Fanon seni hiç unutmayacağız

Fanon seni hiç unutmayacağız

Charlie Hebdo katliamını tel’in yürüyüşünün ertesine rast gelen günlerde sosyal medyadaki sayfamda, “Onlar özgürlükten, insanlıktan bahsettikçe biz de daha dün (1907) Avrupa’daki ‘insan-hayvanat bahçeleri’ni bıkmadan hatırlatacağız. Mesela Fransa’daki bu (Exposition Coloniale) insan-hayvanat bahçesinde 6 ayrı köy kuruldu ve kolonilerden getirilen insanlar sergilendi” diye yazdım ve trajik bir fotoğraf koydum bu insan-hayvanat bahçelerinden. Fransa’da ve ABD’de psikanaliz eğitimi görmüş iki meslektaşımız, bu tavrımı yadırgadılar. Birisi, “Kör köre cırt demiş” diyerek Türkiye’deki insan hakları ihlallerinden örnekler verdi, bizim hiç de Fransızlardan geri kalmadığımızı anlatmaya çalıştı. “Kim daha çok vahşet yaptı diye yarıştıracağımıza, birlikte nasıl yaşarız sorusuna cevap üretmemiz lazım” geldiğini söyledi. Diğeri ise,  “Fransa’nın veya Amerika’nın köleci geçmişi, başka bir fanatizmi meşrulaştırmamalı” diye itiraz etti. “Siz iyi bir psikiyatrsınız bu arkaik savunma mekanizması normal bir vatandaşımızdan gelse anlarım. Ama sizin gibi münevver birisinin böyle bir fotoğraf yayınlaması nasıl bir psikolojidir acaba?” diye sitem etti.

İlkine, “Kardeşim, söylediklerine, bize dair verdiğin olumsuz örneklere katıldığım yanlar var elbette ama katılmadığım, tek tek olayları senin gibi görmediğim yanlar ise daha çok. Siyasi sistemden, kötü yönetim tarzından kaynaklanan durumlar şüphesiz savunulamaz bunlara karşı mücadele edilir, hesaplaşılır, daha iyisi hayata geçirilmeye çalışılır… Yine de sömürgecilik, bizim sergilediğimiz olumsuzluklardan çok daha farklı. Dünyanın uygarlar ve vahşiler; insanlar ve insanımsılar diye ayrılması esasına dayanıyor. Bizim, biz doğuluların günahları da saymakla bitmez ama hiçbir günahımızın modern sömürgecilikle aynı kefeye konulamayacağından eminim. Ha, dersen ki ahlaki olarak, teolojik olarak ‘kötülük kötülüktür ve aynı mayadandır’; orada söz biter, geriye birbirimizi ‘insanlığın ortak iyisi’ne katkıda bulunmaya davet etmek kalır. Ben sözlerini, fazlasıyla duygu siyasetine, nefrete batmış hallerinden sıyırıp, böyle bir davet olarak anlıyorum. İyiye, iyiliğe davet varsa icabet etmek gerekir.” Diye cevap verdim. Daha sitemkâr olan diğer meslektaşıma ise, “‘Türklerde Fanatizm’ konusunda epeyce dirsek çürütmüş birisi olarak fanatizmi asla meşrulaştırmam, tasalanmayın. İslamofobi karşısında, kendimi Franz Fanon gibi hissediyorum bir süredir. Evet evet, psikolojim neredeyse tıpkı Fanon’un psikolojisi!…” demek zorunda kaldım.

Elbette sömürgecilikle ilgili sergilediğim tavır karşısında, her iki meslektaşımın da gösterdikleri tepkiler, kendi bakış açılarıyla sınırlandığında, haklı ve yerindeydi. Başkalarının yaptıklarını gerekçe gösterip asla kendi zulümlerimizi aklama gayreti içinde olmamalıydık. Sömürgeciliğe karşı çıkacağım derken başka türden bir fanatizmi meşrulaştırmaya çalışmamalıydık. Ama sömürgecilik, insanlık tarihindeki vahşet kalıplarından bir tanesi olarak sayılıp geçilemeyecek kadar bambaşkalık arz ediyor. Yükselen İslamofobi, sömürgeci zihniyetle ortak yanlar içeriyor. 1950’lerde (daha dün) sömürgeciliğe isyan etmiş meslektaşım Franz Fanon gibi hissetmeye başlamamın nedeni bu.

