Erol Göka’nın yeni eseri çıktı: HAYAT OYUNU Şans Kader Kumar
Prof. Dr. Erol Göka’nın yeni eseri Hayat Oyunu Şans Kader Kumar, Kapı yayınlarından çıktı. Kitabın önsözünü ilginize sunuyoruz.
ÖNSÖZ
İlk kitabım Psikiyatri ve Düşünce Dünyası Arasında Geçişler idi. Genç bir klinisyenin meslek hayatında nasıl yürümesi gerektiği konusunda âdeta kendisiyle konuşması, meslekî pratiğiyle teorik okumalarının etkileşimleri sonucunda ortaya çıkan fikirleri gösterme çabasıydı. Gerek bu ilk kitaba, gerekse kendi düşünce hayatıma şöyle dönüp baktığımda, gençliğimde hayli etkisinde kaldığım Marksist antropoloji eserleriyle (Örneğin Gordon Childe’ın Kendini Yaratan İnsan ve M. İlin ve E. Segal’in İnsan Nasıl İnsan Oldu? kitapları) bir hesaplaşma havasını hep görürüm. Zira insan gerçekliğine “ilkel” denilen zamanlardan günümüze doğru gelmeye çalışarak değil, doğrudan doğruya “insan nedir ve hangi özelikleriyle diğer varlıklardan ayrılır?” sorusuna cevap arayarak yaklaşmak gerektiğini düşündüğümden beri —Marksist veya değil— modern antropolojik bakıştan kopmuştum. Meselenin özünün ya da temel meselenin bu noktada düğümlendiğini düşünüyordum.
Eseri yayınevinden satın almak için TIKLAYIN
Gel zaman git zaman okuma-yazma, öğrenme uğraşlarımın yanı sıra hem mesleğimin uygulamalarında hem de hayatın içinde tecrübelerim giderek arttı. “İnsan nedir?” sorusunun ve varoluşumuzun, insan olma kaderimizin bize yüklediklerinin ağırlığını hissettikçe kendimi iyice buraya rapt olmuş, sürekli bunun cevaplarını düşünürken ve ararken buldum. Ana rahmine düştüğümüz andan itibaren bizi ‘biz’ yapan özellikleri arayıp sordukça, idrak edip anladıkça ve cevaplar buldukça ilerledim ve son yıllarda insan psikolojisine ve psikolojik rahatsızlıklara bakışımı “varoluşçu-dinamik yaklaşım” olarak ifade etmeye başladım.
Bir yandan insan yavrusunun gelişim psikolojisi ve aile dinamikleri içinde nasıl şekillendiği üzerinde kafa yorarken bir yandan da Batılı varoluşçu düşünürlerin ve meslektaşlarımın yazdıklarının yaşadığım Müslüman kültür içindeki karşılıklarını soruşturmaya, hayat kültürümüzü bu manada deşmeye çalıştım. Son yıllarda yazdığım kitaplar, genellikle bu arayışın neticesi oldu. Ölüm, özgürlük, yalnızlık ve anlamsızlık gibi temel varoluşsal temaları ele aldım; onlara umut ve merhameti onların ve erdemlerin yuvası kalbi eklemeye çalıştım. Son kitabım Psikoloji Varoluş Maneviyat, Batılı varoluşçuların haklı ve yerinde itirazlar yaptıklarını ama onların ele aldıkları insan gerçekliğinin Müslüman kültürdeki bakışla daha kapsamlı biçimde ortaya konabileceğini öne sürüyordu. Batılı varoluşçuların ‘seçim’, ‘tercih’ gibi başlıklar altında ele aldıkları temalar tüm bu çalışmalarda yer alıyordu ama yeterli olmuyordu.
