DAEŞ’in İslamofobik küresel etkileri
İslamofobinin temelinde korku ya da nefret hangi duygu var?
İkisi de… İslamofobi ilk kez 1991 yılında kullanıldı, başlangıçta yaygın bir kullanımı ve önemli bir etkisi yoktu. Ancak on yıl sonra, 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yapılan saldırıdan sonra yaygınlık kazandı. Başlangıçta kelimenin tam da ifade ettiği gibi, İslam’dan, tanımamak ya da yeterince bilmemekten kaynaklanan saçma ve sebepsiz bir fobik korkuydu anlatılmak istenen ama giderek İslam karşıtlığı, düşmanlığı ve nefreti anlamında kullanılmaya başlandı. Bugün bu ikinci anlam, daha baskın durumda ve İslamofobi kavramının içeriğini çok ama çok taşmış bir kullanım söz konusu. Fobide, saçma bir korku vardır ve terapide bu korkunun saçmalığı gösterilerek korku sahibi sağaltılmaya çalışılır oysa bugün Müslümanları sözüm ona “İslamofobik” denilen İslam düşmanlığıyla malul pervasız güruhtan korumak gerekiyor. Bu kavram kargaşasını ortadan kaldırmak için ben, “İslamofobi” kavramını genellikle tek başına kullanmıyorum; onun yerine “İslamofobi ve İslam karşıtlığı (ya da İslam düşmanlığı)” demeyi tercih ediyorum.
Bu kavram yeni bir kavram olması hasebiyle nasıl ortaya çıktı? Size göre ne zaman kırılma yaşandı?
Müsaadenizle biraz uzun cevap vereceğim. Kırılma zamanı, 1989; yani Berlin Duvarı’nın yıkılma zamanıdır. Kavram, başlangıçta ilgisiz gibi görünse de hemen bu olayın peşi sıra kullanılmaya başlanmıştır. Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla İslamofobi kavramının ortaya çıkışı çok bağlantılı. Şöyle ki:
Berlin Duvarı’nın yıkılışına tarihlenen iki kutuplu dünyanın sona erişi, liberal demokrasinin sosyalizm üzerindeki kesin galibiyetiyle birlikte yeni sorunları haber veriyordu. “Rus ayısı” ile simgelenen uzun ve gaddar Sovyetik yılların etkisi, dünya üzerinden nasıl kaldırılacak, Sovyet egemenliğinin yerini liberal demokratik kapitalist düzen nasıl alacaktı? İki kutuplu dünyada sistemin çarklarını işletmek her şeye rağmen kolaydı zira her iki tarafın da halklarına gösterecekleri bir öcü vardı. Tehdit, şantaj ve korkuya dayalı siyaset üretmek, dünyanın ödünü nükleer savaş tehlikesiyle patlatmak ve yumuşama politikalarıyla alttan alta umut vermek, onlar için çocuk oyunu gibiydi. İyi ama şimdi, iki kutuplu dünya ortadan kalktıktan sonra, dünya sistemi nasıl idare edilecek, Batı’nın ortak düşmanı kim olacak, “öteki” ihtiyacı nasıl karşılanacaktı?
Kötü-ünlü, “tarihin sonu” (Francis Fukuyama; 1992) ve “medeniyetler savaşı” (Samuel Huntington; 1993) tezleri tam da bu sırada ortaya atıldı. ABD merkezli “İmparatorluk” (Antonio Negri, Michael Hardt; 1994), tüm dünyada egemenlik sağlamıştı ama iki uçlu bir çelişki ortaya çıkaramazsanız hareket olmazdı. Hareketi temin edecek çelişki, tarih sahnesinde yer almış, bugün mirasçıları hayatta olan medeniyetleri tekrar zuhur ettirip savaşıyorlarmış gibi göstererek sağlanabilirdi.
Bakmayın siz, medeniyetler savaşı dendiğine, ortada gerçek anlamda tek bir karşıtlık söz konusu. Modernliğin her yerde baskın olduğu dünyada, gelişmenin önünde tek bir engel vardı: Müslümanlar. Gerçi modernlik ve kapitalizmle birlikte Batı’nın galebe çalması ve Müslümanların savaş meydanlarında, bilim ve teknoloji karşısında yenilgilerinin ardından Batı’daki onlara yönelik hınç ve öfke, epeydir büyük ölçüde yatışmıştı. Batı, artık Müslümanları, kolay yönetebilecekleri, zenginliklerinin farkına varmayan, kendilerini pek de tedirgin etmeyen kalabalıklar olarak görmeye başlamıştı.