Fanon, 1961’de, henüz 36 yaşındayken vefat etmiş, Fransız sömürgesi Antiller kökenli, siyah derili bir psikiyatr. Ülkemizde ve dünyada “Yeryüzünün Lanetlileri” ve “Siyah Deri, Beyaz Maske” kitaplarıyla tanınıyor. Tıp ve psikiyatri eğitimini Fransa’da alan Fanon, Cezayir’de psikiyatr olarak çalışmaya başlıyor. Öğrendiklerinin burada pek bir işe yaramayacağını görüyor, sömürgeci Fransa’nın yaptıklarına isyan ediyor. Bir yandan Müslüman topluma uyan, kendine özgü tedavi yöntemleri uygularken bir yandan da sömürgecilerin psikolojisini deşifre etmeye girişiyor. Cezayir Kurtuluş Savaşı’nın aktivisti ve ideoloğu olarak biliniyor. Anti-sömürgeci mücadelelerin ve Üçüncü Dünya uyanışının sembollerinden… 

Fanon, kendisini Batıcı zihin kalıplarından kurtarıp “uygarlık” adı altında sergilenen ırkçı vahşeti gördüğünde, “Bilimsel nesnellik bana yasak! Çünkü o yaban dediğin kişi benim kardeşim, bacım, babamdır…” diyen haykırmıştı. Bu haykırış bir bakıma elinde değildi ama sonra ırkçılık karşıtı mücadelede yerini aldı, sömürgeci zihniyeti elinden geldiğince sergilemeye çalıştı. Şüphesiz bu hissiyatla yetinmeyecek, biz de elimizden gelen makul çabaları göstereceğiz ama İslamofobiye maruz kalanlar kardeşimiz, bacımız, babamız olduklarından tıpkı Fanon gibi hissediyoruz.

Avrupa’da İslamofobi, İslam düşmanlığı şeklini alarak giderek artıyor. “Paris Villeneuve-Saint-Georges hastanesinin kapısına ‘dini tercihini kıyafetinde gösterenlerin hastaneye giremeyeceği’ şeklinde bir yazı asıldı. Şikâyetler üzerine hastane yönetimi yazıyı geri çekti. Fransa’nın Toulouse kentinde ise Müslüman bir kadın başörtüsü taktığı için bir kişinin saldırısına uğradı. Hamile olduğu belirtilen kadına saldıran kişinin önce kadının başörtüsünü çekip aldığı daha sonra birkaç defa yumruk atarak kadını yere fırlattığı belirtildi. Saldırganın Müslüman kadını başörtüsü takarak saçlarını gizlemekle suçladığı ve Fransa’da buna izin vermeyeceklerini söylediği kaydedildi” gibi haberler vaka-i adiyyeden oldu… Fanon gibi hissediyoruz, zira İslamofobinin yeni ırkçılık olduğunu, sömürgeci zihniyetin her fırsatta yeni biçimler alarak hortladığını görüyoruz.

************************************************************

Hollande gibi Avrupalı yöneticiler, modern demokrasileriyle övünen toplumlarından DAİŞ’e nasıl böylesine yoğun bir katılım olduğunu düşünüyor, toplumlarında yükselen İslamofobiyi anlamak istiyorlar. Ama aynı istek entelektüellerde pek görünmüyor. Her zaman sömürgeciliğe karşı adaletten yana tavır alan temsilciler çıkarmış, zor durumdaki göçmenlerin, mültecilerin yanında yer almış Batılı aydınların çoğu, bu kez susuyorlar.

