Erol Göka ile şehre, şehir yaşamına ve şehir insanına dair
- Hocam müsadenizle, konunun ortasından başlamak istiyorum. İsmet Özel “Şehrin insanı, şehrin/ kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin” diyor. Kimdir, nasıl biridir şehrin insanı?
Öyle bir yerden başladın ki dostum, yıllardır kafamın içinde zonklayıp duran, zihnime yön veren dizlerindendir büyük şairimizin. Hatta “Şehrin insanı” başlıklı bir yazı bile yazdım.
Para ekonomisinin doğal bir uzantısı, dünyanın büyük kentlerindeki insan manzaraları… Georg Simmel, 1900’lerin başlarında anlatmaya çalışmış metropol insanını ama tespitleri bugün için de ayniyle vaki. Bakın neler diyor:
Modern metropol insanı asabidir. Kent hayatının uyaran bombardımanı altında kaldığından, toplumsal ve fiziksel çevresiyle arasına mesafe koymaya çalışır, nevrastenik bir kişiliğe bürünür. Kasabada yaşayan insan, hemen herkesi tanır ve olumlu bir ilişki içerisindedir. Böyle bir tabloyu her gün yüzlerce kişiyle karşılaştığınız şehir ortamında gerçekleştiremezsiniz. Yapmaya kalksanız iç-dünyanız paramparça olurdu. Metropol hayatının üstünkörü temaslarla gelip geçişi karşısında insanlar haklı olarak güvensizliğe kapılır, diğerleriyle aralarına mecburen mesafe koyarlar. Büyük kentlerde yıllardır komşumuz olan kimselerin nasıl insanlar olduklarını bile çoğu kez bilmeyiz. Bu yüzden kasabalılar, metropol insanını, soğuk ve ruhsuz bulurlar.
“Para kültürü, hayatın kendi aracına tutsak düşmesi anlamına gelir.” Sürekli uyarılmış bir halde yaşamak, para ekonomisinin tesviyesinden geçip durmak, sonunda kent insanını boş vermişliğe, alaycılık ve ciddiyetsizliğe, bıkkınlığa, bezginliğe sürükler. Bıkkınlaşır, “Uyarılan sinirler, öylesine uzun bir süre boyunca bütün güçleriyle tepki vermeye zorlanmıştır ki, artık hiçbir şeye tepki vermez olur… Onun gözünde her şey, aynı donuklukta, aynı griliktedir. Hiçbir şey uğruna heyecan duymaya değmez.” Bu ruh halini, ancak aşırı heyecan ve şiddetli arzular arada bir bozabilir. Arzuların tatmini, geçici bir rahatlama sağlasa da, kısa bir süre sonra yine eski duruma dönülür.
Mesafe koymakla ve bıkkınlıkla kalınsa iyi… Kent hayatının cangılında, kalabalıklar karşısında insan, kendisini dünyayı ve diğer insanları değersizleştirerek korumaya yeltenir, akrabalarını, komşularını bile görmezden gelir. Gözleri gören ama kulakları işitmeyen birisi olur çıkar. Hal böyle olunca, “nedeni ne olursa olsun, yakın temas durumunda her an nefrete ya da kavgaya dönüşebilecek hafif bir hoşnutsuzluk, karşılıklı bir yabancılık ve tiksinme hissi” de belirir. Ama ne yaparsa yapsın nihayetinde onlara benzer, metropolde herkes birbirine benzer, hayat birörnekleşir.
Birörnekleşmeye karşı tek çaresi, kendine gömülmek, sadece kendisine inanmaya başlamak, yanı sıra giysisiyle tavrıyla, en kısa sürede, en çarpıcı ve abartılı biçimde farkını göstermeye çalışmaktır. Tuhaflaşmış, tavırları yapmacıklaşmış, sivrileşmiş ne gam! Farklılığıyla dikkat çekmeyi başarabiliyor ya… Kalabalıklar içinde bedenler birbirine yakınlaştıkça, mekânlar daraldıkça herkesin kendi labirentinde yaşadığı metropolde ruhlar, nefes almak için birbirinden uzaklaşır, yalnızlaşır.