Arap coğrafyası, dinden ziyade petrolü hatırlatıyor; Bin bir Gece Masalları fantezilerin modern versiyonunu yeniden üretmeye yarıyordu. Sömürgeci yıllarının suçunu bastırmak gerekliliğinin de etkisiyle ve tabii daha ziyade ucuz işgücü ihtiyacının baskısıyla Güneydoğu Asyalı ve Afrikalı Müslümanları Avrupa’ya göçmen olarak bile kabul ediyorlardı. Bir zamanlar korkulu rüyaları olan Osmanlı bakiyesi Türkiye, dev ordusuyla onların Komünizme karşı dostu ve kalkındırmaları, işsiz kitlelerine çare bulmaları gereken müttefikleriydi. Görüntü böyleydi ama modern sistemin Müslüman dünyada her şeyi altüst etmeyi ve değiştirmeyi başarmış olmasına rağmen bir türlü ipleri tam olarak elinde tutamadığı da bir gerçekti. Modern idealler neyi ileri sürüyorsa, Müslümanların ona karşı veya ona ilaveten söyleyecek bir şeyi mutlaka oluyordu. Müslümanların modernliğe çıkardığı pürüzler karşısında Hindu ve Budistlerinki çerez gibi kalıyordu. Kaldı ki Hindu ve Budistleri de Müslüman karşıtı yapmak için elde epey malzeme vardı. Tüm bu nedenlerle Berlin Duvarı’nın yıkılmasının, iki kutuplu dünyanın ortadan kalkmasının sonrasında sistemi ayakta tutan yeni çelişki, modernlik ile İslamiyet ve/veya Müslümanlar arasında kuruldu.
Kusuruma bakmasınlar, sanki hep “Batı” diyerek toptancı bir yaklaşım gösteriyorum. Batı, yekpare bir bütünmüş gibi analiz yapıyorum. Şüphesiz Batı, yekpare değil. Batı’nın da bir vicdanı ve modernliğin ürettiği uygarlık değerlerini gerçekten savunan insanları var. Onlar elbette dostumuz ve bu gidişe kesinlikle karşı çıkıyor, Müslümanların ötekileştirilmesini asla kabul etmiyorlar. Ama genel eğilimin yönünü belirlemek ve altını çizmek istediğim için konuyu ele alırken “Batı” deyip geçtiğim için onlardan özür diliyorum.
Daeş ile İslamofobiyi ilişkilendirirsek dünya kamuoyunda nasıl bir Daeş imajı var?
Bakın buna cevabım çok kısa olacak. Daeş ile İslamofobi elbette ilişkili, sadece ilişkili değil kopmaz bağlarla bağlı. İslamofobiyi icat edenlerin, işlerine en çok yarayan İslam ve Müslüman algısı neyse, dünya kamuoyunda tam da öyle bir Daeş imajı var. İşin ilginç (benim için beklenen) yanı, giderek de Daeş ile İslam ve Müslüman özdeş hale geliyor, getiriliyor. Daeş’in, Müslüman ve İslam ile özdeşiminde ne kadar başarılı olunursa, “kötü-öteki” olarak Müslüman ve İslam o kadar işlevsel hale gelecek.
“Örgütlerin dini, etnik kimliği olmaz” denir ama Daeş’in dini referansları çokça kullandığını görüyoruz. Bu durum kanlı eylemlerle birleşince Batı’da İslam’ın ‘aşırılık ve terörizm’le özdeşleştirilmesine yol açıyor. Bu algı karışmasını nasıl yorumluyorsunuz? Daeş, İslamofobiyi körüklüyor mu?
Tam da bunu anlatmaya çalışıyordum. İslamofobi ve Daeş, bir elmanın iki yarısı gibiler. Biri olmadan diğeri olmaz. Daha açık olması için, neden İslamofobi, iki kutuplu dünya ortadan kalktıktan sonra gündeme geldi? İslam’ın ve Müslümanların modernliğin “öteki”si haline geldiği üzerinde biraz daha durmama izin verin.
İslamiyet’in ve/veya Müslümanların (ikisinden birisi mi, ikisi birden mi daha Batılılar da karar veremediler) modernliğin karşısında “öteki” olarak sunulması, öyle basit bir psikolojik manevra değil, sandığımızdan çok fazla getirisi var. Modernliğin ekonomik alt-yapısını oluşturan kapitalizm, eşitsiz gelişmeyi dayalıydı ve kendi içinde yıkıcı çelişkiler barındırıyordu. Sömürgeci yılların günahları yetmiyormuş gibi, 21. Yüzyıl, sırf bu yüzden, iki büyük dünya savaşına sahne olmuş ve iddia ve ideallerinin tam aksine, modernlik, insanlık tarihinin en büyük insan kayıp ve katliamlarına sebebiyet vermişti. Batı medeniyetinin saç ayaklarından birisini oluşturduğu öne sürülen Yahudi-Hıristiyan gelenekleri birbirine düşmüş, Avrupa’dan Yahudileri söküp atmak için Holocaust yürürlüğe konmuştu. Holocaust’un azabı, 2. Dünya Savaşı’nın sonunda bir de modernliğin kara deliği, “Filistin Sorunu”nu ortaya çıkarmıştı.
