Erol Göka’nın yeni eseri çıktı: Aile ve Aşk Üzerine
Erol Göka, aile ve aşk konularını derinlemesine ele aldığı yeni kitabı “Aile ve Aşk Üzerine” ile okuyucularıyla buluşuyor. Kapı Yayınları’ndan çıkan bu eser, insan ilişkilerinin en temel yapı taşlarına dair analizler sunuyor.
İçindekiler
ÖNSÖZ
BÖLÜM I: AİLE NEDİR?
Aile nedir?
İnsan dünyaya “aile” olarak geldi
Aile karşıtlığını anlamadan aile savunulamaz
Teknomedyatik dünya aile bağlarını çözüyor
Günümüzde kadın-erkek ilişkilerinin halleri
Modern hayatta ailede değişen roller
Yenidünyada çocukluğun ve gençliğin halleri
Gençlerimizi anlamıyoruz; onlar app kuşağı
Akıllı aygıtların elinde tutsak gençlerimiz
Genç kalmanın yüceltilme çağında yaşlılık
Artık aşka geçebiliriz
BÖLÜM II: AŞK NEDİR, NASILDIR BİLEN VAR MI?
Nedir şu aşk?
Aşk da insan da kimyada ibaret değildir!
Sağlıklı aşkın ilk şartı: Sevme becerisi
Aşkın felsefesi ve psikolojisi
Aşkı nasıl yaşarız?
Aşkın aşamaları ve bitişi
Her kişiliğin aşkı yaşaması farklı, bazısı hastalıklı
Aşk hakkında bitmeyen sorular
SONSÖZ
KAYNAKÇA
ÖNSÖZ
Bugün, insanlık tarihinin önceki devirlerine benzemeyen, oldukça değişik bir dünyada yaşıyoruz; başkaları başka adlar veriyorlar biz “teknomedyatik dünya” diyoruz. Geleneklerin egemen olduğu eski zamanlardan hatta yirmi-otuz yıl önceki modernlik günlerimizden adeta eser yok. Ama elbette bugünlere iki yüzyıl önce Batı’dan başlayan modernliğin doğal sonucu olarak gelindi, insanlık tarihindeki müthiş değişimin hikâyesi iki yüzyıl önce Batı’dan başladı. Bugün gelinen noktada özellikle enformasyon (bilişim) ve biyoteknoloji alanındaki yüksek teknoloji ve medya baştanbaşa hayatlarımızı kuşatıyor, zihniyet yapılarımızı biçimlendiriyor. Bilimsel keşifler ve teknolojik imkânlar, hayatlarımızı daha dün hayal bile edemeyeceğimiz şekilde değiştiriyor, kolaylaştırıyor ama bir yandan toplumumuzu ve psikolojimizi de allak bullak ediyorlar.
Bazıları bilimsel ve teknolojik gelişmelerin kendilerinin de büyük risk oluşturduğunu, dünyanın kıyamete sürüklendiğini söylüyor ama bize göre yaşadığımız zamanların asıl tehlikesini toplumdaki ve psikolojilerimizdeki henüz gideceği yeri kestiremediğimiz değişiklikler oluşturuyor. Modern zamanlarda aldığımız riskler o kadar fazla ki bazı düşünürler, yaşadığımız topluma “risk toplumu”[1] diyorlar. Göz gözü görmüyor, ağzı olan konuşuyor. Tüm eski yapılar sökülüyor, ideolojiler, büyük anlatılar yıkılıyor. İnsanlığın büyük bir ahlak ve maneviyat krizi yaşadığından bahsediliyor. Hakikat bir tane değil artık herkesin kendisine göre doğrusu var. Cinsel kimliklerimizin temelleri büyük sarsıntı geçireli epey zaman oluyor. Kadınlar ve erkekler olarak farklı gezegenlerden geldiğimiz söyleniyor. Yetmiyor, cinsel kimliklerin sadece biyolojik bakımdan değil toplumsal olarak da şekillendiğinden yola çıkılarak “çocukların cinsel kimliklerini tercih edebilecekleri”nden bahsediliyor. Bahsedilmekle kalmıyor, tablo hukuka taşınıyor, çocukların tercihine göre cinsiyet değiştirme hakkı yasalaştırılıyor.
Velhasıl iki yüz elli yıl önce başlayan süreç, günümüzde çok daha büyük bir ivmeyle şiddetlenerek sürüyor. “Katı olan her şey buharlaşıyor.” Dünya elimizin altından kayıp gidiyor. Nereye tutunacağımızı bilemiyoruz.
