Erol Göka ile çevre üzerine söyleşi
İnsan ve çevre bağlamında… Çevre dediğimiz zaman neyi anlıyoruz hocam? İnsanın çevresi nereden başlar?
Sizi önce hayal dünyanıza davet ederek başlayayım. İki yüz yıl önce Anadolu’da bir köy camiinden Cuma namazı çıkışı cemaatten bir kişiye “çevrenizle aranız nasıl?” diye sorduğunuzda bu kimsenin ne anlayacağını hayal edin lütfen. Bizimle aynı şeyi anlamayacağı kesindir değil mi? “Bizimle” dediğimize bakmayın, biz modernler de “çevre” dediğimizde ortak bir idrak noktasından hareket ediyoruz sanmayın. Kimi “tabiat” anlıyor, kimi kendi sitesini ve şehrinin çöp işlerini… Herkesin kendine göre “çevre”si var yani… İki yüz yıl öncesi insanına göre, özellikle “insan”la ilgili şeyleri idrakimiz noktasında, şirazemiz hayli kaymış durumda.
Neyse, modernliğe hiç bulaşmamış o kişiye sorduğumuz sorudan devam edelim. Allah’ın şanslı kullarındanız. Martin Heidegger, böyle bir soru sormak için uygun insan ararken, Eski Yunan’a ta Sokrat öncesi filozoflara kadar gitmek zorunda kalıyor.
Modern dil ve düşüncenin kendisi, neredeyse varoluşumuzu tümden kavramak için baş engel. “İnsan ve çevresi”, “insan ve kültür”, “insan ve tabiat”, “insan ve toplum” diyoruz mesela. Sanki insan bunların hepsinden müteşekkil, insan tabiatın bir parçası, kültürü ve toplumu yapan insan değilmiş gibi… İnsan, her zaman somut bir bütünlük içinde ama farklı kipliklerde yaşıyor hayatını.
Varoluşumuzun ayna anda var olan üç değişik boyutu var. Bunlardan ilkine “etrafımızdaki dünya” diyebiliriz. Kastettiğimiz, çevremizdeki nesnelerin, tabiatın dünyası. Maddi bedenimizden ayrı olarak biyolojik dürtülerimiz, içgüdülerimiz diğer canlılarla ortak olan yanlarımız bu dünyanın içinde. “Etrafımızdaki dünya” yanımız, tamamen tabiat kanunlarına ve doğum-ölüm, uyku-uyanıklık, arzulama-ferahlama gibi döngülere bağlı bir çerçeveyle mukayyet. Bilinç ve irade, buranın katı sınırları içinde pek bir işe yaramıyor.
İkinci dünyamızın temelini ise diğer insanlar oluşturduğundan ona “paylaşılan dünya” desek yeridir. Söz konusu olan insanlar, topluluklar, ilişkiler ve bağlar. Toplumsallığımızı bu yanımızla ifa ediyoruz. Birinci dünyamızdaki fizik ve biyolojinin kanunları kadar katı olmasa da buranın da toplumsal kurallar var. “Etrafımızdaki dünya” gibi kesin ve çerçevesi belirli değil ama buraya da uyum gerekiyor. Karşılıklı farkındalık, tercih, bilinç ve irademizle yürüttüğümüz için “paylaşılan dünya”, tam öyle olmasak bile özgür hissettiğimiz dünyadır.
Varoluşumuzun son boyutu, doğrudan doğruya bizimle ilgili olduğundan adına insanın “kendi dünyası” demek yerinde olur. Hani “bir ben vardır benim içimde” denilen, insanın kendi kendisiyle olan temasının varlık alanı burası, iç-dünyamız. Kendimizden, “ben kendim”, “özüm” diye bahsettiğimiz yer…
İnsan, aynı anda bu üç dünyada birden yaşar, hayat mücadelesini bu üç kulvarda birden sürdürür. Gerçekte asla bunlar farklı kiplikler değil, insanın aynı yer ve zamandaki farklı boyutları.
Hayli uzattım, kusura bakmayın ama “çevre”den ne anladığımı doğru ifade edebilmek için tüm bunları söylemek zorundaydım. “Çevre” dediğimizde insandan, insana ait cüzlerden birinden bahsettiğimizi netleştirmişsek, artık işimiz çok kolaylaşmıştır.
Toplumların, mimarilerin ve kent planlarının sene içerisinde bile değiştiği bir dönemde çevre kavramı sabit kalabilir mi?