İslamofobi ve İslam düşmanlığının, günümüzde yeniden güçlü bir biçimde ortaya çıkışının nedeni, iki kutuplu dünya sonrası, modern Batı için “öteki” ihtiyacını karşılayabilmek içindi. Bu yeni “öteki” sayesinde, iki dünya savaşında birbirini yiyen Batılıların artık iç mücadelelerini vekâlet savaşları aracılığıyla Müslüman coğrafyalarda sürdürebilmesi de imkân dâhiline giriyordu. Lakin İslamofobi ve İslam düşmanlığının modern Batı için sağladığı fayda bununla sınırlı değil; sandığımızdan çok fazla getirisi var. Mesela, Müslümanlar, seküler modern dünyanın karşısında konumlandırılınca, otomatik olarak aynı kampta yer alan diğerleri arasındaki çelişkiler de yumuşamış oldu. Bu arada kadim Yahudi-Hıristiyan kavgasını ortadan kaldıran, hatta ölümüne dostluğa dönüştüren Evanjelizm gibi teolojilere gün doğdu. Açmaya çalışalım.
Batı kültürünün tarihi kökenleri arasında, Roma hukuku ve Yunan felsefesinin yanında hep Yahudi-Hıristiyan inancı birlikte sayılır. Tekrar ede ede bu üçlü sacayağına hepimizi ikna ettiler ama gerçek pek de dedikleri gibi görünmüyor. Batılı Hıristiyan bilinç, son zamanlara gelene kadar kendisini Yahudilik karşıtlığı üzerine kurmuş, İslamiyet’i Museviliğin bir devamı olarak algılamış. Avrupa’da hemen her düşünürün üzerine kafa yorduğu bir “Yahudi sorunu” hep var olagelmiş. Bu sorun yüzünden, Endülüs’ü yıkılmasının ardından gelen Reconquista dalgasında Yahudiler ve Müslümanlar birlikte katliam ve sürgüne uğramışlar, Osmanlı’ya sığınmışlar. Avrupa’nın göbeğinde “Holocaust” faciası vuku bulmuş. “Holocaoust” faciası, en nihayetinde “Filistin sorunu”na inkılâp etmiş. “Yahudi sorunu”nu kendisinden uzağa nakletmeyi başaran ve kavgayı Yahudi-Müslüman sorununa çevirenler, kenara çekilmişler ama içten içe Yahudi-Hıristiyan gerilimi sürmüş. Gerçekte olanlar, bunlar…
Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından başlayan İslamofobi ve İslam düşmanlığıyla birlikte Batılı bilinç, kendisini eski günahlarından arındırmak için de bir fırsat yakaladı. İslamiyet’in ve/veya Müslümanların ötekileşmesi sayesinde, Yahudi-Hıristiyan inanışlarının bir arada anılması imkânı ortaya çıktı. Reforme edilen Evanjelizm, tam da bu arzuyu tatmin etmek için biçilmiş kaftandı… “Filistin sorunu”na neden olan ve Holocaust mağdurluğundan, dünya demokratik kamuoyu nezdinde kendisi işgalci ve katliamcıya dönüşmüş İsrail, bırakın rıza göstermeyi, bu gelişmeden çok memnun oldu.
Evanjelizm, kabaca “kutsal kitaba dönmek” manasına geliyor. Martin Luther, kendi kilisesine bu adı verdiği için Avrupa’da “Evanjelik” sözcüğü, önceleri Lutherci veya liberal olmayan Protestanları tarif ediyorken zaman içinde bir muhteva değişimine uğramış. Şimdiki manada Evanjelizm, 18. Yüzyılda büyük Amerikan Protestan mezhepleri Baptist ve Metodistlerin oluşumuna kadar uzanıyor. Sonra giderek Püritenlerin devamı ve Amerikan Hıristiyanlığının muhafazakâr kanadını temsil eden bir ideolojinin teolojisi haline geliyor. Neoconlarla birlikte büyük bir siyasi hareket haline de dönüşüyorlar.
Evanjelik inancın çok enteresan bir kıyamet öğretisi var. Bu öğretide İsrail, başrole sahip… Evanjelikler, kurtuluş umutlarını, Armageddon Savaşı’na bağlıyor, bu savaşın bir an önce çıkması için uğraşıyorlar. Onlara göre, Tanrı’nın planının gereği olarak, vaat edilmiş topraklara dönüp Büyük İsrail’i kuran Yahudiler, Armageddon Savaşı’nı kazanıp dünyaya egemen olacaklar. Kendileri de bu plana destek olarak ve Armageddon’da Yahudilerin yanında yer alarak ebedi kurtuluşa erecek, cennete kavuşacaklar.
