Gazze’den sonra küresel vicdan geri mi geldi?
Batılı duygusuz toplumda ne değişti de Gazze’de olanlara tepki vermeye başladı? Bu durum geleceğimiz için ne söylüyor? Yaşadıklarımız küresel vicdanın neresine denk düşüyor? Prof. Dr. Erol Göka yazdı.
İtiraf etmeliyim, Batı toplumlarındaki her türlü karşı-propaganda ve yasağa rağmen, Filistin yanlısı insani tutumu hiç beklemiyordum. İmrenerek, hayranlıkla takip ediyorum.
Kim ne derse desin, şu anda dünyanın en zor ama mutlaka çözülmesi gereken psikolojik problemi, Gazze soykırımına karşı Batı’da adeta “Güneş batıdan doğuyor” dedirtecek kadar güçlü bir tepki verilirken Doğu ve Müslüman toplumlarının solcusuyla sağcısıyla felç olmaları, tepkilerini ortaya koyamamalarıdır.
Biz de dâhil olmak üzere Müslüman toplumların görünüşteki tepkisizliği hakkında birçok görüş öne sürülebilir. Mesela devlet ve lider algısının farklılığından, sivil toplumun zayıflığından ve sözleşme kültürünün olmayışından yola çıkılarak birçok tez dile getirebilir. Ben bu tartışmayı sonraya bırakarak bu yazıda daha ziyade Batı toplumunda Gazze katliamıyla birlikte ortaya çıkan devasa tepkiye odaklanacağım.
Duygu ötesi toplum
Sanıyorum Batı toplumunun Bosna’daki sessizliği üzerine “Duyguötesi Toplum” tezini geliştiren Hırvat asıllı Amerikalı sosyolog Mestroviç de bu fevkalade değişime şaşırmış ve hayrandır. Çünkü o Batı toplumunun Gazze’ye gelene kadar dünyada olup biten vahşetlere sessiz kalması hakkında güçlü bir teori geliştirmişti. Batı toplumunda Gazze katliamıyla birlikte ortaya çıkan değişime kafa yormak için onun tezlerinden hareket etmek uygun olabilir.
Mestroviç’in, Batı toplumunun Bosna katliamı ve dünyadaki vahşetler karşısındaki ölümcül sessizliği hakkındaki tezlerinden oluşan Duyguötesi toplum kitabını özetlemeye çalışayım: Mestroviç’in görüşleri, hocası, Amerikalı sosyolog David Riesman’ın Yalnız Kalabalık adlı kitabında yer verdiği tezlerine dayalıdır. Riesman daha 1950’ler Amerikasında yalnız ve yabancılaşmış bir insan tipinin psikolojik rahatsızlığı değil neredeyse tüm Amerikalıları kapsayan bir olgu olduğundan bahsetmiş, onları tarif etmeye çalışmıştı.
Riesman, Batılı insanın Rönesans’a kadar geleneklerle yönetildiği, Rönesans’tan 20. yüzyılın başlarına kadar olan dönemdeyse, aile çevresinin belirlediği “içe-yönelimli tip”in hâkim olduğu kanaatindeydi. Rönesans, Reform, Karşı-Reform ve Sanayi devrimi ile birlikte gelenekten kopuş sürecinin başladığını, bunun sonucu olarak 1950’lerde ABD’nin “Yalnız Kalabalık” toplumu haline dönüştüğünü, üretim çağından tüketim çağına geçildiğini artık moda, propaganda tarafından yönetilen “dışa-yönelimli” bir toplumsal karakter tipinin baskın hale geldiğini anlatıyordu.
İçe-yönelimli kişide, kültürden ziyade ailesinin yol göstericiliği barizdir, yolunu ebeveynin ve çevresindeki otorite kişilerin rehberliğinde tayin eder. Davranışlarında ayıplanma korkusunun etkisi belirgindir. Oysa dışa-yönelimli kişi, ebeveynin sinyallerinden daha çok dışarıdaki geniş çevre radarının etkisi altındadır. Aile, onun için sıkı sıkıya bağlı olduğu bir birim değil sadece geniş sosyal çevrenin bir parçasıdır. “İçe-yönelimli karakter, kendini ‘ahlakçı’ olarak, dışa-yönelimli ise ‘yorumcu’ olarak dışa vurur.