Hatırlarsınız, 2005’te Paris banliyölerinde büyük bir isyan patlak vermiş, entelektüeller o zaman dahi, isyancı göçmen gençlerden yana tavır almıştı. Böyle zamanlarda hep Cezayir’de sömürgeciliğe karşı isyanı anlamaya çalışan, destekleyen Fransız psikiyatr Franz Fanon gündem oluyordu. Aydınların çoğu, onun tezlerinden yola çıkarak Paris banliyölerinde sömürgelerden gelen “sözden dışlanmış çocukların” isyanını ve otomobilleri yakıp yıkmalarını “görünür olma, saygı görme, kısaca tanınma talebini yansıtıyor” diye yorumluyorlardı. Maalesef onlardaki bu cevvalliği, İslamofobi karşısında göremiyoruz. Söz konusu olan Müslümanlık oldu mu (ki Paris banliyö isyancılarının çoğu, dini kimliklerini ön plana çıkarmamış Müslüman gençlerdi) onların insan olarak haklarını savunmak konusunda, bir hevessizlik baş gösteriyor. “Biz insan haklarını savunuyoruz savunmasına ama bu, modernlikle bir türlü başları hoş olmayan Müslümanları da savunacağız manasına gelmiyor” diye konuşuyorlar sessizlikleriyle… Olağan zamanlarda onun militan materyalizminden hoşlanmıyorlar ama mevzuu Müslümanlar ise hepsi “Richard Dawkins” ruhuna bürünüveriyorlar.

İslamofobi üzerine çok yazılıp çiziliyor ama tüm bunlar bir işe yaramıyor, İslamofobi, İslam karşıtlığı şeklini alarak yükselmeye devam ediyor. Bize göre batıda ırkçılığın yerini hızla İslamofobi alıyor; demokrasi ve insan hakları görünümünün altında sömürgeci zihniyet sürüyor. Sömürgeci zihniyetin Batının kolektif bilinçdışında köklü bir yeri var.  Bu şartlar altında kendimizi Fanon gibi hissettiğimizi söylemiştik. Aslında fark edemedikleri sömürgeci zihniyetle yüzleşebilmeleri için Fanon, tam da Batılı aydınlara lazım bugünlerde.

Fanon*, 1952’de psikiyatri asistanıyken yazdığı “Kuzey Afrika Sendromu” başlıklı yazıda toplumun ve tıbbın içinde yuvalanmış ırkçılığı şiddetle eleştirir.  Profesör Porot, 1918’de “Müslüman Psikiyatrisi Üzerine Notlar’’ başlıklı makalesinde: “Biçimsiz bir ilkel insanlar kütlesi, çoğu zaman cahil ve ahmak, bizim düşünce biçimimize ve tepkilerimize çok uzak, bizim ahlaki tutumlarımızın hiçbirini kavramış değil, en basit sosyal, ekonomik, siyasi ilgilerimizi dahi anlayamaz” diye yazar. Ona göre “Kuzey Afrika yerlisinin üst ve kortikal işlevleri geliş­memiştir, bu ilkel yaratığın temelde bitkisel ve içgüdüsel hayatı diensefalonu tarafından yönlendirilir.” Porot ve takipçileri, Cezayirlilerin özelde Müslümanların doğuştan aşağılık, yalancı, hırsız, ahmak, tembel, histerik ve dürtüsel biçimde cinayet işlemeye yatkın, bir Avrupalı çocuğun bile sahip olduğu merak ve sorgulamadan yoksun bebeksi kişiler olduklarını düşünürler. O sıralarda İngiliz koloni psikiyatrı Carothers de “beyin incelemeleri göstermektedir ki, Afrikalının korteksinde sekse ayrılan yer beyazlarınkinden çok fazla, öte yandan bilişsel işlevlere ayrılan yer ise çok azdır” diye yazmakta beis görmez. Fanon’a göre, bu tür ırkçı bakışlar nedeniyle Kuzey Afrikalı hastalar, tıp çalışanları tarafından anlaşılmamakla kalmamış bir de ırkçı muameleye maruz bırakılmışlardır.