Bazıları son dönem olaylarını izah ederken bile bu komik teolojiden faydalanıyorlar. O kadar da değil; ama bu inanışın Batı tarihinde derin bir uçurum olan Yahudi- Hıristiyan geriliminin yumuşatılmasında ve okların Müslümanlara çevrilmesinde işe yaradığı kesin. Netanyahu’nun geçenlerde Dünya Siyonist Kongresi’nde Hitler’in Holocaust’u Kudüs Büyük Müftüsü’nden öğrendiği şeklindeki saçma iddiası, bu yeni ortamın kuluçkasında kabuğu kırılan son yumurtaydı. Hitlerin soykırım’ı Osmanlı’nın Ermeni Tehciri’nden öğrendiği tezinden sonraki bu saçmalama, suçu Müslümanlara atarak birbirlerini temize çıkarmaya çalışmalarının devamı niteliğinde.
Bütün bunlar bize çok saçma geliyor tamam ama zihinleri medya tarafından biçimlenen büyük kitleler bunların hiç de farkında değiller. Ne kadar saçma ve aptalca olursa olsun, en olmadık tezler, uygun bir toplum mühendisliğiyle bir inananlar topluluğu oluşturabiliyor.
İslamofobinin ve İslam düşmanlığının onların onulmaz yaralarına nasıl iyi geldiği apaçık. Peki, İslamofobiyi ve İslam düşmanlığını azdırmak için elinden geleni yapan Daeş’in bu plandaki rolünü görüyor muyuz? İslamofobi ve Daeş arasındaki kopmaz bağı konuşuyorduk. Şimdi hep birlikte düşünelim: Bu yeni fikirlerin kabul edilmesini sağlayacak toplum mühendisliği, birbirini mütemadiyen azdıran İslamofobi ve Daeş ikizliği olmasaydı başarılabilir miydi?
Bitmedi. İslamofobi ve Daeş birlikteliği, modern Batı’nın şifa bulmaz bir başka derdine de şimdilik iyi gelmiş gibi görünüyor. Bu dert, modern kimlikte başından beri var olan inanç unsuruyla ilgili bir kimlik çatışması. Modernliğin sıkıntıları sayılırken çoğu kere batılı düşünürlerin gözden kaçırdıkları, kim bilir belki de sakladıkları bir unsur bu.
Batı toplumu üzerine en yoğun biçimde düşünce mesaisi sarf eden ve modernlikle birlikte insanın önceki kozmik düzenden ve ahlaki ufuklardan kopmasının sonuçlarını derinlikli biçimde analiz etmeye çalışan bir düşünür var, Charles Taylor. Taylor, modernliğe egemen olan ve toplumsal tahayyülde yer etmiş bulunan üç temel sıkıntı olduğu kanaatinde. Bunların ilki, birçoklarının “maneviyat krizi” diye ele aldığı anlam yitimi yani ahlaki ufkun kararması, ikincisi araçsal akıl karşısında amaçların ve ortak iyinin gölgede kalması, üçüncüsü ise sanılanın aksine özgürlüklerin artmayıp kaybolmaya başlamasıdır. Bunların kökeninde bireycilik bulunuyor. Ne ki birey ve rasyonalite, modernliğin en büyük kazanımıdır da. Geleneksel toplumlardan farklı olarak modern zamanlarda insanlar, kendi yaşam tarzlarını saptama, inançlarını bilinçli olarak seçme konusunda tercih hakkına sahiptirler ve bu haklarından feragat etmek isteyen kimse de ortalıkta görünmemektedir.
Taylor, derindeki asıl açmazı görmek isterken, bizim sözünü etmeye çalıştığımız yüzeyde görünen dertten kaçıp kurtuluyor. Dert, çok açık, Batı toplumu hızla dinden uzaklaşıyor, birçok ülkede ateizm şöyle ya da böyle birinci din haline gelmiş vaziyette. Üstelik bu yeni dinin (!) inananları aydınlanmanın despotizmini bile yeterli görmüyorlar, bizatihi inançların ortadan kaldırılması için savaşılması gerektiğini söylüyorlar. Richard Dawkins gibilerin nezdinde Lenin’in militan materyalizminden daha şedit biçimde yükselen saldırgan bir evrimcilik söz konusu. Daha önceleri eleştiri oklarını Hıristiyanlık başta olmak üzere tüm kutsal inancına yönelten evrimci saldırganlar, Müslümanlar, modernliğin ötekisi haline geldiğinde beri artık tek bir hedefe İslamiyet’e odaklanmış durumdalar. Hal böyle olunca, Batı kimliğinin iç gerilimi rahatlamış, Hıristiyanlık ehveni şer duruma yükselmiş oluyor. “Kutsal inancının hiçbiri işe yaramaz ama ille de bir inanca sahip olacaksanız, bunların içinde en iyisi, barışçıl ve bireysel olanı Hıristiyanlıktır” anlayışı öne çıkıyor.