Duyguların McDonaldlaşması
Mestroviç, Riesman’ın “öteki-yönelimli tip” kavrayışını daha da geliştirerek Kosova olaylarının olduğu zamana ve günümüzün koşullarına uyarlamaya çalıştı.
Öteki-yönelimli tip, içe-yönelimli tipin aksine bir tutku kaybından mustariptir. Duyguları McDonaldlaştırılmıştır. “McDonald’s, toplama kampı modelinden ilham alarak bütün dünyayı “akılcılığın demir kafesi” içine hapseden toplumsal, ekonomik, kültürel bir sistemin adı”dır. “İnsan duygularının zenginliği öteki-yönelimli tipte iki temel kategoriye, ‘zarif’ olma ve ‘öfkeli’ olmaya indirgenmiştir.
Öteki-yönelimli tip, tercihlerin, görüş açılarının, perspektiflerin bir Samanyolu galaksisi ile karşı karşıya olduğundan, bunlardan herhangi birine bağlanmaktan acizdir. Kitle halinde bir enformasyon tüketicisi olarak yaşar, çünkü dünyadaki işlerin gidişatını gerçekten değiştirmek için elinden hiçbir şey gelemeyeceğine inanmıştır. Bu yüzden, öteki-yönelimli tip, duygular âleminde kendisini ve başkalarını manipüle ederken kendisi de medya, hükümetler ve başkaları tarafından manipüle edilir.
Öteki yönelimli insan tipinin oluşturduğu topluma “duyguöteci” diyen Mestroviç’e göre bu toplum bir tasarıdır. Duyguöteci kültürel ikonlar tarafından öteki-yönelimliliğe mecbur bırakılan Batılı toplumlarda insanların duygusal enerjileri kurumuş, umursamaz hale gelmiş ve aciz duruma düşmüşlerdir. “Duyguötecilik, duygusal karmaşayı önlemek, duygusal ilişkilerde başıboşluğu engellemek, duygusal hayatın ‘vahşi’ bölgelerini medenileştirmek ve genelde toplumsal dünya iyi bakımlı bir makine kadar pürüzsüz işlesin diye duyguları düzenlemek için tasarlanmış bir sistemdir.”
“Geçmişte, geleneksel, içe-yönelimli tipler hayatlarına yön vermek için bir ya da birkaç sabit yıldıza odaklanırdı. Ama biz bilgiç duyguöteci tipler herhangi bir görüş açısına bağlanamayacak kadar çok şey biliyor, çok şey hissediyoruz. Bu yüzden de biz çarpışan açıklamaların ve beraberinde gelen çarpışan duyguların Samanyolu galaksisine maruz kalıyoruz.” Ama bunların hiçbirine bağlanamıyor ve kararlılıkla davranamıyoruz. Bu, duyguöteciliğin hem vaadi hem trajedisidir.
Batılıların zalimlikleri televizyondan izlemekle yetinip ‘zarif” bir üslupla açıklama yapmaları bu duyguöteci sistem nedeniyledir. Herkesten ‘zarafet’ beklenen, konuşma ve davranışın politik doğruculuk tarafından kodlandığı duyguöteci toplumda, bütün katarsis yolları fiilen tıkalı olduğundan sistemin amacına ulaşması mümkün değildir.
Yürüyen saatli bombalara dönüşmek
Mestroviç, Batı’da insanların, dışavurul(a)mamış travmalar yüzünden giderek “yürüyen saatli bombalar”a dönüştüklerine dikkat çeker.
