Dünyayı ve hayatı kontrol edeceğinizi mi sanıyorsunuz? Güldürmeyin beni!
Birkaç nesildir zaten içinde de yaşıyoruz, “yeni klasiğimiz modernlik” denilebilecek bir durum var ve ben bu modern zamanlar üzerine düşünenlerin fikirlerini okumaya bayılıyorum.
Modernliğin özellikle sağlık, ulaştırma ve bilişim teknolojilerindeki fevkalade başarılarına ve yaşamımıza getirdiği kolaylaştırıcı değişikliklere bakıp olan biteni, sadece insan aklının ve bilimin, yüzlerce yıllık emeğin bir neticesi gibi görüyoruz. “Binlerce yıldır o geleneksel yapılarda yaşamaya nasıl tahammül ediyorduk” şeklinde tezahür eden ve o dönemleri çok anlaşılmaz bulan bir düşünce biçimine sahibiz.
Ama kabul etmeliyiz ki, insanlık tarihi ölçeğinde bakıldığında, gerçekten de her açıdan anlaşılması zor bir insanlık periyodu modernlik.
Oysa geleneksel dünyada yaşayan bir insanın gözleriyle bakıldığında bizim zihnimizin de onlara hayli komik gelecek tuhaflıkları var.
Geleneksel dünyanın insanı, bizim ne pahasına olursa olsun her şeyi matematiksel bir kesinlik içinde bilme arzumuzu; kendilerinin kader, kısmet, nasip ile açıkladıkları olguları, bizim nasıl “kesinlikle” ortadan kaldırmak ve sonuçta istatistik sayesinde şansı terbiye etmek isteğimizi görse gülümserdi.
Gülümserdi zira geleneksel toplumun müphemlik ve olumsallık anlayışıyla bakan zihinleri, bizim dünyanın, hayatın kontrol edilebileceğine dair modern hayalimizin aslında imkânsız olduğunu şıp diye anlardı.
Olumsallık derken, şunu kastediyorum: Olumsallık “mümkün olan bir şey” anlamına geliyor. Avrupa dillerinde Latince kökenli contingentia “olasılık” kelimesinden türetilmiş, felsefî bir terim. Varlığın tüm ihtimallere açık olduğunu belirtmeye çalışıyor. Ontolojide varlıkların ya da bir durumun, varoluşunun gerekli ya da gerekli olmadığı durumları tanımlamak için de kullanılıyor. Contingency kavramını dilimize ilk çeviren ben olsaydım, olumsallık yerine mümkünat demeyi tercih ederdim.
Modern insanlar olarak zehaplarımız
Bizi, her dilde, ‘rastlantı’ kavramını kullanmaya yönelten ana unsur, hayatın akışındaki ‘belirsizlik’tir.
Tarih boyunca elimizdeki tüm imkânlarla belirsizliği ortadan kaldırmaya, her şeyi kontrolümüz altında bilebildiğimiz kurallar çerçevesinde ve düzen içinde yapma gayreti içinde olduk.
Geleneksel dünyanın insanı da bu çabayı gösterir ama asla tam olarak başaramayacağını bilirdi.
Biz modernler, nasılsa bunun mümkün olduğu, şansın, tesadüfün tamamen ortadan kaldırılabileceği, her şeyin hesap edilebileceği zehabına kapıldık.
Modern zamanlar boyunca, kesin doğruların, mutlak kesinlikte bilginin eninde sonunda bilim tarafından üretileceği ve teknoloji sayesinde hayata geçirileceği inancı giderek her toplumda kök salıyor.