Bugünün dünyasında ortaya çıkan değişikliklere ister iyi ister kötü diyelim, galiba tek bir şeye itiraz edemeyiz. Bu dünyanın daha fazla barış ve adalete, daha fazla sevgiye ve merhamete ihtiyacı var. Daha düne kadar “öteki” sayesinde kendimizi ve Varlık’ın hakikatini tanımak için fırsatlar sunulduğuna inanıyor, bu minval üzere yazılar okuyor, filmler seyrediyorduk ama bir süredir “öteki”nin güvensizlik, tedirginlik ve kötülük kaynağı olduğunu ima edip duran düşüncelere alış(tırıl)ıyoruz. Gazze soykırımı ve direnişi sayesinde yaşadığımız dünyanın kendisinin olmasa bile insan hakları vb. söylemlerinin yalan olduğunu hepimiz ayan beyan gördük. Ayağımızın altındaki toprağın sallandığını, kaydığını her geçen gün daha derinden ve endişeyle hissediyoruz.
Toplumsal yapılar ve psikolojilerimiz günümüzde bir deprem, bir alt-üst yaşıyor; kadın-erkek ilişkilerinde bir anda karşımıza çıkan radikal değişikliklerle, toplumsal cinsiyet, cinsel kimlik konularının meydan okumalarıyla belki insanlık tarihi boyunca ilk kez böylesine maruz kalıyoruz. Bize göre insanlığı bugüne kadar getiren gemi, en çok aile ve mahremiyet ilişkileri alanında yara alıyor. Kadın-erkek ilişkilerinde yaşanan değişiklikleri, mahremiyet dönüşümlerini çok olumlu bulan, hiç kaygılanmadan süreci akışına bırakmamız gerektiğini söyleyen, ailenin yıkılmasını umursamamamızı, “gay ilişkileri”ni model almamızı ciddi ciddi öneren Antony Giddens[2] gibi günümüz düşünürlerin açtığı kaygan yolda inanılmaz bir hızla ilerlemeyi sürdürüyoruz.
Düşünürümüz Abdurrahman Arslan, “İslam’a göre toplumun en küçük birimi birey değil ailedir. İslam’a göre insan yeryüzüne yalnız gelmemiştir. Yani insan, yani Hz. Âdem ve Hz. Havva yeryüzünde bir sınama-yanılma, bir flört sonucu aileyi icat etmemişlerdir. Bizim inancımıza göre Âdem ve Havva bir aile formu içinde dünyaya gelmişlerdir”[3]diyor. Arslan, kendi inanca göre bakışını dile getiriyor ama ben Arslan’ın bakışının bilimsel olarak da doğru olduğu, İnsanın aile olarak dünyaya geldiği ve aile yapıları değişmekle birlikte, aileyi oluşturan temel unsurların her tarihsel dönemde aynı kaldığı kanaatindeyim. Ailenin ve toplumun insan varoluşunun, ontolojik yapısının tezahürleri olduğunu, bu nedenle insana sahip çıkmamız, aileye siper olmamız gerektiğini düşünüyorum. Kırmızıçizgilerimiz bellidir: İnsanın ontolojisini zorladığı zaman teknolojiye, onun görünümü olan ailenin temellerine zarar verdiği zaman toplumsal değişime, “orada dur!” deyip ne olup bittiğine iyice bakmalıyız. Dahası Müslüman toplumlar ve kültürler dışında aileyi açıkça savunacak güçlü bir sesin de kalmadığı şeklinde bir düşünceye de sahibim.
2005 yılında vefat eden, Protestan inançlarını akademide cesurca ve kaliteli biçimde savunabilen, üstelik hoşgörü ve uzlaşmacı fikirleriyle laikçi Fransız elitistlerini sigaya çeken büyük âlim Paul Ricoeur da sanıyorum benimle aynı kanaatte: ”Baş örtmeyle ilgili olarak, genç Müslüman kızlarına bir çözüm önerememiş olmamızın da beni şaşırttığını itiraf ediyorum… Hıristiyan bir kız okulda dilediği giysiyle dolanabilmesine karşılık Müslüman bir kızın başını örtme hakkının bulunmayışında gülünç bir şey olduğunu düşünmeden edemiyorum… Banliyölerimizde, cemaat yapısı din sayesinde canlı kalmış Müslüman ailelerinde görülen direnme gücü, kültürümüzün parçalanmış kesimi için bir şans olabilir… Müslümanlarda bozulmadan kalmış olan şey, bizler için umut verici bir öğe olabilir” diyor Riceour. Bize de toplumsal cinsiyet ve haklar tartışmalarında yanında durmamız gereken yeri, yani “aile”yi işaret ediyor[4].
