, pandemiden sonra tüm bunların katlanarak artacağı doğru elbette. Ama ben kalbi hasletlerin, sevginin ve merhametin yönetme teknikleriyle ila nihai idare edilebileceğini, insanların mahremiyetlerinden gönüllü olarak hep fedakarlıkta bulunacaklarını düşünmüyorum. Asla Agamben’in sandığı gibi “hayatta kalmaktan başka ahlaki değeri olmayan bir toplum” kurulamayacaktır, kimse böyle bir şeyi inşa edemeyecektir. Kalplerimiz yapısı gereği bu duruma isyan eder ve kendine bir yol arar. Eğer insan psikolojiyle ilgili bildiklerimin bir hakikati varsa, insanlar ne yapıp edip mahremiyeti, merhameti ve diğer erdemleri öne çıkaran bir hayat arayışına girecekler, buna uygun yeni siyasetler ortaya çıkacaktır.
Bir süredir evlerde olan bizlerin sokakla, çevreyle, doğayla ilişkisinin seyri sizce eskiye oranla nasıl değişecek?
Gönlümden geçen kısa bir süre sonra tamamen eskiye döneceğimizi, pandemi zamanlarının kötü bir rüya gibi gelip geçeceğini söylemek… Ama biliyorum öyle olmayacak, hastalık tehlikesi ve karşımızdaki insan(lar)ın, hatta canlı(lar)ın hasta olma ihtimalleri çok uzun bir zaman yakamızı bırakmayacak… Korkarım sonunu tahmin edemediğim bir zaman dilimine kadar hani mikroplara, kirlere savaş açmış deterjan reklamlarındaki tipler var ya onlara benzer hayatlarımızın olacağı… ve tabii yönetimler, üreticiler, piyasalar, eğlence sektörü ve medya da hızla bu yeni duruma ayak uyduracak…
“Sosyal Medya” bu tarz olağanüstü durumlarda insanın psikolojisini sizce nasıl etkiliyor? Bir umutsuzluk aşılama yeri olarak mı okuyorsunuz yoksa tam tersi mi böyle dönemlerde sosyal medyanın bulunduğu yeri?
Olumlu ya da olumsuz diye kısa değerlendirmeleri çok aşan bir boyutu var bu sorunuzun. Sosyal medya, pandemi sırasında çok güçlendi ve sanıyorum pandemi sonrasında da bu güçlenmesini artırarak sürdürecek, büyük ihtimal esas medya olacak… Biz sosyal medyaya karşı kitaplar yazan, insan ilişkilerinin teknolojinin olmadığı zamanları esas alarak otantik biçimde sürmesinden yana olan entelijensiya bu durumda nasıl bir yol izleyeceğiz, benim aklım daha ziyade orada…
“Ev bir kez yapılınca duvarcı unutulur” diye bir Hint atasözü geldi aklıma bu soruları yazarken, böyle dönemlerde “duvarcı”yı tekrar hatırlamamız mümkün olur mu? Yani, ev ile insanı, evin insana getirdiklerini…
Zor pek zor… Nietzsche’nin “insani pek insani”si gibi oldu farkındayım ama öyle… Büyük ihtimal evlerimizin ev olmaktan çıktığı, “evde çalışma”, “büro- ev” gibi pandemi öncesi kavramları hatırlayın, solo yaşamların ev içinde süreceği ve belki de yalnızların yaşayacağı küçük dairelerin yaygınlaşacağı, sosyal medyanın esas iletişim aracı olacağı yeni bir insan ilişkisi tarzı görüyorum fincanda…
“Neden eve dönmekten ibarettir hayat?”
Çünkü “söz varlığın evidir…”
Sarılma, tokalaşma gibi insani hareketlerin ortadan kalktığı günler yavaş yavaş geçmeye başladığında insanlar arasındaki ilişkilerde bir değişim olacak mı sizce? Sürekli bir güvensizlikten bahsediyorum.
Bilemiyorum Rıdvan, insanlar karantinaya bile uymadılar, eski yaşama tarzlarına devam etmek için adeta başkalarına zarar verme pahasına eski tarzlarında direndiler de diyemiyorum. Çünkü başkalarını düşünemeyecek kadar gerçekliği inkâr eden ya da narsistçe kendi gerçekliğine saplanmış azınlığı değil geneli kastediyorsun. Sanki tokalaşma giderek azalır, sarılma ise çok özel, itibarlı bir davranış haline gelir, sadece sarılma riskini alabildiğimiz, bela gelecekse ondan gelsin, razıyım diyebildiğimiz insanlara sarılırız gibi geliyor bana ama yanılıyor da olabilirim.
Bu biraz kişisel bir soru. Türkiye’nin korona hastanelerinden birinde çalışıyorsunuz, biraz oradan, oradaki ruh halinden bahsetmenizi istesem…
Birçok sağlık çalışanı arkadaşımın gözlemlediği bir haleti ruhiye var. COVİD-19 lu hastaların bulunduğu acil, yoğun bakım ve enfeksiyon kliniklerine yaklaştıkça giderek artan bir kaygı ve onun belirlediği tedirginlik… Ama tedbirinizi alıp “hasta” dediğimiz insan kardeşlerimizle karşılaşmaya, onlara hizmet üretmeye başladığınızda büyük bir ferahlama ve görevini yapmış olmanın huzuru…
Kaynak: CİNS Mayıs 2020
Söyleşi: Rıdvan Tulum