Tüm bunlara rağmen insanlar bir sistem içinde bir aradalarsa, bizi biz yapan hiçbir şey yok burada deyip dağılıp gitmiyorlarsa hep “para” sayesindedir. Metropoldeki sıkı sıkıya örülmüş toplumsal ağın örümceği para…
Simmel, para ekonomisinin çekip çevirdiği kent hayatındaki bu trajedinin, yabancılaşmanın yalnızca sanatla aşılabileceği kanaatindedir. Ne ki biz Simmel gibi sanatı çıkış yolu olarak görmekle yetinemeyiz. Bir yandan ülkemiz “büyük şehirler Türkiye’si”ne dönüşürken bir yandan insanımız ruhunu grileştiren para ekonomisinin içine gark olup ne yapacağını bilmez hale düşerken Müslüman maneviyatını koruyup sürdürmenin nasıl mümkün olacağını düşünmek mecburiyetindeyiz. “Bireylerin para hırsına sahip olmadıkları hiçbir çağ, hiçbir dönem yoktur, ancak bu arzunun en yoğun ve büyük olduğu zamanların, bireysel tatminin en mütevazı olduğu, örneğin dini duyguların varoluşun nihai amacı olarak yüceltilmesinin gücünü kaybettiği dönemler meydana geldiği söylenebilir.” Böyle diyor Simmel. Batı treni kaçırdı ama bu tespitinin henüz para ekonomisine tam esir düşmemişken bize ip uçuğu verdiği kesin… Ne yapıp edip para ekonomisine teslim olmamalı, varoluşumuzun nihai amacı olarak dini duygularımızı yüceltmeyi sürdürmeliyiz.
- Her şehir kendine özgüdür diyebilir miyiz? Şehirlerin insan kimliği, şahsiyeti ve hayatı üzerine ne gibi etkileri vardır? Mesela Denizli’de doğup büyümüş biriyle Ankara’da doğup büyümüş birisi farklı mıdır?
Elbette her şehir kendine özgüdür; hele bizim gibi şehirlerin oluşumu ile Anadolu’ya gelişimiz ve göçebelikten yerleşikliğe geçişimizin tarihinin kesiştiği coğrafyalarda, şehrin kimliği, bireysel kimliğimizde daha etkin hatta belirleyici bir rol oynar. Şehirlerin tarihi binlerce yıla dayanan Batı’da pek böyle değildir. Şehir hayatının kendine özgü ilke ve kuralları, kapitalizmin, para ekonomisinin, modernliğin egemen olduğu tarihsel koşullarda hemen her yerde iyice benzer bir hayatı dayatmaya başlamıştır. Şehirler birbirlerinden ancak mekânsal ve varsa ekonomik işbölümünün getirdiği organizasyonlar açısından küçük farklılıklar gösterir. Bizde nereli olduğun, tarihini, aşiretini, şiveni, hatta inanç farlılıklarını, melez kültüre yatkın olup olmamanı ve daha birçok şeyi belirler. Türkiye’nin kuzeyinden mi güneyinden mi, doğusundan mı batısından mı olduğun, yüzündeki benden daha etkilidir, halini, tavrını, konuşmanı, yüzünün kavrukluğunu, bedeninin biçimini, bedenini taşırken aldığın şekli belirlemede. Evet, nepotizm çok büyük derttir toplumsal psikolojimizde; büyük şehirlerimizdeki hemşeri dernekleri milli kimliğimizi hem güçlendirir hem liyakat sistemine engel olarak zedeleyici bir etki yapar. Ama n dersek diyelim, apaçık gerçeklerimizdendir.
- Sık sık özellikle büyükşehirlerde boy gösteren çok katlı, devasa büyüklükteki bina ve yapıların rahatsız ediciliğinden söz ediyorsunuz. Türklerin göçmen ruhuyla, bu yapıların hızla şehirlerimizde yayılması arasında ilişki kurabilir miyiz? Türkler modernleşti mi?