Ünlü sosyolog Zygmunt Bauman’ın bir ifadesinden söz etmek istiyorum:
“Modern aklın ötekisi, çok-anlamlılık, bilişsel uyumsuzluk, çok-anlamlı tanımlar ve olumsallıktır (contingency); muntazam sınıflandırmaların ve dosya dolaplarının dünyasındaki çok-anlamlılık. Modern aklın egemenliği, tanımlama ve tanımlamaları sabitleme iktidarı olduğu için, kesin bir tayinden kaçan her şey bir anormalliktir, bir meydan okumadır. Bu egemenliğin ötekisi, dışlanmış ortalamanın yasasının ihlalidir…”
Bu ifade, müphemliğin yanı sıra mutlaka olumsallığı da modern kesinlik arayışının karşıtı olarak ele almamızı ve bu kavramı dünyamıza yerleştirmemizi gerektiriyor. Müphemlik ve olumsallık, biz modernlerin zihin işleyişinin mutlaka yok edilmesi gereken kavramları olunca, günümüzde hoşgörüyü ve toleransı niye kaybettiğimizi, fanatizmin ve ırkçılığın niye başımızın belası olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz.
Bu yazıda modern zihnimizin kesinlik arayışını daha iyi anlayabilmek için ona bir de “dünyanın kontrol edilemezliği” açısından bakmak istiyorum.
Dünyanın kontrol edilemezliği
Günümüzde kesinlik arayışının ve her şeyi hesap ve kontrol edilebilir hale getirme çabasının had sahaya varması ama bunun yanı sıra olumsallığın ve müphemliğin alabildiğince ortadan kaldırılması, modern zamanları anlamak için kafa yoran birçok düşünürün dikkatini çekiyor.
Günümüz Alman düşüncesinin önemli temsilcilerinden Hartmut Rosa da bu konuyla ilgili olarak Dünyanın Kontrol Edilemezliği başlıklı önemli bir kitap yazmış. Rosa’nın modern zamanlarda kesinlik arayışının yanı sıra tüm tabiatı ve insanı, insan ilişkilerini kontrol etmeyi amaçlayan arzuyla ilgili şu tespitleri, son yazılarımızda ve şimdiye kadar söylediklerimizi pekiştirmede hayli işlevsel olabilir:
“Kendi arzularımız üzerinde hiçbir kontrolümüzün olmadığı ve aynı zamanda bu arzunun yapısı, yönü ve nesnelerinin sadece bir şans meselesi olmadığı, en katı ekonomik, bürokratik veya kavramsal referanslar için bile gayet açıktır… Cinsel olarak kimi arzuladığımız, bizi uyandıran ve çeken şey, kendi irademizin ötesinde bir şeydir. Aynı şekilde, yiyecek ve içecek, müzik ve edebiyat, giyim ve moda, nerede ve nasıl yaşamak istediğimiz, isteklerimiz, özlemlerimiz, sempatilerimiz ve antipatilerimiz ile birlikte bize basitçe ‘verilmiştir’. Eğer modernite, dünyayı kontrol edilebilir kılmaya yönelikse, bu düzenleme öncelikle libidomuz için kontrol edilebilir hale getirme arzumuzdan kaynaklanmaktadır…”
Rosa, modernliğin her şeyi hesap etme, kontrol etme şeklinde kendini dışa vuran kesinlik arayışını sırf insani arzunun niteliği nedeniyle imkânsız olarak görüyor ve buradan enteresan bir sonuca ulaşıyor:
“Arzu, henüz ulaşılamaz bir şeyi ulaşılabilir bir yere getirme isteği tarafından yönlendirilir. Ve belki tam da bu bize, modernitenin sınırsız yükselme oyununu, her şeyi ve herkesi kontrol edilebilir kılma çabasını, ihtiyaç duyduğu motive edici enerjiden yoksun bırakmanın ve bunu bir şekilde libidomuzla olan bağlantısını ‘kopararak’ yapmanın anahtarını sağlamaktadır. Benim iddiam, insan arzusunun temel yapısının ilişkiler için bir arzu olduğudur.[1] ‘Elimizde olmayan’ bir şeye ulaşmak ve ulaşılabilir kılmak istiyoruz. Bu şey yeni bir gitar, tablet bilgisayar, göl veya sevdiğimiz biri olabilir. Tüm bu durumlarda, arzu, arzulanan şeyle tepkisel bir ilişkiye girmeyi amaçlar. Bununla birlikte, her hâlükârda, arzunun, diğer kişinin içinde veya onunla birlikte ‘keşfedecek’ hiçbir şey kalmadığında, ona tüm özellikleriyle hükmettiğimizde ve kontrol ettiğimizde, ona tamamen sahip olduğumuzda sona erdiğini iddia ediyorum… Tam kontrol, arzuyu ortadan kaldırır. Oyunlar anlamsızlaşır, müzik çekiciliğini kaybeder, aşk soğur. Kontrol edilemezlik arzu açısından anlamsızdır, tam kontrol ise çekici değildir. Bu, dünyayla başarılı bir ilişkinin, şeyleri kontrol edilebilir hale getirmeyi değil, onları ulaşılabilir hale getirmeyi amaçladığı anlamına gelir. Karşıtımıza bir şekilde ulaşabilmeliyiz. Karşıtımız ne kararsız, dolayısıyla ne tamamen keyfi ne de tamamen kontrol edilebilir olmalıdır ve bu yapıdan canlılık deneyimini mümkün kılan bir yanıt ilişkisine girmek mümkün olmalıdır.”