İslamofobi ve ikiz kardeşi Daeş olmasaydı, Hıristiyanlık kendi propaganda imkânlarının yüz katını kullansa böyle bir fikrin yayılmasını asla temin edemezdi. Biraz uzun oldu ama sanıyorum, İslamofobinin Daeş ile ikiz kardeş olduklarını görüntüden değil de gerekçelerinden giderek sorunuza cevap vermeye çalıştım. Çünkü böyle yapınca, gerçekler daha berrak şekilde gün yüzüne çıkıyor. Evet, İslamofobi, Daeş’i; Daeş, İslamofobiyi körüklüyor; zira buna mecburlar…
Işid’in kullandığı simge ve sembollere baktığımızda dini kökleri görüyoruz. Örgütün imajı hangi psiko-sosyal mesaj zemininde kurgulanmış olabilir?
Daha önceki sorunuzda sizin de belirttiğiniz gibi “Terör örgütlerin dini, etnik kimliği olmaz” denir. Ama bunu biz, yani teröre karşı olanlar der. Oysa her terör örgütü, kendisini ideolojik, etnik ya da dini bir söyleme, gerekçeye dayandırır. Bu sayede eylemlerini meşrulaştırır. Çoğu kere konuyla ilgilenenlerin bile dikkatini çekmiyor ama bakın İslamofobi 1991’de kullanılmaya başlandı, 11 Eylül olayları 2001’de yapıldı. O sıralarda henüz Daeş yoktu. El-Kaide adında başka bir örgüt vardı; el-Kaide’den önce de Taliban’ın Afganistan’daki bazı eylemleri söz konusuydu. Taliban’dan El-Kaide’ye oradan da Daeş’e doğru olan değişimi çok iyi incelemek, yukarıda İslamofobi ve Daeş arasındaki ilişkiler konusundaki söylediklerimizi de bu gelişim çizgisine göre değerlendirmek durumundayız. Bu değişim uzun yıllar içinde ortaya çıktı, İslamofobi de kendilerini Müslüman diye sunan yapılardaki nefret uyandırıcı unsurlar da giderek karşılıklı biçimde birbirilerini şiddetlendirdiler. Ve öyle sanıyorum ki bu süreçte İslami külliyat didik didik edildi. Daeş, Taliban’ın ve El-Kaide’nin bile aklının ucundan geçmeyen ve ama kendisini bir biçimde “İslami” diye meşrulaştıran bir söylem ve tarihimizde toplu halde hiçbir zaman görülmeyen bir eylem silsilesi geliştirdi. Bu öyle bir söylem ve eylem silsilesi ki, sadece onları duyan ve gören batılıları değil, samimi Müslümanları bile çileden çıkarıyor. Ama görünüşte her şey “İslam” adına yapılıyor ve “İslami” bir kılıf geçiriliyor. Onların devletlerine ve sözde halifelerine biat etmez, terörlerine onay vermezseniz sizi de dinden çıkmış addediyor ve tekfir edebiliyorlar. Batılıları İslam’dan soğutup Müslümanlardan nefret ettirir hale getirirken samimi Müslümanların kendi inançlarıyla aralarına mesafe koymalarına ve Müslüman toplumlardaki dini bağın zayıflamasına neden oluyorlar.
Batıdaki artan İslamofobik duygular, Müslümanları nasıl etkiliyor?
Tabii bu soruyu Müslümanların yaşadıkları yerlere göre ve dini inançlarını kamusal alanda nasıl gösterdiklerine bağlı olarak cevaplamak durumundayız. Şüphesiz her Müslüman, inançlarına karşı gösterilen bu ayrımcı, nefret dolu tutum nedeniyle çok inciniyor, öfkeleniyor ama en zor durumda olanların ırkçı grupların yoğun olduğu Avrupa merkezlerinde yaşayan, kılık kıyafetiyle ve aksatmamaya çalıştığı ibadetleriyle Müslümanlığı kamusal alanda görünür olan kardeşlerimiz… Zira onlar, baskılara, aşağılama ve hakaretlere bizatihi uğruyorlar ve birçok zaman incinme ve öfkelerini içlerinde taşımak, kendilerine yapılanlara karşı tepki vermemek zorunda kalıyorlar.