Sorma dostum, kabuk bağlatmaya çalıştığım yaralarımı kanatma diyeceğim ama bunları bizden başka kim konuşacak? Asıl dertlerimiz bunlardır ama maalesef akademi dahil herkes, kenarından dolaşıyor asla konuşulması gerekenleri konuşmuyor.
Evet, belirttiğiniz gibi şehirlerimizde, şehirciliğimizde büyük dertler var ve ne kadar üstünü örtmeye, görmemeye çalışsak da bu dertler, bizim tarihsel psikolojimize, göçebe ruh halimize uygun şehirler kurmaya çalışırken, bir “Türk-İslam şehri” geliştirmeye uğraşırken bir anda modernleşmenin meydan okumasıyla karşılaşmamızla çok alakalı. “Hızlı modernleşmeye maruz bırakılmak”, başta şehirleşmeyi becerememek olmak üzere birçok derdimizin temelinde yer alıyor. Modernleşmemiz asla tamamlanmadı, tam tersine göçebelik zamanlarından kalma alışkanlıklarımız hızlı modernleşmenin getirdiği sorunlarla birleşerek sürüyor. Mesela bugün birçok ilimizde süren yaylaya çıkma adetinin ve yayla şenliklerinin göçebelik zamanlarının bakiyesini taşıdıklarını görmemek mümkün değil. Şehir hayatımızdaki sürekli mesken değiştirmemiz ve bir türlü bir şehir planında sebat etmememiz göçebelik mirasımız nedeniyledir. O mahalleden bu mahalleye, şu şehirden bu şehre taşınıp duruyoruz; yollarımızda, yerleşimlerimizde kazılar bir türlü bitmiyor. Bugün en gelişmiş kentlerimizde dahi oradan oraya taşınmayı, yazları yaylaya çıkmayı, bayramda seyranda hemen soluğu köyümüzde almayı sürdürmemizde; bir türlü Batı usulü tatil fikrini yerleştiremeyişimizde, kentlerde modern bir yaşam içindeymiş gibi gözüksek de, ev içi yaşantımızı adeta çadırda yaşıyormuşçasına evin bir odasında devam ettirip en güzel eşyalarla donattığımız salonu misafirler için ayırmamızda, geceleri uymak için yer yatağı açıp sabah onları yüklüklere kaldırmamızda; çoğumuz ekonomik koşulların dayatmasıyla yapsa bile, unumuzu bulgurumuzu, yufkamızı, tarhanamızı, pastırmamızı, sucuğumuzu köyümüzden getirmemizde; ağız tadımızın biçimlenmesinde eski psikolojimizden izleri belirgin biçimde görmek mümkündür. Çadır yaşantısıyla bugünkü yaşantımız arasındaki benzerlik noktaları ayakkabıların dışarıda çıkartılması, duvarlara halı asılması, bahçede, balkonda domates, biber yetiştirmeye bayılmamız vs. gibi daha birçok etkinliği kapsayabilir. Beşeri bilimlerde “bireyselleşme” ve “otoritenin içselleşmesi” kapsamında ele alınan tüm içeriklere uygun olmayan, bizi başkalarının hatta birbirimizin “kaba saba” diye nitelediği, çağdaş yaşama uymadığını söyleyerek kınamaya yeltendiğimiz tüm tutum ve davranışlarımız, aslında göçebe geçmişimizin bugünle uyuşmayan miraslarından başka bir şey değillerdir. Ülkemizdeki trafik keşmekeşinde de bir türlü modernliğe uyum sağlayamayan göçebe geçmişimizin payının bulunduğunu da söyleyebiliriz. Gösteriş ve şatafat merakımızı trafikte de sürdürmekten, otomobile ata biner gibi binmekten, yollarda arazideymiş gibi davranmaktan, modern uygarlık ürünlerine alışamamaktan, göçebelik kalıntısı bir aymazlıkla başkasının haklarına riayet etmemekten bahsedebiliriz.