Modern insanın açmazı: Kapitalizm ve fetişleştirme
Rosa’nın bu tespitleri, modern insanın ruh halini, nasıl bir açmazın içinde olduğunu da ele veriyor. Hem her şeyi kesin olarak bilmek hem de arzularımızın sürekli tatmin bulduğu bir hayat istiyoruz, üstelik bu ikisinin aynı anda gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu göremeyecek kadar bilincimiz sisli. Hani Milli Piyango reklamında “Size de çıkabilir ama bilet alınca” deniyor ve fakat “tüm biletleri almamalısın!” sözü saklanıyor ya, işte öyle bir haldeyiz.
Rosa, modern kültürün dünyayı ulaşılabilir kılma yönündeki özleminin her şeyi kontrol altına alma talebine dönüşerek büyük bir hata yaptığı kanaatinde. Ona göre bir başka hata da insan ilişkileri için olan temel insan arzumuzdaki ulaşılabilirlik ve kontrol edilebilirlik isteğinin, nesneler için bir arzuya çevrilmesi. Tüketimin ve meta kapitalizminin mantığı da bu arzumuza cevap vermeye çalışmayı esas alıyor ve ortaya dev bir fetişleştirme süreci çıkıyor.
“Arzu ettiğimiz nitelikler, nesnelere ve metalara (gemi turları, çöl safarileri, Ayurveda tedavileri vb.) atfedilir; istenilen doyum, (belirsiz ve ulaşılamaz) dönüşüm sürecinden değil, onların (güvenilir ve ulaşılabilir) sahiplenilmesinde aranır.”
Ancak insan satın aldığı ve dolayısıyla kontrol ettiği bu ürünlerle bir türlü tatmin bulmaz, kendini hakiki bir yaşantının içine bırakamaz, bu kez yeni bir ürüne yönelir: Kapitalizmin başardığı sihirli numara, tüketiciler olarak bizi, onları arzulamayı ve satın almayı bırakacak kadar değil, daha yeni ve her zamankinden farklı olanları doyumsuzca arzulayacak şekilde, sonsuz derecede tırmanan bir umut ve hayal kırıklığı sarmalında (aslında aradığımız şeyi asla bulamayacağımız) tüketiciler olarak bırakmaktır.
Modernite bize, dünyaya olağanüstü bir erişim ve kontrol sağladı. Çağdaş toplumda libidonun, yani yakıcı arzunun, ‘ateşli’ şehvetin azaldığına dair çok sayıda gösterge var; öyle ki birçok araştırmacı, duygu sonrası, cinsellik sonrası bir çağdan bahsediyor.[2] Onlara göre dünyamızdaki hayal kırıklığı, depresyon, dizginlenemez öfke ve şiddet artışından dünyayı saldırganca kontrol etmeye çalışma, ona sahiplenme ve tahakküm etme arzumuz yatıyor. Rosa, tüm bunlar nedeniyle dünyanın geleceğine dair büyük bir endişe içindedir. Bu tezine nükleer teknolojilerdeki sözüm ona gelişmeleri örnek verir. Kontrol edilemez olan bir canavar olarak geri gelmektedir.