Avrupa’daki İslamofobik eğilimlerin ırkçı söylemlerle ilişkisi var mı? Birbirlerini besleyen unsurları var mı?
Öncelikle şu tespiti yapmalıyız: Irkçı yaklaşımlar Avrupa’da her zaman var oldu. Örneğin 15. Yüzyılda İspanya’da Hıristiyanlığa geçmek isteyen Yahudiler, kanın saflığının bozulacağı gerekçesiyle kabul edilmediler. 16. Yüzyılda Avrupalılar Amerikalı yerlilere yaptıkları iğrenç muameleleri onların insan olmadıklarıyla açıklamaya kalkıştılar. “Irk” kavramının bugünkü anlamıyla 17. Yüzyılın sonunda kullanıldığı, felsefe tarihinde kavramı ilk defa Almanya’da İmmanuel Kant’ın (ki benim için Batı’nın par excellence filozofudur ve çok beğenirim) kullandığı üzerinde bir fikir birliği var. Sadece Kant değil, hayret verici bir biçimde düşünce tarihinde önde gelen, Locke ve Hegel gibi birçok büyük düşünür, kendi zamanlarında ırkçılıktan yana tavır almışlardır. Luther’in ve Aydınlanma düşünürlerin çoğunun Türk düşmanlığı hakkında ciddi bir literatür bulunur.
Nasıl insan hakları ve demokrasi diye diye iki büyük dünya savaşını gözlerini kırpmadan yaptılarsa, maalesef ırkçı fikirler de Aydınlanma’nın fideliğinde gelişti. Bu zeminde sömürgeciliğin, ırkçılığın doruğa vardığı siyasi fikirlerin, Holocaust ve diğer soykırımların ortaya çıkması hiç de zor olmadı. Aynı topraklarda bugün İslamofobinin ve İslam düşmanlığının boy vermesi ve ilk İslamofobiklerin ırkçı söylem sahiplerinin arasından çıkması, hiç tesadüf değil…
İslamofobi ve Daeş birlikteliğinden söz ederken “ikiz kardeşler” demiştik, aslında onlara ırkçılığı da ilave edip “üçüzler” demek lazım. Irkçılığın İslamofobi ve İslam düşmanlığıyla bu ilişkisinin şu açıdan da endişe verici olduğunu kayıtlara geçirmeliyiz. “İslamofobikler ve İslam düşmanlığı yapanlar bir avuç ırkçı” deyip hafife alamayız. Irkçılığın çok kolaylıkla kitleselleşip iktidar olduğu, devleştiği bir kültürel ortamdan bahsediyoruz.
Yükselen İslamofobik eğilimler gerek hukuki ve siyasi zeminde gerekse kamuoyunda karşılık buluyor. Bu ayrımcı bakış açısı vasat Müslümanları radikalleşmeye itiyor mu?
Bakmamız, mutlaka araştırmamız gereken bir konu daha var. Batı’da, özellikle bir göçmen ülkesi olarak bilinen ve banliyöleri eski sömürgelerinden gelmiş Müslüman göçmenlerle dolu Fransa’da gençlik hareketlerinin gösterdiği manzara neydi? Ekim 2005 Paris Ayaklaması hakkında yazılanlar şunlar: 27 Ekim 2005 akşamı, kimlik kontrolü yapan polis tarafından kovalanırken yüksek gerilim trafosuna sığınıp elektrik çarpması sonucu Kuzey Afrikalı 15 ve 17 yaşlarında iki gencin ölümü ve 17 yaşındaki bir gencin ağır yaralanmasının ardından Fransa’da bir ayaklanma başlamıştı. Olaylar sırasında bir camiye gaz bombası atılması ve Fransa İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy’nin olaylara karışanları “ayaktakımı” diye nitelemesi gerilimi iyice tırmandırmış, Paris’in Kuzey Afrikalı göçmen azınlığın yoğun olarak yaşadığı semtlerinde büyük kargaşaya neden olmuştu. Ayaklanmayı destekleyen Kuzey Afrikalı kökenli Fransızlar, isyanın nedeni olarak yoksulluğu, güvenlik güçlerinin kendilerine karşı kötü ve ayrımcı tutumunu gösteriyorlardı. Olayların başladığı banliyöde yaşayanların yarısının 20 yaşın altında olduğuna ve işsizlik oranın yüzde 40’ı aştığına dikkat çekiliyordu. 11 günde yaklaşık 8.700 araç ateşe verildi; okul, spor salonu, işyeri, otobüs garajı ve 300’e yakın kamu binası zarar gördü. Paris’in dışında Fransa’nın diğer kentlerinde de araba kundaklama olayları oldu.