“Batılı endüstrileşmiş ülkelerin kamusal hayatlarından dışlanmış sapkınlıklar, iğrenç alışkanlıklar, çıplak şiddet ve öteki barbarca olgular yalnızca yeniden ortaya çıkmakla kalmıyor, kişiye özel fantezi âleminde zamanla daha etkili hale geliyorlar” diye uyarır. Ona göre duyguötesi toplumlarda medya nedeniyle yapaylık/sahtecilik artmış, kutsal çökmüş, kolektif bilinç kaybolmuştur. Ölüm akılcılaştırılmakta bu yüzden matem süreci asla tamamlanamamaktadır.
Mestroviç, hocası Riesman gibi umutlu da değildir, postmodernistlerin bir hoşgörü devrimi olacağı şeklindeki beklentilerini asla ciddiye almaz. Daha 1997’de “Bir devrim olacaksa büyük ihtimalle, eski moda, şiddete dayalı bir devrim olacaktır” der. Farklı kültürlerin batıda bir arada geçinip gitmelerinin ila nihai mümkün olmayacağının altını çizer. Batı’da işlerin, George Orwell’ın tahayyül ettiğinden bile daha kötüye gideceği kanaatindedir. (Mestroviç’in görüşlerinin ayrıntısı için şu iki yazıma bakılabilir: http://www.erolgoka.net/duyguotesi-toplum/ http://www.erolgoka.net/bati-toplumunun-olumcul-sessizligi/)
Peki, ne oldu Batılı duygusuz topluma?
Gazze’deki soykırım girişimine gelene kadar Mestroviç’in tezleri doğruydu diyebilirim kendi adıma.
Ama İsrail’in Filistinlilere karşı pervasız saldırıları ve katliamlarıyla birlikte adeta bir nitelik değişimi başladı; tıpkı kapitalizmin tüketim toplumuna, modernliğin post-modernliğe dönüşümünde gündeme gelen bir değişim.
O yüzden neden, “Batılı vicdan şimdi Gazze soykırımında ayağa kalktı?” sorusuna cevap vermek için yeni bir bakışa ihtiyacımız var. Yöneticileri yasaklarla, cezalarla önüne geçmeye çalışsalar da Gazze soykırımına verdikleri muazzam tepkilerden anlıyoruz ki, Batı toplumları bir süredir içine düştükleri duyguötesi kuyusundan çıkmak; duyguları olduğunu, kalplerindeki merhameti göstermek istiyorlar.
Evet, çok büyük bir değişim, dönüşüm yaşıyoruz. Hatta öyle ki, Ekim 2023 Gazze soykırımı ve direnişinden sonra yeni bir milat ortaya çıktığını, bundan böyle hiç değilse modern tarihin son dönemini “Gazze’den önce – Gazze’den sonra” diye adlandırmamız gerekebileceğini düşünüyorum. Çin’in yükselişi, Rusya’nın yeniden ayağa kalkması ve Ukrayna ile savaşa tutuşması gibi jeo-stratejik gerçekleri hesaba katarak ama aynı zamanda (değişimin esasen sosyo-psikolojik zeminde olduğuna dikkat çekebilmek maksadıyla) parantez içine alarak nedenler üzerine henüz tam olgunlaşmamış ön-fikirlerimi şöyle açıklayabilirim.
Önce bu noktaya gelinmeden son yüzyılda neler olduğunu gözümüzün önüne getirmeye çalışalım: 70 yıl boyunca yüzlerce Holokost filmi, romanı, fikri ile yoğrulduk. Özellikle 2000 sonrası dönemde antisemitizm gerekçeli yasakların giderek arttığı, Siyonizm-Evanjelizm ortaklığının kıyameti beklenen ve hatta zorlanması gereken bir durum diye sunduğu bir konjonktürün içine düştük.