Epeydir becerebilirsem bir gün ‘Karşılaşmalar’ diye bir kitap yazmayı düşünüyordum. Ana rahmine düştüğü andan itibaren yaşadığı tüm ortamlar, ilişkiler yani karşılaşmalar, insanın tüm kişiliğini, yapıp etmelerini âdeta kaderini belirliyordu. İnsanın buna rağmen belirlenmişlikten kurtulabilmesi, olabildiğince hür iradesiyle karar vermesi mümkün görülüyor olmalı ki; ‘sorumluluk’tan, ‘elinden geleni yapmaya çalışmak’tan bahsediyorduk. Bunu yani belirlenmişlik ve özgürlük gerilimini anlatmak istiyordum. Ömrümüz boyunca yaşadığımız olaylarda, verdiğimiz kararlarda neyin bizim elimizde olduğunu titizlikle saptamamız gerektiğini; özgür irademizi iyilikten, güzellikten ve hakikat arayışına yönelmekten yana nasıl kullanabileceğimizi düşünmeye davet etmek isteyen bir kitap yazmaya ahdetmiştim. İnsan varoluşu üzerine yazdığım önceki kitapların bu soruyu yeterince tüketemediklerinin farkındaydım.
İyi de her insanın hayattaki karşılaşmaları farklıydı ve büyük ölçüde onun elinde değildi. Nasıl anlatılabilirdi bu durum? Stoacıların yüzyıllar öncesinden fark ettikleri insan varoluşunun temel açmazlarından birisi olan ‘insanın elinde olanlar ve olmayanlar’ ayrımı, gündelik hayatın içinde somut olarak nasıl ifade edilebilirdi? Bir anlatım yolu bulmalı, fazlaca felsefeye dalmadan, daha doğrusu soyut felsefî düşüncelerle yetinmeyip onların somut hayatta tekabül ettiği durumları esas alarak konuşmalıydım. En nihayetinde derde deva, sadra şifa olmayı amaç edinmiş bir hekimdim, somut hayatta işe yarar sözler söylemeliydim. Bu soru aylarca, yıllarca zihnimin bir köşesinde kaldı. Ta ki Dostoyevski’nin ünlü kitabı Kumarbaz’ı bir vesileyle tekrar okuyana kadar…
Kumarbazın davranış kalıbında sanki bizim hayat tercihlerimizle ilgili yaşadığımız gerilim en uç biçimde, minyatür hâlinde vardı. Onu anlatabilirsem, kumarbazın hâlet-i rûhiyesini anlayabilirsem buradan yola çıkarak kendi karar alma süreçlerimize dair çıkarımlar yapabilir, okuyucunun da çıkarımlar yapabilmesine vesile olacak bir çerçeve sunabilirdim. Kumarbazın hâlet-i rûhiyesini ve kumar davranışı örneğini zihnimdeki teorik inşayı gerçekleştirmek için bir iskele olarak kullanabilirdim.
Kumarbaz kâh kaderinin ona yüklediği tercih olduğuna kâh tam tersine kaderinin elinden bu kez kurtulacağına inanarak kendini şans oyunlarına atıyordu. Biz de yaşayıp giderken neyi nasıl yapmamız gerektiğine, neyin doğru, uygun ve erdemli insana yakışan olduğuna kafa yoruyorduk ama çabamızın onunkinin yanında esâmesi okunmuyordu. Bir bakıma davranışı üzerine en çok düşünenimiz ve davranışının getireceği sonuca en çok inananımızdı kumarbaz.