Manzara böyleydi ve dünya kamuoyu bu manzaranın nedenlerini konuşmaya hazırlanıyor ve sağduyulu insanlar, büyük ölçüde göçmenleri haklı görüyorken yükselen İslamofobi ve Müslüman kılığına girmiş şiddetin tırmanması, görünümü köklü bir şekilde değiştirdi. Charlie Hebdo Katliamı başta olmak üzere, Fransa’nın kendi içindeki terör saldırıları, dünya demokratik kamuoyunun Fransız yöneticilerin yanında yer almasına neden oldu. Artık kimse Müslüman göçmenlerin durumuyla ilgilenmez hale geldi. Müslümanlara yönelik saldırılar, inanılmaz bir artış gösterdi. Irkçı partinin iktidarı ele geçirmesine ramak kaldı.
Söylediklerim sorunuza tam cevap oldu mu bilmiyorum. İslamofobi dalgası öncesinde Avrupa’da zaten çok zor durumda olduğu bilinen özellikle Afrika kökenli Müslümanlarının, daha sonra nasıl bir haleti ruhiyeye sürüklendiklerini sanıyorum anlatmaya gerek yok. Ama biliyorsunuz söyleyeceklerimiz burada bitmiyor. Basiretsiz yöneticilerin elinde zaten melül mahzun bir haldeyken bir de Esed ve Daeş sayesinde kan gölüne dönen Suriye, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın çoğu Müslüman halkları, bırakın vatansız kalmayı, mülteci durumuna düşmeyi bizzat kendi rızalarıyla akın akın Akdeniz’den Avrupa’ya kaçmaya yöneldiler. İslam tarihi boyunca görülmemiş bir zillet yaşanıyor, Müslüman toplumların yöneticileri, soruna çare aramak yerine mezhep kavgasıyla, yangına körükle gidiyorlardı. Anlatmaya çalıştığım ruh halini bir de bunları katarak düşünmelisiniz. Sağduyunun, mutedil olmanın, hoşgörü ve merhametin giderek ortadan kalktığı bu şartlardan daha mümbit bir ortam olabilir mi radikalizm ve fanatizm için…
İsterseniz bu noktadan sonra sözü, İslamofobiye karşı mücadeleye çok emek vermiş, Belçika merkezli Irkçılığa Karşı Avrupa Ağı (ENAR) Direktörü Michael Privot’a bırakalım: “Daeş’e katılanlar daha çok mahrum bırakılmış geçmişi olanlardan geliyor. Hatırı sayılır bir çoğunluk da geçmişte suça bulaşmış, sabıkası olan kişilerden oluşuyor. Kadınlardan ise özellikle daha çok orta sınıftan katılanlar var. Ortak yönleri, haklarından mahrum edilmiş kimseler, toplumun bir parçası olamamış, eşit şanslar sunulmamış, söz hakkı bulamamış kişiler olmaları. İslamofobi’den çekmiş kişiler gibi. Bunların hepsi tek tek Daeş’in güçlü asker hikâyesine iyi eklemlenmiş durumlar. Tüm bunlar, Daeş’in üye toplarken kullandığı söylemde açık bir şekilde değindiği konular. Aralarında üniversite seviyesinde kişiler de olsa da çoğunluğunun eğitimi üniversite seviyesinin altında… Belçika ya da Fransa’yı terk eden çok iyi eğitimli Müslüman profesyoneller Londra, Kanada, ABD, Singapur veya Şangay’a gidiyor. Çünkü onlara oralarda kendilerini geliştirme fırsatları sunuluyor. Eğer bu eğitim seviyeniz yoksa ve aynı derecede ayrımcılığı hissediyorsanız, alt sınıf hicrete katılmanız muhtemeldir ki bu da Daeş’e katılım anlamına gelebilir.”
Tüm bu sonuçları görünce, Avrupa, Daeş sayesinde kendi başına bela olacak kesimden de kurtuluyor dememek için kendimi zor tutuyorum. Privot, ayrıca, Kasım 2015 itibariyle İslamofobi’nin yükselmeye devam edeceği kanaatinde. Bu da Daeş’in Müslümanları kutuplaştırma stratejisine çok uygun bir durum. Çünkü Daeş, Müslümanların toplumun çoğunluğu tarafından köşeye sıkıştırılmasını ve çıkacak iç savaşta kendilerine katılmalarını umuyor. Ben, Privot ile aynı kanıda değilim. İslamofobinin ve ikiz kardeşi Daeş’i kullanarak oluşturulan toplum mühendisliğinin tepe noktasına ulaşıldı. Bundan sonra düşme eğilimine girecekler diye düşünüyorum. Hele hele dünyanın bir süredir tekrar iki kutupluluğa doğru yöneldiğini hesaba katarsak, Müslümanlar giderek “öteki” olmaktan çıkacaklar, yavaşça (yıllar içinde) yeni sorunlar, yeni gündemler ortaya çıkmaya başlayacak diye düşünebiliriz.