Durun acele etmeyin. Siz “çevre”den hemen konuyu hatalı modernleşmemize getirdiniz. “Türk’ün Göçebe Ruhu”nda göstermeye çalıştığım, göçebe geçmişimizin hâlen süren etkisiyle nedeniyle mekânla ilişkilerimizdeki “iğretilik”e getirdiniz. Doğrudur; tüm psikolojimizi belirleyen mekânla iğreti ilişkilerimiz, mimarimizin, kentlerimizin de canına okuyor, çevremizi ve “çevre” kavramımızı sabit bırakmayıp tarumar ediyor. Ama sizi şaşırtmayı sürdüreyim, bunu bizim insanımız yapmıyor, eski göçebe ruhumuza uygun, tabiatla, insanlarla, kendimizle geçimli kentler kurma becerisi gösteremeyen yöneticilerimiz, okumuşlarımız, aydınlarımız yapıyor. Çare tıpkı batılılara gibi kentler kurmak değil ki!… Sorun onların kent anlayışıyla başladı. Biz onların titrek kopyalarını yaptığımız için, bizde ayyuka çıktı.
Sınırlarını somut ve soyut anlamda belirlediğimiz çevrenin sıhhatini günümüz insanı sağlayabilir mi? İnsanların münasebetleri zayıflamışken, insandan arî bir çevre düşünülebilir mi?
Ha şöyle, gel yamacıma… Tam da bunları sor, böyle şeyler konuşalım diye, uzun bir giriş yaptım. “Çevre” dediğimiz şeyin insan olduğunu anlatmaya çalıştım. Gelin biraz da “çevre psikolojisi”nin kavramlarıyla konuşalım: Çevre psikolojisi alanında, kimlik olgusunu fiziksel mekânla ilişkisi içinde kavramsallaştırma yönündeki çalışmaların büyük bölümü “kendileme (appropiation)”, “yer kimliği”, “mekân duygusu” ya da “köklülük”, “yere bağlılık” ve “mekâna bağlılık” gibi tanımlamalar çevresinde oluşmuştur.
Yer ya da mekân, insanın yoğun deneyimlerine sahne olan ve her birey için ayrı, öznel anlamlar taşıyan, kişinin yaşamını dolaysız olarak etkileyen ve biçimlendiren, bu nedenle de sosyal, duygusal ve davranışsal planda sembolik anlamlar taşıyan fiziksel birimler anlamına gelmektedir. Çevre psikolojisi çalışmaları göstermektedir ki içinde yaşadığımız mekân ve grup yaşantıları da duygusal yatırımlardan arî değildir.
Doğumumuzdan başlayarak duygularımızı kendi bedenimize, sevdiğimiz varlıklara, insanlara ve eşyaya yatırırız. Artık hayat şeklimizi, ideallerimizi, özlemlerimizi, mutluluğumuzu, ki derimizi bu duygusal yatırımlar şekillendirir. Yaşam çevremiz, kimlik duygumuzun sürekliliği ve istikrarına katkıda bulunarak “benim” dediğimiz; kişiselleştirilmiş, kendilenmiş, tanıdık kılınmış olmaları sebebiyle korumaya çalıştığımız eşyaları ve yerleri ifade eder. Bu psikolojik yapının merkezinde “ait olma” yatmaktadır. Kentlere, sokaklara ya da bazı genel mekânlara sahip olamayız, fakat onlara kendimizden pek çok şey katabiliriz; onlarda kök salabiliriz; bu aşinalık ilişkisi, onların kimliğini bizim kimliğimizle birlikte oluşturur ve kendiliğimizi, kimliğimizi onlarla tanımlarız. Hayatımızın bir parçası haline gelmiş olan mekân, giderek adeta ikinci bedenimiz hâline dönüşür.
Duygusal enerji yatırarak kendi bedenimizle başlayan sahiplenme yani kendileme süreci, fiziksel çevremize ve insanlara doğru genişleyerek devam eder. Sahiplenerek iç dünyamıza aldığımız, kendimizin hâline getirdiğimiz her yer, her kişi artık bizim bir parçamızdır.
Küresel bağlamda, bir paket olarak gelen fikir akımları var. Örneğin: çevre duyarlılığı, veganlık, feminizm ve bu çerçevede özgürlük. Türkiye üzerinde bu paketi nasıl okumalıyız?
Şart mıdır okumamız, kendimize baksak, kendi kitabımız okumaya çalışsak olmaz mı? Şaka bir tarafa, karşı-tezlerle uğraşmayalım. Bize ne onlardan. Karşı-tez, ne yaparsa yapsın tezi gündemde tutar ve güçlendirir. Ben onları kendi hallerine bırakalı çok oldu, artık kendi işime bakıyorum.
Farklı alt mesajlar bulunduran bu fikirlere karşı Türk milleti olarak nasıl bir savunma mekanizması geliştirebiliriz?