Elbette bizim gibi endişe içinde olanlar da var. Bazı ruh sağlığı profesyonelleri ve düşünürler, modernliğin bilim ve teknoloji alanında müthiş ilerlemeler getirmesine rağmen kadın-erkek ilişkilerinde aynı başarıyı sağlayamadığını hatta insanlığın yönünü tarih-öncesi barbarlık devirlerine döndürdüğünü söylüyorlar. Nasıl olup da coşkulu bir aşkla başlayan evliliklerinin giderek artan şekilde çoğunluğunun hunhar davranışlarla ve boşanmayla bittiğini, oysa geçmişte “görücü usulü”yle yapılan evliliklerde, aynı çatı altında yaşamaya itilmiş çiftlerin hangi nedenlerle birbirlerini sevmeyi öğrenebildiklerini anlamayı kendilerine dert ediniyorlar.
Yine kimi düşünürlere göre, kadın-erkek ilişkilerinde yaşanan kaosun sorumlusu, yakınlıkları değil cinsiyetler savaşını destekleyen, “postmodern kültür”dür. Postmodern kültür, biyolojik ve liberal rekabet ilkelerini kışkırtıyor, bu yüzden duygusal ortamda kıtlık baş gösterirken çiftler arasındaki iktidar mücadelesi artıyor. Üstelik bu iktidar mücadelesi, ne olduğu hep müphem kalan bir “sevgi” maskesi altında gizleniyor. Demokrasiyi tüm yaşama ve aile içine yaymak amaç edinildiği halde, ailede, eşler ve kardeşler arasında da tıpkı toplumda olduğu gibi rekabet, birbirini alt etme hırsları yayılıyor. İnsanlar birbirlerinin yüzlerine gülüyor ama alttan alta birbirlerinin gözünü oyuyorlar.
İşte tam da bunlar yaşanırken aşka ve aileye bakmak istedik. Baktık ve gördüklerimizi “Kadınlar, Erkekler, Âşıklar” ve “Aşk Her Şeyi Affederse” kitaplarında dile getirdik. Bu sayede geçmişle bağımızın koptuğu, geçmişin ve geleneğin horlandığı zamanımızda geçmişle, insanlık tarihiyle bağımızı yeniden kurmaya çalıştık. Aşk da aile de, insanlık tarihi boyunca bu dünyadan gelip geçmiş insan kardeşlerimizle yegâne ortak noktamız, insanlığın, insan olmanın en aşina izlerini taşıyan yaşantıları içeriyordu.
Aşk bizi hep umutlandırdı, insanın yarını adına ona hep güvendik ama yaşadığımız zamanlara ilişkin kaygımızı aşk bile gideremedi. Çünkü evet, aşk “öteki”ne karşı en yoğun olumlu duygular, düşünceler, hayaller öbeğiydi; onun sayesinde “öteki”nin kıymetini anlıyor, varoluşumuzun hakikatine uzanma imkânı yakalayabiliyorduk. Tamam, ama aşk, “öteki”ne karşı sorumluluklarımızı bize hatırlatıp durmakla mükellef olan ahlaki duyarlılıkla ve bir idealler-değerler fideliği olarak işleyen aile hayatı ile bir arada değilse insanın, insanlığın aleyhine işlemeye başlıyor, tanınmaz hale geliyordu. Aşktan ve arzudan yola çıkıp evliliğin insana aykırı olduğu vs. türü tezler ortaya atılıyordu.
“Aşk Her Şeyi Affederse” kitabında ise aşkın ahlakla bağlarının her geçen gün daha da koptuğu, “Aşk her şeyi affeder mi?” diye şarkılar söylenen, sadakatsizlikle aşkın aynı yerde olamayacağını bir türlü anlayamamış dünyamızı anlamaya çalıştık… Ruhlarımızın bir türlü huzur bulmadığı, birbirimize güvenimizin giderek azaldığı, çoğumuzun şüphe içinde kıvrandığı bu dünyaya daha fazla barış ve adalet, sevgi ve merhamet katılabilmesi için, aşkın asla tek başına yeterli olmadığını çoktan öğrenmiştik. Birbirimizin kıymetini bilmeden, birbirimize güvenmeden, insan olmanın, dayanışmanın tadını almadan yani ahlak olmadan daha fazla yol alamazdık. Aşkın tekrar “Hakka erdirici” niteliğine kavuşabilmesi, hak ettiği yeri hayatlarımızda alabilmesi için nasıl bir dünyada yaşadığımız konusunda daha çok kafa yormalı, aşka daha çok ahlak karıştırabilmeliydik. Ama nasıl yapmalıydık bunu? Birçok kavramı gözden geçirmek, “kalp” gibi, “merhamet” gibi modası geçmiş ilan edilen ve bir kenara atılan kavramları tekrar gün yüzüne çıkarmak gerekiyordu. “Kalpten: Varoluş Merkezimiz Kalp ve Temel Eylemi Merhamet” kitabını bunun için kaleme aldık. Aşkın, hakikatten, estetikten, erdemlerden ve ahlaktan bağımsız ele alınamayacağını ortaya koymaya çalıştık.