İslamofobiyle mücadelede doğuda ve batıda yaşayan Müslümanlara hangi işler düşüyor? Nasıl bir Müslüman temsilinden bahsedebiliriz?
Haklısınız, İslamofobiye karşı mücadeleden bahsederken Müslümanları, en azından sizin yaptığınız gibi doğuda ve batıda yaşayanlar diye ikiye ayırmak gerekiyor. Ben bu ayrımı, İslam inancının hâkim olmadığı ve olduğu coğrafyalar diye anlıyorum. Sanıyorum siz de aynı anlam çerçevesini kast ettiniz. Bu tasnifi de birçok başka bölmeye ayırmak gerekiyor aslında. Mesela Avrupa’da, ABD’de ve Rusya’da, hatta onların daha da küçültülmüş yerelliklerinde yaşayanlar için çok değişen sorun ve mücadele alanları var. Yine mesela İslam inancının hâkim olduğu topraklar birbirlerinden o kadar farklı toplumsal ve siyasal formasyonlar var ki…
Sizin yaptığınız ikili tasniften yola çıkarsak, önceliği, Doğu’ya yani İslam inancının hâkim olduğu coğrafyaya ve orada yaşayan Müslümanlara vermek gerekiyor. Zira gördük ki Daeş, asıl eylem alanını burada oluşturuyor; İslam devleti ve halifelik diye ilan ettiği egemenlik sahasından ürettiği görüntülere dayalı yeni söylemi “”İslam” diye tüm dünyaya servis ediyor. Bu durumda batıda yaşayan Müslümanlar ne yapabilirler ki? Onlar gerçek İslam’ın bu olmadığına dair ne yaparlarsa yapsınlar –ki zaten ellerinden geleni yapıyorlar, Daeş’in şiddet pornografisine dayalı etkinliği hep galebe çalacaktır. Daeş’in varlığının ve işlevlerinin zaten modern-sekülerlerin çok işlerine geldiğiyle ilgili analizlerimizi de hesaba kattığımızda, iyice elleri kolları bağlanır.
İslam inancının hâkim olduğu bölgelerde, bizim coğrafyamızda ise hali pür melalimiz ortada. Türkiye’nin fevkalade gayretlerini saymazsak, İslamofobi ve İslam düşmanlığı karşısında bırakın müspet bir şey yapmayı, adeta işler daha çok sarpa sarsın diye çalışıyorlar. Kendilerinden ve iktidarlarından başka bir şey düşündükleri yok. Baksanıza şimdi de sırf iktidarları ayakta kalabilsin diye kavgalarına mezhebi bir görüntü vermekten bile çekinmiyorlar. Velhasıl, İslam inancının hâkim olduğu bölgelerde, etkisi dünyanın her yerinden hissedilen, İslami bir dille donatılmış, batıdaki mevcut anlayışa karşı eleştirelliği de ihmal etmeyen, söylemi ve eylemiyle bir demokrasi ve insan hakları dalgası olmadan işimiz zor… Daeş’e karşı etkin bir mücadelenin bayraktarlığını ancak “Müslüman demokrat” bir temsil yüklenebilir. Kafamızı kuma gömmek, sorunu yok saymak yerine, sorunlarımızı, bugün duçar olduğumuz mezhep çatışmalarının nedenlerini araştırıp öğrenmek, öğretmek zorundayız. Görüyoruz ki, farklılaşma, çeşitlilik herhangi bir dinin kendisinden değil, insanın grup-varlık olmasından, toplumsal yapıdaki değişik dinamiklerden ve siyasi heveslerden kaynaklanıyor. Biz istesek de istemesek de, modern dünyada dini algılama ve düşünme biçimleri çeşitleniyor. O halde siyasi sistem tartışmalarının ilk meselesi, farklılıkları nasıl barış içinde bir arada yaşatabileceğimiz olmalı. Yaşadığımız dünyada çözüm, çoğulculuğa ve inanç özgürlüğüne fırsat tanıyan demokrasiden geçiyor. Bu görüşlerimde haklılık payı varsa, bunu yapmaya muktedir belki tek ülkenin Türkiye olduğu ortaya çıkıyor. O yüzden dünyanın ve Müslümanların gözleri Türkiye’ye çevrili. O yüzden yükümüz çok ağır.
Kaynak: Betül Soysal Bozdoğan’ın hazırladığı “DAIŞ: 3. Dünya Savaşı’nın Şifreleri” (2016, Hayy Kitap) kitabı için verilen mülakat.