Yapay zekâ ve robotları hesaba katmazsak
Rosa’nın tespitlerine temel olarak katılıyorum. Ama kolayca yapabileceği halde nasıl olup da giderek bir kumara benzeyen piyasaları, hayatımızı ve giderek fanatizmin girdabına sürüklenen riskli siyasi tercihleri bu bakışın içine yerleştiremediğine şaşırıyorum. Ben sadece insanın arzulayan, hayalleri olan, rüya gören bir varlık olması hasebiyle değil âlemin cevherindeki yatışmaz çelişkili yapısı nedeniyle de dünyanın asla kontrol edilemeyeceği kanaatindeyim.
Kendi adıma rastlantı ve zorunluluk üzerine okumalarımdan, gözlemlerimden ve yaşadığım tecrübelerden şöyle bir sonuca ulaştığımı söyleyebilirim:
Elbette kıyamet inancını ayrı tutarak, eğer hayatın ve tabiatın tıpkı bir insan gibi belli bir amaç ve akılcılık ilkeleri doğrultusunda hareket ettiğini düşünen bir dogmatik veya her ortaya çıkan şeyin bilinebilir ve belli bir nedeni olduğu düşüncesinde olan bir belirlenimci (determinist) değilsek rastlantıyı kabul etmek durumundayız. Şüphesiz hayatta da tabiatta da insan yaşamında da işleyiş, belli kurallar dairesinde ve bir düzen içindedir. Ama bu harikulade işleyiş içinde aynı zamanda an be an her görüntü değişir ve harikuladelik bu sayede katlanır. İşte bu değişikleri ortaya çıkaran, her şeyin birbirinin tıpkısının aynısı olmasını önleyen nedir diye baktığımızda bize hiç değilse dışarıdan ‘rastlantı’ olarak görünen, aynı anda ortaya çıkışı başka bir kavramla daha iyi açıklayamadığımız durumlar da vardır. Âlemin ve hayatın işleyişini tarif edebilmek için mütemadiyen sabit kalan ve dümdüz bir seyir izleyen bir akıştan ziyade sürekli bir oluş ve bozuluş (el-kevn ve’l-fesâd) süreci daha uygun düşmektedir.
Ancak Rosa da ben de dünyanın kontrol edilemezliğini öne sürerken bir ihtimali hesaba katmıyoruz. Yapay zekâ ve robotlar, insanı yenerse, teknoloji ontolojiyi ortadan kaldırmayı başarırsa, bildiğimiz, tanıdığımız insan tamamen yok edilirse dünya da büyük ölçüde kontrol altına alınmış olur!
[1] Rosa, bunun her ne kadar kendi iddiası olduğunu söylüyorsa da bu tam olarak böyle değil. Hegel, insani arzunun ayırt edici niteliğinin başkasının arzusunu arzulamak olduğunu yıllar önce söylemiştir. Psikanalitik nesne ilişkileri teorisyenleri, insan dürtüsünün tatmin değil, ilişki aradığı tespiti üzerine psikanalizi yeniden kurgulamıştır. Bu tespitleri biz de aşk ve karşılıksız aşk sendromu tablolarını ele alırken kalkış noktası olarak kullanmıştık. Ayrıntısı için bizim “Aşk Her Şeyi Affederse” kitabımıza bakınız.
[2] Rosa, duygu-sonrası, cinsellik-sonrası toplum tanımları için bazı Alman düşünürleri referans veriyor. Ancak duygu-ötesi toplum tanımının patenti sosyolog S. Mestroviç’e aittir. Mestroviç, Batı toplumunun Bosna’da uygulanan Sırp vahşetine karşı sessizliğini bu kavramla açıklar ve modern zamanlarda insanların duygusuzlaşmasını etraflıca analiz eder. Mestroviç’in çalışması konusunda bakınız: http://www.erolgoka.net/bati-toplumunun-olumcul-sessizligi/ ve http://www.erolgoka.net/duyguotesi-toplum/
Kaynak: fikirturu.com