Yüzlerce yıl Batı’nın en büyük insani çelişkisi olan Yahudi-Hıristiyan gerilimi, Holokost ve 2. Dünya Savaşı sonrası İsrail’in kurulmasıyla İslam dünyasının kucağına bırakılmıştı. Yahudi sorununun bu transferi, Batı dünyasını karışık hisler içine sokan tuhaf bir çözüm şekliydi. Aslında –mış gibi yapıyorlar, bu yapılanın gerçek bir çözüm değil sadece bir erteleme olduğunu kendileri de biliyorlardı. Ama özellikle Demirperde’nin ve kuzeyden çığ gibi üzerlerine gelen büyük Rus tehdidinin nispeten ortadan kalkmasından ve bu boşluğu ikame etmek için “İslami terör” kavramının icadından sonra psikolojilerinin seçim yapması biraz daha kolaylaştı. Artık komünizm umacısı yoktu; kendilerine yeni bir “öteki” bulmaları lazım geldiğini görüyorlardı; bu, “İslam ve Müslümanlar” olacaktı. Bu yüzden başlangıçta istemeye istemeye biraz nazlanarak uygulamaya koydukları Siyonist tezleri ve İsrail devletini, iki kutuplu dünyanın sona ermesinin ardından daha şevkle sahiplenmeye başladılar. Keskin bir dönüşle ezeli düşmanları Yahudileri ve İsrail’i gün geçtikçe daha istekle sevmeye başladılar. Uzlaşmaz teo-politik çelişkilerini iptal etmişler, ezeli Yahudi-Hıristiyan çelişkisini “Yahudi-Müslüman gerilimine” çevirmişlerdi. Olacakları izlemeye koyuldular.
Öylece baktılar, onlar baktıkça İsrail sınırlarını genişletti, nüfusunu ve katliamlarını arttırdı. Avrupa’nın göbeğinde Bosna Soykırımı oldu. Ortadoğu kan gölüne döndü, Akdeniz zavallı mültecilerin cesetleriyle doldu, onlar sanki hiçbir şey olmamış, tüm bunlarda onların bir dahli yokmuş gibi bakmayı sürdürdüler. Zaman zaman özellikle Katolik ve Ortodoks olanlarının vicdanları tüm bunları kaldıramaz gibi olduysa da Müslümanları “feci yaratıklar” olarak gösteren söylemler türedi, sözüm ona “İslami” oluşumları gerekçe göstererek korkularını karşıtlığa ve nefrete dönüştürmeye devam ettiler. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı giderek yükseldi.
Bütün bunlar, Riesman’ın “dışa-yönelimli tip”, Mestroviç’in “duyguötesi toplum” dediği sosyopsikolojik zeminde cereyan ediyor, bir yandan da benim “teknomedyatik” diye adlandırdığım, ontoloji aleyhine ve teknoloji lehine işleyen sürecin güya insanın çıkarlarına, zevkine hizmet adına insanlık ve erdem karşıtı ilerleyişi de eşlik ediyordu.
Aile, toplum, sanat hatta bizi kadın ve erkek yaparak kimliğimize temel oluşturan biyolojik yapımız lime lime çözülüyordu. Ayağımızın altından ahlaki zemin kaydıkça, bizi insan ortak paydasında birleştiren asgari müşterekler de anlamını yitiriyordu. “Skandal!”, “Rezalet, olamaz!” dediğimiz ve böyle haller gördüğümüzde bizi birbirimize, daha doğrusu insanlığa yaklaştıran, insan olmanın hakikatini hatırlatan her ne varsa uçup gidiyor, biz skandalsız kaldıkça katı olan her şey buharlaşıyordu. Akademi, artık “insan-sonrası” (post-human) döneme girdiğimizi ilan ediyordu.
İnsan bitmez çünkü kalbi vardır!
İnsanla ve toplumla ilgili ne biliyorsak unutmamız ve her şeyi yeni baştan teknomedyatik dünyanın taleplerine göre yeniden düşünüp kurmamız isteniyordu.
İyi ama bu olabilir miydi? İnsanın göklerle yerin dibi arasında gidip gelen çok değişken bir yapıya sahip olduğunu biliyorduk ama tüm varoluşsal tutamakların birleştiği, insanın nirengi noktasını, mihengini, kilit taşını değiştirmek mümkün müydü? Söz konusu bu nokta, insanın ontolojisinin dayandığı ahlaktır. Ahlakın merkezi, insanlık tarihi boyunca, tüm geleneklerde “kalp” diye ifade edilir. Ahlak tamamen ortadan kalktığında insan gerçekten tükenecektir ve bu imkânsızdır zira tüm kalpleri mühürlenip kararmasını gerektirir.