Şimdi insanın hem toplumsallığının hem insanlığının bu en vazgeçilmez iki kavramını birlikte düşünebilmek ve nereye doğru yol aldığımızı görebilmek için, aile ve aşk üzerine eski yazılarımızı gözden geçirerek ve gerekli ilaveleri yaparak yeniden karşınızdayız.
Sadece aile ve ailenin önemi üzerine vurgu yapan bir muhafazakârlık, sadece aşk merkezli geleneksel bakışa övgüler düzen bir nostaljik dil şüphesiz yolumuzu aydınlatmada çok işlevsel olamayacaktır. Ailenin ve kadın-erkek ilişkilerinin nereye doğru yol aldığını görmeden, anlamadan geleneksel dünyanın anlayışının altını çizip durmanın yararı bir yere kadardır. Hala aynı yolda ısrarcı olursak bu yürümek değil gerçeklere gözlerimizi kapamak manasına gelir. O nedenle değişen dünyada ailenin durumunu, ailedeki değişen rolleri, çocuklarımızın ve özellikle gençlerimizin bilişim teknolojilerinin hayatı klonladığı teknomedyatik dünyadaki hallerini, daha düne kadar evimizin, ailemizin bir parçası olan yaşlılarımızın yaşadığı büyük değişimi ortaya koymaya çalıştık. Böyle bir dünyada aşkı nasıl anlamamız, âşıklara nasıl yaklaşmamız gerektiği üzerine kafa yormalarımızı dillendirmeye çabaladık. Daha da önemlisi aile ve aşkı bir arada ele aldık ki, ikisini birbiriyle alakasız gibi göstermeye çalışan yeni ideolojiye karşı duralım. “Aile ve aşk elbette bir ve aynı değillerdir ama yoldaş kavramlardır; onları bugün yapılmaya çalışıldığı gibi birbirinden koparırsanız, bu aynı zamanda insanın toplumsal yaşamının ve nihayetinde insanın kendisinin köküne kibrit suyu dökmek manasına gelecektir” mesajını en başından duyuralım.
Bütün bunları yapmaya çalıştık ama okuyucumuz, bu kitapta insanın ontolojik yapısına sahip çıkmak, aile karşıtlığına ve aşkı küçümseyen anlayışa itiraz etmek ve pratikte yol gösterici olacak bazı öneriler dışında belli bir doğrular dizgesi ve dayatılması görmeyecektir. Bu kitap, ilgili konularda literatürün ve tecrübelerimizin kaynaklık ettiği bilgileri sergilemek için uğraşmakta, bunun dışında okuyucuya bırakın bir fikri empoze etmeyi tam tersine kendi fikrini geliştirmeye teşvik etmek niyetindedir. İstedik ki, hep birlikte düşünelim, umut sarayımızı gerçeklik üzerine bina edelim.
Gelelim teşekkür ve minnet hislerime… İlk teşekkürü her kitabımda olduğu gibi eşim ve çocuklarım, torunum, annem, kayınvalidem, kayınpederim, başta sevgili Soner olmak üzere akrabalarım hak ediyor. Hemen peşlerinden klinikteki çalışma arkadaşlarım geliyor. Onların bana desteği ve tahammülü olmasaydı bu kitap olmazdı. Onlardan esirgediğim zaman sayesinde bu kitaba yoğunlaşabildim. Bu kez yol göstericim, derleyip toparlayanım genç asistanım Dr. Sena Akpolat idi. O, gerekli düzeltmeleri ve eleştirileri yaptıktan sonra “olmuş, okuyucuya sunulabilir bu kitap” dediği için karşınızdayım ve minnet doluyum.
Şubat 2024, Ankara
[1]Ulrich, Beck. Risk Toplumu: Başka Bir Modernliğe Doğru. Bülent O. Doğan, Kazım Özdoğan (Çev.). İstanbul: İthaki Yayınları.
[2]Bakınız A. Giddens, Mahremiyetin Dönüşümü: Modern Toplumlarda Cinsellik, Aşk ve Erotizm. (2010). İdris Şahin (Çev.). İstanbul: Ayrıntı.
[3] Abdurrahman Arslan’ın aile konusundaki görüşlerinin ayrıntısı için “Modernizmin Yıprattığı Bir Kurum Olarak Aile” konuşmasına bakılabilir: https://www.youtube.com/watch?v=8uC3Oj7ng1o
[4] Paul, Ricoeur. (2017). Eleştiri ve İnanç. Mehmet Rifat (Çev.). İstanbul: YKY, 2. Baskı.