Sakın yanlış anlaşılmasın, eleştirmek için değil sorunları gösterebilmek amacıyla böyle eleştirel, ironik bir dil kullanıyorum. Kendi adıma insanımızdan asla rahatsız değilim ama onları nasıl bir hayata mecbur kıldığımızı göstermek için bunları söylemek zorundayım. Kabahat varsa, kendine özgü modernleşme, bize uygun şehir hayatı üzerine kafa yormayan bizlerde, aydınlarda, okumuşlarda ve yöneticilerdedir. Biz eleştirel olmazsak, yeni alternatifler aramazsak elbette şehirlerimizde rant ekonomisinin kuralları işlemeye başlar, mimaride de çirkin, sonradan görmeci örnekler şehirlerimizi çirkinleştirmeyi sürdürür.
- Şehirlerin gayriinsani yönde büyümesini nasıl yorumlamalıyız? Herkes -hiç olmazsa benim karşılaştığım kişiler- bu tür bir modernizmden şikayetçi; plansız büyüme ve dikey mimarinin sevimsizliğinin bir şekilde farkında. Ama bunun önüne de geçilemiyor. Sizce neden?
Anlatmaya çalıştım; maruz kaldığımız bir uygarlığı benimseye çalışırken neye uğradığımız şaşırdık. Aydınımız, okumuşumuz, yöneticimiz ne yapacağını bilemedi. Batı’da varsa hepsi bir anda bizde de olsun istedik. Fazlaca düşünmeden kopyacılığa, kolaycılığa sarıldık. Tüm bunlar, siyasi ve ekonomik çıkar çatışmaları, göçebe ruhumuzdan getirdiğimiz olumsuzluklarla birleşince ortaya devasa bir şehir arabeski çıktı. Şimdi de debelenip duruyoruz. Güçlü bir aydın ve sanatçı muhalefeti olmalı ki, insanımız da aklıselimle birlikte zevki selimi de kaybettiğini zaman içinde görebilmeli ve yöneticileri daha güzel ve yaşanılır şehirler için zorlamalı. Yine bir yanlış anlaşılma olmasın diye uyarmalıyım: Bizim aydınımız ve okumuş, iki arada bir derede kalmış insanımızla alay etmeyi, dalga geçmeyi eleştiri sanıyor. Oysa o eleştiri değil, aydın yozlaşmışlığıdır. Kastım o değildir. İnsanımıza ve tarihsel mirasımıza sahip çıkarak alternatif arayan, sorumlu tutumdur aradığımız.
- Kahramanmaraş’ı sevdiniz mi? Kahramanmaraş’ta sizi şaşırtan şeyler oldu mu? Nelerdir?
Maraş sevilmez mi, Maraşlı sevilmez mi, niye “kahraman” dediğimiz gerçeği, dostlarımın çoğunun Kahramanmaraşlı olması hakikati, sonra gelip benden hesap sormaz mı? Kahramanmaraş, kahramanlığıyla, dondurmasıyla zaten ülkemizde herkese aşikar olan bir olgudur. Şehrin sanat ve edebiyat hayatının tüm ülke için ana kaynaklardan birisi olduğunu da bilmesi gerekenler bilir. Benim için hala muamma olan şey ise Maraş kökenli şair ve yazarların yeni Türkçeye, dilde arılaşmaya olan ilgi ve meraklarıdır. Şehre ziyaretim sırasında “Yedi Güzel Adam Edebiyat Müzesi”ni gezerken bu soru zihnimde tekrar depreşti. Kahramanmaraş eski çarşısının aynen korunarak yaşatılması ve halkın kurtuluş gününe canı gönülde sahiplenmesi ve katılması en şaşırdığım hususlardandı. Şaşırıp üzüldüğüm şey ise, Kahramanmaraş’ın çok güçlü bir gastronomi kültürüne ve doğal güzelliklere sahip olmasına rağmen bunun çok bilinmemesi… Ama inanıyorum ki, bunlar kolayca aşılacak. Kahramanmaraş, tarihi şehri azami ölçüde koruyarak şehri tanıtacak, benim hala tadı damağımda kalan “eli böğründe” gibi lezzetlerini, tıpkı dondurması gibi dünyada bilmeyen kalmayacak…
Röportaj: Ömer Yalçınova
Kaynak: Evelahir Dergisi, Sayı:10, Yaz 2022