Neydi bizim hayatımızı, tercihlerimizi, beklentilerimizi kumarbazınkinden farklı kılan? Kumarbazın bekleme ânı ile bizim karar verme ânımız, birbirinden çok değişik yaşantılar mıydı? Kumarbazın karşılaşmaları ile bizim karşılaşmalarımız köken olarak apayrı tecrübeler miydi? Romanda kumarbazın iddialarını okudukça, kendimi bu meydan okumaya cevap vermekle yükümlü hissediyordum. Aradığım, yazmak istediğim kitap, sonunda bu cevaplara yer veren bir kitap olmalıydı. Yol, büyük ölçüde belli olmuştu: Kumar davranışı, modern psikiyatrinin insanın dürtüsünü kontrol edememesi veya davranışsal bağımlılık ama nihayetinde bir psikolojik rahatsızlık olarak gördüğü kumarbazlık ekseninde ilerlemeliydim. Öyle de yaptım…
Kur’ân-ı Kerim dünya hayatını oyun, oyalanma ve eğlence olarak niteler; ahiret yurdunun hayırlı, kalıcı ve esas olması gerektiğini vurgular (En’am/32, Ankebut/64, Muhammed/36, Hadid/20). Bu nedenle yaşadığımız Müslüman kültürde hayatın kendisinin oyun olduğuna dair bir inanç vardır. Psikolojik bilimler ve akademide de hayatın ve insan ilişkilerinin bir oyun gibi ele alınabileceği genel olarak kabul görür. Buradan yola çıkarak nasıl bir amaçla yola koyulduğumuzu yukarıda anlatmaya çalıştığımız kitabımızın adını Hayat Oyunu diye belirledik. Bu adlandırmanın çağrışımı, konuya kumar davranışı ve kumarbazlık ekseninde yaklaşmamızla da uyum içindeydi. Zira kumara birçok yerde ‘oyun’ da deniyordu. Kumar davranışının daha yumuşak, kabul edilebilir, meşru ve yasal adlandırması, ‘şans oyunu’ idi. Hayatın içinde çoğu zaman pek düşünüp taşınmadan, bazen günlerce zorlanarak verdiğimiz kararlar, yaptığımız seçimlerle kumar davranışı sırasında kâh içimize doğarak kâh bin bir türlü hesap yaparak bulunduğumuz tercihler arasında bir benzerlik var. Bu benzerliğe rağmen rutin hayat kararlarımızı kumar davranışındaki zihniyete göre yapmamamız gerekiyor. ‘Oyun’ metaforu sayesinde bunları daha iyi biçimde gösterip ele alabileceğimiz kanaatine vardım. Şans oyunlarından hayat oyununa, hayat oyunundan şans oyununa gidip gelen zihni yolların taşlarını döşemeye gayret ettim.
“Oyun ve Şans” başlıklı ilk bölümde, ‘oyun’ kavramını, insanı ‘homo ludens’ yani ‘oyun oynayan varlık’ olarak gören Johan Huizinga’nın yaklaşımı çerçevesinde didiklemeye çalıştım. İnsan hayatında, özellikle çocukluk döneminde ‘oyun’ diye vazgeçilmez ve çok önemli bir olgu olduğu, çocukluk döneminde geliştirici, öğretici bir hayat egzersizi olan oyuna, yetişkinlerin de zaman zaman çeşitli nedenlerle başvurduklarını ama bir yandan da ciddiyetin karşısında konumladıklarını belirledim. Konuyu şans oyunlarına getirebilmek için daha sonra pek doğal olarak ‘şans’ın peşine düştüm. “En nihayetinde bir ihtimalin gerçekleşme yüzdesi olarak tarif edilebileceğini” söylediğimiz şans kavramı etrafında gündelik hayatta dilimize pelesenk olmuş ‘şans, kader, kısmet, talih’ anlayışlarını açmaya gayret ettik. Doğrudan kitapla ilgili olmasa da bu analiz çerçevesini taşırmamaya özen göstererek ilahiyattaki kader mevzuuna dokundum. Rollo May üstadın rehberliğinden de yararlanarak şu sonuca ulaştım: “Geçmiş değiştirilemez, sadece onaylanabilir ve ondan öğrenilebilir.” İşte kadere inanmak, kaderini kabullenmek budur ve asla özgürlükle, insanın özgür iradesiyle hayatını değiştirmesi ve rahatsızlıklarını aşmak için giriştiği mücadeleyle çelişmez. Birinci bölümü, hayatın zorlukları ve başımıza gelenler karşısında mücadele ve teslimiyet, azim ve tevekkül ve en çok da umut ile nasıl tavır almamız gerektiğiyle noktaladık.