Fanon, Afrikalı’nın sömürgeci efendiye isyanının altında topraklarından sonra zihinlerinin de işgaline karşı direnme çabasını görür. Sömürgeci efendi, kendisinden başkasını insan olarak görmez, köleler ancak kendisine benzerse tanınmayı hak edebilirler der ama başkaları tarafından tanınmak birinin kendine olan saygısının, kimliğinin hatta insanlığının göstergesi olduğundan, köleler çareyi başkaldırıda görürler.

“Prospero ve Caliban: Sömürgeciliğin Psikolojisi” kitabının yazarı psikanalist Octave Mannoni’nin sömürge olanların “bağımlı” tabiatları nedeniyle kendilerinin böyle olmasını istedikleri şeklindeki analizine, Fanon şiddetle karşı çıkar ama sömürgeci Avrupalıların psikolojisine ilişkin söylediklerinde doğruluk payı görür. Mannoni’ye göre, Avrupalı, kolektif bilinçdışında güçlü bir aşağılık duygusu ve misantropi (insan nefreti) ta­şır ve sömürgecilik, bu saiklerin neticesidir. Avrupalıların okyanuslarda adalar bulmak için ülkelerini terk etmelerinin psikolojisinde insandan duydukları nefret, dünyayı insandan temizleme arzusu bulunur. (İnsanın öldüğünü, insan-ötesi bir topluma yöneldiğimizi söyleyen Francis Fukuyama’nın Manonni’yi bildiğini sanmıyorum.) Avrupalı okuyucunun bayılarak okuduğu Robinson Crusoe ve Gülliver’in Seyahatleri gibi klasik eserlerde kaybolmuş, gemisi batmış Avrupalılar vardıkları kıyıda kültürlerinin üstünlüğü sonucunda hâkimiyeti ele geçirir, yerlilere boyun eğdirirler. Bu uzak diyarlardaki yerliler, tıpkı Avrupalı psikiyatrların onları gördükleri gibi, yarı-insan, tekâmül etmemiş, ahmak yaratıklar olarak resmedilirler.

“Avrupa’da” der Fanon, “siyah adam kötülüğün simgesidir. İşkenceci siyahtır. Şeytan siyahtır, gölgeden dem vurulur, ister bedensel isterse ahlâkî olsun birisi kirliyse siyahtır.” Önceleri “kötülük”, daha ziyade “siyah adam”la simgelenirken şimdi onun yerini daha ziyade “Müslüman” aldı. Şüphesiz aynı Batı’da güçlü bir demokrasi ve insan hakları geleneği de var ama kolektif bilinçdışı, kendilerine benzemeyenlere karşı nefret dolu. 50 yıl önce bu nefret çok açık görülüyordu ama şimdi sömürgeci zihin, demokrasi ve insan hakları tülüyle örtülü. Üstelik sömürgeci zihnin “kötü” imgesine tamamen uyan Müslüman figürler icat edildi ve rollerini yerine getiriyorlar. İşte bu yüzden namuslu aydınlar bile İslamofobiye karşı çıkma konusunda tereddüt ediyorlar. İşte bu yüzden onları uyarmak için bize de görev düşüyor. Orada olduklarını bildiğimiz ve kendilerine güvendiğimiz dostlarımız ve biz, hepimiz, bir an önce Fanon’u, Aime Cesaire’ı, Sartre’ı, Edward Said’i hatırlamalı ve sömürgeci zihniyetin İslamofobik hortlamasına karşı durmalıyız.

*Fanon’un görüşlerinin ayrıntısı için bizim de çok yararlandığımız Prof. Dr. Kemal Sayar’ın ilgili makalelerine bakınız.

 

Son Videolar

Yükleniyor...

Galeri

Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.15 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.20 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.35 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.46.58 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.47.34 Ekran-Resmi-2022-07-06-ÖS-12.45.41