Demokrasi mücadelemizin zemini
Siyasal, ekonomik ve toplumsal alanların birbirlerinden görece özerk oldukları ve aralarında onlarca çeşit farklı etkileşim bulunduğu gerçeği bir yana batıda ve bizde tarihin akışı da, içeriği de oldukça değişik. “Modernleşme”, gibi “demokrasi”nin de her toplumsal formasyona göre değişiklikler gösterebileceğini, kendine özgü biçimler alacağını giderek daha iyi anlıyoruz.
Batılı demokrasiler, şehirlere, sivil topluma, (Katolik dini otoriteye ve taassuba karşı) sekülerleşmeye, (kapitalizmin ve sınıf savaşının sonucundaki) toplumsal sözleşme geleneğine dayanırlar. Modern bilimle birlikte ortaya çıkan yeni teknolojilerin iktidarın hizmetine sunulması sayesinde emperyalist bir sömürüyle varlıklarını finanse ettikleri bilinir. Oysa bizim hikâyemiz bundan ve diğer batı-dışı modernlikler ve demokrasilerden çok farklı.
Soy-boy tarzı örgütlenmiş, göçebeliğe dayalı, savaşçı bir toplumsal yapının segmenter zihniyet kalıplarına, uygarlıklar arasında arabuluculuk etme yeteneğine ve güçlü devletler kurma geleneğine sahip Türklerin, İran ve Anadolu’ya yerleşmeleri, İslamlaşmaları, buraların otokton halklarıyla bir arada yaşamalarına dayalı bir tarihsel-toplumsal zeminimiz var. Selçuklu ve ardından Osmanlı İmparatorluğu döneminde fetihlerle sınırlar genişlerken batıdan (Haçlılar) ve doğudan (Moğollar) gelen saldırılara karşı birlikte yaşama irademiz pekişti, “devlet-i ebed müddet” formülasyonuna dayalı kadim bir gelenek oluşturulabildi. Lakin 16. Yüzyıl’da bir yandan Anadolu birliği sağlanıp “Halifelik” siyasal sistemimizde yerini alırken İslam dünyasının içindeki mezhep gerilimi de çok bize özgü bir biçimde kültürümüze yerleşti. Sınırları içindeki tüm farklılıkları bir arada yaşatmayı başarabilmiş Osmanlı, kapitalizmin yükselişiyle birlikte değişen ve güçlenen Batı’nın her alandaki meydan okumasına cevap verememeye başladı. Kendini üzerine gelen kapitalizme, modernliğe ve hatta demokrasiye karşı reddedici olmadan yeniden konumlamaya çalışmasına rağmen imparatorluktaki gerileme ve yıkım süreçleri, çok daha hızlı ilerledi.
Türkiye Cumhuriyeti, bin yıl önce buralara göç etmiş Asyalı, Müslüman ve Türk bir topluluğun ahalisi ile buradaki başta Kürtler olmak üzere yerli otokton ahalinin bir arada oluşturdukları “maya” temelinde kurulmuş devletlerin devamıydı. Bu sağlam mayaya, gerileme döneminden itibaren bilahare Osmanlı bakiyesi coğrafyalardan buralara sığınan Müslümanlar da katıldılar. Selçuklu ve Osmanlı gibi Cumhuriyet de etnik bir temele değil, kendine özgü bir millet mayasına dayanıyordu. Milletin kimliği, buradaki insanların ortak düşmanları olan Bizans’a, Haçlılara ve öteki Türklere (Akkoyunlu’ya, Safevi’ye, Memluk’a) ve Moğol’a karşı mücadelesi içinde oluşmuştu. Bu toprakları vatan bellemek, kaderlerinin ortak yanı olan insanlar, aynı toprağın, iklimin, coğrafyanın, aynı güneşin, aynı gecenin, aynı tahassüslerin, aynı zevklerin ve aynı korkuların potasında erimiş, ortak bir maya ile bir araya gelmiş ve millet olmuşlardı.
Batı’nın meydan okumasına cevap üretemediğimiz zamanlardan itibaren toplumumuz bir yandan çözülmeye, bir yandan da yeniden şekillenmeye başladı. Cumhuriyet kurulmadan çok önce yaşama tarzı, dünyaya bakış ve değerler düzeyinde bir batılılaşma ve batıcılık cereyanı, payitahttan imparatorluk periferine, aydın-bürokrat zümrelerden halka doğru hızla yayılıyordu. Gerileyen devlet gücü ve toplumun ortak duygu, tasavvur üretme, organizasyon yeteneğindeki azalmayla birlikte o güne kadar sessizce duran segmentlerde kıpırdanmalar ortaya çıkmıştı. Balkanlardan başlayan ve giderek tüm imparatorluğa sirayet eğilimi gösteren isyanların toplumsal meşruiyeti, enerjisini bu ortamdan sağlıyordu. Özellikle okumuş elitleri etkisi altına alan batıcı cereyan, ulaştığı her yerde toplumsal dokuyu alt-üst ediyor, ancak Hıristiyanlaşma ya da dinsizleşme yerine, gelenekle modernin sentezinden “İslam” adından vazgeçmeyen yeni bir din algısı ve yaşantısı ortaya çıkarıyordu.
Cumhuriyet’in kurucu kadrosu içinde de radikal batıcılık ile kendine özgü modernleşme tercihi arasında büyük bir gerilim hattı vardı. Görünenlerin, öyle görmemiz için sunulan olguların arkasında bu kavga hep sürdü. Aralarında büyük bir gerilim bulunuyordu ama çoğunun kendilerinden, bizden olana hemen hiç inançları kalmamıştı. Toplumsal gerçekliğe dayalı, ritmini ona göre ayarlayan ince politikalara kafa yormayıp hızla yol aldıklarına, devrim yaptıklarına inanmaya, hayallere, hülyalara daldılar. Kendi Müslümanlık ve Türklük anlayışlarını sözüm ona “çağdaşlık” zeminine oturttukları yepyeni bir “ulus” inşa etme derdine düştüler, ancak bu şekilde “kurtuluş”un sağlanabileceğine inandılar. Otoriter-totaliter davranışlarını sorgulamıyorlar, meşru görüyorlardı. Halifeliğin ilgasına, otantik Türklük dâhil tüm geleneksel etnik ve mezhebi kimliklerin bastırılması esasına dayanan bu proje, zulme yatkınlığını bir kenara bıraksak bile, geleneğin bu topraklarda yeniden yeşerip fışkırması kaçınılmaz olduğundan, bastırılan kimlikler eninde sonunda geri geleceğinden olmayacak işe “âmin” demekti. “Çağdaşlık” diye diye hem milletten hem de dünyada yükselen demokrasi dalgasından uzak düşüyorlardı.
Kaynak: Yeni Şafak