Kitabımızın temel çıkış noktalarından birisi de hayat olayları karşısında sağlıklı tavır alabilmenin, özellikle modern zamanlarda, kapitalizm şartlarında daha da zorlaştığı gerçeğiydi. Bu nedenle ikinci bölümde “Modernlik ve Şans” başlığı altında bu süreci inceledim. “Kesinlik arayışı” ve geleneksel toplumda şans ve talih ile açıklanan olguların yerini nasıl “kesinlik arayışı”nın aldığı ve sonuçta istatistik sayesinde nasıl “şansın terbiye edildiği” üzerinde durdum. Modern zamanlarda geleneksel toplumun müphemlik ve olumsallık anlayışlarının, daha doğrusu inançlarının ne olduğunu inceledim. Günümüzde kesinlik arayışından fanatizm ve rölativizm arasında kıvranışa doğru niye gelindiğini, dünyanın, hayatın kontrol edilebileceğine dair modern hayalimizin aslında imkânsız olduğunu sorgulamaya çalıştım. Elbette tüm bunları ortaya koymaya çalışmaktan bir maksadım vardı: “Eskiden de dünya hayatının oyun olduğunu düşünürdü insanlar ama biz onu âdeta bir şans oyuna çevirdik…” diyebilmek, hayatımızdaki tercihlerin giderek kumara benzer bir hâl aldığına ve bu süreçte terbiye ettiğimizi sandığımız şansın artan şans oyunları şeklinde geri geldiğine dikkat çekebilmek…
“Şansın Psikopatolojisi: Kumar ve Bağımlılığı” adlı üçüncü bölümde modern psikiyatriye kumar davranışının psikolojik rahatsızlık olarak girişinin hikâyesini ve tedavi yaklaşımlarını ele aldık. Bu bölümü, “eleştirel bir yaklaşım” kısmına kadar Dr. Şeyma Uygun’un hazırladığı bilimsel makaleyi esas alarak yazdık. Hem kumar sorunundan mustarip okuyucularımızın hem de insan varoluşunda şans, kader ve seçimlerimiz üzerine düşünenlerin çok yararlanacağı bu bölüme büyük katkısı nedeniyle kendisine bir kez daha teşekkür ederim. “Eleştirel bir yaklaşım” adlı son kısımda ise ilk iki bölümde ifade etmeye çalıştığım görüşlerden hareket ederek modern psikiyatrinin bakışını eleştirmeye, kumarbazlığa ve kumar bağımlılığına gerek tanıda gerek tedavide yaklaşımımızın nasıl olması lazım geldiği üzerinde durdum. Ama tahmin edileceği üzere zamanımızın sorunlarını ele almak için bir fırsat olarak gördüğümüz varoluşçu-dinamik yaklaşım, kendisini daha çok sonraki bölümde gösterecekti.
Dördüncü bölüm, “Şans, Sorumluluk ve Erdem” başlığını taşıyor. Daha önceki çalışmalarımızda ayrıntılı biçimde ele aldığım, felsefî ve teolojik olarak tartıştığım özgürlük ve irade kavramlarını burada tekrar incelemeye girişmedim. Daha ziyade varoluşçu yaklaşımın temel tezlerinden olan insanın özgür iradesiyle seçim yapabilen bir varlık olmasının anlamı üzerinde durdum. Bundan maksadımız, özgür seçim imkânımızın her geçen gün daha çok kısıtlandığı ama gelin görün ki “özgürlük!” bağırış çağırışlarının gürültüsünden bunun nerdeyse hiç fark edilmediği dünyada insana, tekrar sorumluluğunu hatırlatabilmek ve onu erdemlerin yoluna çağırabilmekti. Mümkünse bu çağrıyı kumar bağımlılığından mustarip kardeşlerimize yardım için kullanabilmekti. Varoluşçu yaklaşım, şüphesiz seçimler, sorumluluk ve erdemlerle bağlantı içindeydi ama seçimlerimizi nasıl yapmamız gerektiği noktasına gelindiğinde insanın idealleri ve yeteneği, yani kendini tanıması da işin içine giriyordu. Varoluşçu yaklaşıma, psikodinamik bir bakışı ilave etmek gerekiyordu. Zaten insana ve psikolojisine bakışımı “varoluşçu-dinamik yaklaşım” diye nitelememin nedeni de gereği de buydu.