İnsan, “manevi kalb”i nedeniyle en nihayetinde ontolojik olarak ahlaki bir varlıktı. Nasıl maddi kalbimiz kan üretiyorsa mütemadiyen merhamet üreterek insan kalmamızı ve insan ilişkilerini mümkün kılan manevi kalp, bir gün gelecek isyan edecekti, ahlaki çürümeye, dejenerasyona tahammülümüz istiap haddini dolduracaktı. Psikolojik dayanıklılık iyiydi iyi olmasına amma insan olmanın da gerekleri, insani tahammülün bir istiap haddi vardı.
Filistin, 1. Dünya Savaşı’nın sonunda İngiliz egemenliğine gireli ve Yahudi göçü almaya başlayalı beri acılar çekmiş, İsrail’in devlet olarak tanınmasından sonra birçok katliam yaşanmıştı. Filistinlilerin yaşadığı katliamlar, her zaman insanlığımızı, düşünce kalitemizi sigaya çeker nitelikteydi. Mesela Sabra ve Şatilla katliamları, başta Levinas olmak üzere bazı Yahudi düşünürlerin ipliğini pazara çıkarmaya yetmişti. Mesela 2014’teki Gazze katliamı Batılı devletlerin ve Birleşmiş Milletler’in insan hakları söylemlerinin ne kadar göstermelik olduğunu ortaya koymuştu.
Ancak 2023 Ekim soykırım girişimi ve direnişi sırasında, onu yeni milat olarak nitelememe yol açan bambaşka tezahürler, sonuçlar ortaya çıkardı.
Batı toplumu nasıl bu noktaya geldi?
Niye böyle oldu?
Nedenleri sıralamaya çalışalım: Yahudi fanatizmi ve politik teolojisinin kendisini pervasızca ortaya koyması, bu gerçek ortada olduğu halde olup biteni uygarlar-barbarlar çatışması olarak lanse etmeye kalkmaları… Başta Almanya olmak üzere (bir iki istisna dışında) Batılı devletlerin şüphesiz Holokost’un suçluluk duygusuyla, mağdur ettikleri Yahudi’nin adeta kimliğine bürünmeleri, onunla, tüm günahlarıyla birlikte özdeşleşmeleri, canhıraş biçimde İsrail savunusuna yeltenmeleri… Bir “devletin kendini savunma hakkı” adı altında soykırım düzeyine varan insan ve çocuk hakları ihlallerinin hukuki hale getirilmeye çalışılması…
Ve daha da önemlisi, birkaç gün içinde sayıları binleri bulan çocuk ölümleri, çocukların paramparça edilmeleri ve Gazze halkının bizi, başta cesaret, fedakârlık ve dayanışma olmak üzere yeniden erdemlerle yüzleştirmeye zorlayan inanılmaz direnci ve direnişi…
Tüm bunlar, Batılı bilinci ve vicdanı isyan konumuna getirmeye yetti.
Kötülüğün sıradanlığının küreselleşmesinden sonra vicdan da küreselleşiyor; tüm sistemi değiştirecek devrimci bir durum ortaya çıkıyordu. Gazze soykırımına verdikleri muazzam tepkilerden anlıyoruz ki, Batı toplumları anti-semitizm, İslamofobi, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve teknoloji merkezli siyasetten daralmışlar, insan ve ahlak merkezli dünya görüşüne dönmek istiyorlar.
Şüphesiz gönlümden geçenlerle gözlemlerimden ulaştığım sonuçlar, olmasını istediklerimle olacağını sandıklarım birbirinin içine geçiyor. Yarın tamamen yanıldığım ortaya çıkabilir ama olsun, asla Gazze’nin yeni bir milat olduğunu düşünmekten vazgeçmeyeceğim, en azından benim için öyle olacak: Gazze’den önce, Gazze’den sonra…
Kaynak: fikirturu.com