Çok kolay; mülakatı buraya kadar okuyanlara şöyle bir önerim olabilir mi? Youtube arama motoruna “Taiana Mitioglo Hederlez” (https://www.youtube.com/watch?v=0j7kZhtiIks) yazsınlar ve çıkan Hıdrellez şarkısını Gagauz Türkçesinden gözlerini kapatıp dinlesinler ama arada gözlerini açmayı ve güzel kardeşlerimize bakmayı ihmal etmesinler… Ve sonra düşünsünler, böyle şarkılar söyleyen insanlar olabilmek için, Türk ruhuna uygun davranabilmek için ne yapmamız lazım? Müslüman olduklarında nasıl “Boz Atlı Yol İyesi” nezdinde Gök-Tanrı için yaptıkları törenleri “Hıdrellez”e çevirdilerse (ayrıntısı için bakınız: http://www.erolgoka.net/turklernevruzvehizir/) şimdi ne yapmaları gerektiğine kafa yorsunlar…
Çevre sorunları gibi sorunlarla ilgilenen yapılanmalar bunların yanında toplum dizaynı için sebep arayanlar aynı zamanda. Bunu biliyoruz. Ama bunu yanında da yaratılanlara zarar veren bir hayat tarzını benimsiyoruz. Bu çıkmaza nasıl bir reçete sunabiliriz?
Reçete, “Türk-islam şehri” kavramında mündemiçtir. Ama nasıl yapacağız bunu? “Türk-İslam şehri” gerçek ama bunun nostaljik bir ütopya olduğu, yaşadığımız dünyada Türk-İslam şehrinin yerinde yeller estiği de bir gerçek. Modernlikle karşılaşmamız bizi yeniden galip gelene öykünmeye zorladı. Eğri oturup doğru konuşalım: Bizde şimdi şehir mehir yok… Modern Batı’yı eleştiriyoruz ama modern şehirlerin alasının Batı’da olduğunu da kabul etmemiz lazım. Onlardan öğreneceğimiz çok şey var. Önce öğreneceğiz, sonra kendi tarihsel uygarlığımızın ırasına yaslanarak yeni alternatifler geliştireceğiz ve onları geçeceğiz. Yolumuz çok ama çok uzun…
Ama her halukarda yolumuzun başlangıcı, insan ve tabiat anlayışımızı en baştan idrak etmeye çalışmak olmalı… Uygarlaşırken bunu tabiatı köleleştirerek, doğayı sömürerek mi yapacağız yoksa tabiatı, doğayı eşimiz gibi mi göreceğiz? Birinci soru budur. Modern Batı uygarlığına kadar tüm uygarlıklar, özellikle İslam uygarlığı doğayı eş olarak görmeyi başarabildi; ama bugün biz modernler, maalesef doğaya eşimiz gibi davranmıyoruz. Bunu da Batılılardan öğrendik. Şimdilerde pek moda olan, sizin de biraz önce andığınız “modern doğalcı romantizm” dediğim akımlar da Batı’dan çıkıyor ve bize yanlış şeyler öğretmeye devam ediyor. Bunlara hiç yüz vermeyelim ve düşünmeyi sürdürelim. Bizim uygarlığımızın, Türk-İslam şehrinin, ki şu an coğrafyamızda ve zihinlerimizde yalnızca kalıntıları var, doğayla barışık yaşamayı bildiğini öne sürüyorsak, boş böbürlenmeleri bırakıp şimdi onları kanıtlamamız, onlardan yararlanmamız; buna kafa yoran düşünürlerin, mimarların ve sanatçıların yetişmesi lazım.
Dünyada bugün çeşitli duyarlılıklar söz konusu, ama bunlar konuşulurken insan ahlakından bağımsızmış gibi bir görüntü de var. Peki, konu ne zaman ahlaka gelecek? Her toplumun da kendine özgü ahlaki değerleri olduğunu düşünürsek…
Kardeş, bana bu kadar yazıp çiziyorsun, kitaplar yazdın, ne üzerineydi tüm bunlar bir kelimeyle formüle et desen, “ahlak” diye cevap veririm. Şaşkın Sartre, Heidegger’i hiç anlamaz ve “varoluş, özden önce gelir” diye saçma sapan bir motto ortaya atar ya önce gelen “ahlak”tır aslında. Ahlak problemi, “öteki”ni algıladığımız andan itibaren başlar, “öteki”ne ne yapacağımız ile devam eder ve biz kendimizden önce “öteki”ni algılarız. Her toplumun kendine özgü ahlaki değerleri var gibi görünür doğru ama bu yalnızca görüntüdedir. Ahlak, evrenseldir tıpkı dinimizin tüm insanlara vahyedilmesi gibi… Çıkış ahlaktadır; “öteki”ne ne yapacağımızdadır. “Öteki”, insandır, toplumdur, tabiattır, canlıdır, cansızdır. “Öteki”, “vicdan” olarak içimize yerleşmiştir. Bunları anladığımızda “Mutlak Öteki”ni, O’nun alemindeki devri daimde küçük bir nokta olduğumuzu da idrak ederiz.
Kaynak: İkinci Kat Dergisi