Kitabın beşinci ve son bölümü ünlü psikanalist D.W. Winnicott’un dilimize Oyun ve Gerçeklik olarak tercüme edilen kitabının adını taşıyor. Bilindiği gibi D.W. Winnicott, bu kitabında rüyalar, oyun oynama, yaratıcılık, kültürel yaşantı, kişideki eril ve dişil öğeler arasındaki bağı irdeliyor, çocukta gerçeklik hissinin nasıl geliştiğini ele alıyor, kişisel ve içsel sayılan ruhsal gerçeklikle dışsal ya da ortak gerçeklik arasındaki ara bölgeye dikkat çekiyor. Biz de kumarbazın ruh hâlini ele aldığımız bu bölümde, onun bir türlü sağlıklı yetişkin bir insanın varoluşsal yükünü sırtlanamayıp âdeta oyun ve düş dünyasında kaldığını ifade edebilmek için bu başlığı kullandık. Freud’un “babanın katli” başlığı altında ele aldığı temaların Dostoyevski’nin ve kumarbazlığın psikolojisini açıklamakta yetersiz kalacağının altını çizdik. Dostoyevski’nin hâlâ oyun ve çocukluk dünyasında kalmış kumarbazının kendini savunmalarına bu kitap boyunca ifade etmeye çalıştığımız tespitlerden, yani gerçeklikten kalkarak cevap vermeye çalıştık.
Okuyucumuz artık biliyor ama bir kez daha söyleyelim. Gençlik döneminin teorik izahat ve akademik yazma disiplinini epeydir kitap çalışmalarımızda bilerek ihlâl ediyoruz. Çünkü kitaplarımız sadece akademisyenlere, profesyonellere değil, —herkese diyemeyiz, dememeliyiz elbette— meraklı, bakışını ve idrakini ilerletmek isteyen okuyucuya da elden geldiğince rehberlik edebilsin istiyorum. Bu nedenle titiz akademik okuyucunun ciddiyet ve nesnellik algısını fazlaca zedelemeden anlaşılabilir bir dil kullanmaya, derde deva sadra şifa olunabileceğini düşündüğümüz sorun alanlarına gelindiğinde dilimizi alabildiğine gevşetmeye, sohbet kıvamına yaklaşmaya çalışıyoruz. Kaynakçayı mutlaka akademik titizlikle vermekten de okunabilirliği engellememe maksadıyla vazgeçtiğim oldu. Konu için en elzem kaynakları ve alıntıların nerelerden yapıldığını kitabın sonundaki kaynakçada ifade etmekle yetindim. Ancak konuları hak ettiği biçimde ele alabilmek için teoriden de tamamen vazgeçmedik. Biz genel okuyucu için uğraşırken onların da herhangi bir bahsi derinlemesine anlamak istediklerinde, ciddi bir öğrenme meşakkatine katlanmadan bunun imkânsız olduğunu görmelerini amaçladım.
Teşekkür faslında ne çok insan var adlarını anmam gereken… Eşim, çocuklarım, kalabalık ailem, kedimiz Monşer… Gürültülü bir evde, çoğu zaman kapıyı kapatmak zorunda kalarak yazıldı bu kitap ama o gürültü sahiplerine kesinlikle minnet doluyum, hep dışarıdaki hayatı ve niye çalıştığımı hatırlattıkları için… Artık hayatımın ayrılmaz bir parçası olarak gördüğüm ve memnuniyetle geniş ailemin içine aldığım klinik ekibim, dostlarım ama bu sefer en çok da asistanım Dr. Şeyma… Şeyma henüz çok genç olmasına rağmen ısrarla bilimsel bir makale yazmak için gayret ettiği, ulaştığı bilgileri cömertçe bana iletti, minnettarım. Ve Kapı Yayınları ve sevgili dostum, büyük şairimiz Ömer Erdem. Siz bu kadar özenli ve güzel kitaplar yayınlamasaydınız kitap yazmak için hevesimizin ne kadarı kalırdı? Her zaman, hep birlikte olalım, okuyucu halkamız daha da genişlesin olmaz mı?
Erol Göka
Mart 2023, Ankara