‘Güç ilişkileri’ açısından ‘aydınlanma’
Aydınlanma’nın nasıl tanımlanması ve tarih içine nasıl yerleştirilmesi gerektiğiyle ilgili tartışma, bitecek gibi görünmemektedir. Rönesans’ta temelleri atılmaya başlanan, günümüzün dünya çapında yaygınlık kazanmış egemen dünya görüşüne ve ona uygun düşen tüm gündelik yaşam örüntülerine modernlik dersek eğer, modernliğin gerektirdiği zihniyet dönüşümünün de esasen, uygarlık tarihinde “Entelektüel Devrim” zamanları diye anılan 17. Ve 18. Yüzyıllarda belirginleştiğini söyleyebiliriz. Akademik bir alışkanlıkla “Entelektüel Devrim” iki döneme ayrılır: 17. Yüzyıl, “Akıl Çağı”, 18. Yüzyıl ise “Aydınlanma Çağı” olarak adlandırılır. 17. ve 18 Yüzyılları “Entelektüel Devrim” adıyla birarada ele almak, Aydınlanma’yı modernlikle bağlantısının yanı sıra, tek bir ülkede (Fransa) ortaya çıkan düşünsel ve siyasal olgularla sınırlamaksızın Avrupa’nın hemen tamamında kendisini gösteren ve insanlık tarihinde belirleyici bir rol oynayan bir dönem olarak görmek, bize göre de uygun bir bakıştır.
Biz, bu yazıda, böyle bir çerçevede ele aldığımız Aydınlanma’ya “güç ilişkileri” adını verdiğimiz, hemen aşağıda ve yazı boyunca açıklayacağımız bir görüş açısından bakmak istiyoruz. Öncelikle iktidar beşeri ilişkilerin temelinde iktidar arzusu olduğu inancına dayanan ve Foucault, Nietzsche, Marx, Deleuze ve daha birçok düşünürün fikirleriyle uzantıları bulunan, “güç ilişkileri” görüş açımızdan kaynaklanan yöntemsel bir belirleme yapmalıyız: Bize göre 18. Yüzyılda iki boyutlu bir Aydınlanma yaşanmaktadır. Bunlardan birincisi Fransa tarafından devletin resmi ideolojisi haline getirilmiş siyasal bir güç olarak Aydınlanma, diğeri ise “Avrupa’da 17. Yüzyılda başlayan zihinsel dönüşümün 18. Yüzyılda ulaştığı boyut” olarak Aydınlanma’dır. Bu iki Aydınlanma birbirinden görece özerktir yani birini diğeriyle tüketici bir açıklama imkanı yoktur. Örneğin zihinsel bir dönüşüm olarak Aydınlanma’yı, ortaya çıkmadan önceki veya kendisiyle dönemdeş tarihsel-toplumsal olgularla bağlantılandırarak açıklamak yerine, tek başına, verili bir tinsel (maneviyatla; düşünce ve ona uyarlı yaşama tarzıyla ilgili) antite olarak kavramak gerekmektedir.
Şüphesiz böyle bir yöntem izlemek, zihinsel bir dönüşüm olarak Aydınlanma’nın siyasal-toplumsal-ekonomik kökenleri ve sonuçları olmadığı anlamına gelmemektedir ve zaten bunlar çok sayıda çalışmayla üzerinde durulmuş konulardır. Aydınlanma aracılığıyla siyaset felsefesi alanında bir deneme olmak amacı taşıyan bu yazı için, beşeri bilimlerdeki bu çalışmalar, önemli ama yöntemsel bakımdan sorunludurlar. Önermiş olduğumuz siyasal-toplumsal bağlamla, tinsel bağlamı birbirlerinden görece özerk antiteler olarak ele alma yöntemi, bize bu bağlamları birbirine indirgeme ve birbirlerinden türetme yanılgısına düşmeksizin, onların her birindeki güç potansiyellerini değerlendirerek, onlar arasındaki karşılıklı ilişkiyi daha açık bir biçimde görme fırsatı sağlamaktadır. Böyle bir yöntem bizim “güç ilişkileri” adını verdiğimiz bakış açımızdan kaynaklandığı gibi, bu yöntemle elde edilen bilgi de bize, “egemenlik (iktidar), beşeri zeminin farklı alanlarındaki güç ilişkileri arasındaki gerilim, çekişme, mücadele, ittifak ve bloklar sonucunda ortaya çıkan geçici bir görünümdür” şeklinde bir tez ileri sürme hakkını vermektedir.
Modern dönüşümün güç ilişkileri ana eksenlerindeki görünümleri
Aydınlanma Çağı’nın kuluçka dönemi diyebileceğimiz “Akıl Çağı” 17. Yüzyıl, “güç ilişkileri” açısından ele alındığında, kendinden önceki Orta Çağ’dan hem tarihsel-toplumsal hem de tinsel eksenlerde köklü bir değişim gösterir.
17. Yüzyıldaki değişimin birinci ekseni, siyasal ve toplumsal güç ilişkileri alanıdır ki, bu eksendeki değişim sayesinde 16. Yüzyılın dev monarşileri Osmanlı ve İspanya gerilemeye, onların yerine, o dönemde egemenlik için itici bir güç sağlayan merkantilist öğretiyi (bir ülkenin zenginliği, refahı ve gücü sahip olduğu değerli madenlerle ölçülür; bunun için devletin iş adamlarını ve onların birikimlerini koruması temel görevlerindendir) uygulamak için en uygun mutlakiyetçi güçlü devlet yapılarına sahip olan İngiltere ve Fransa ise büyük bir atılım içine girmeye başlamıştır. Ama tüm beşeri (siyasal, toplumsal ve hatta kişiler arası) ilişkiler gibi bu eksendeki olup bitenler, yapıp etmeler de diyalojik bir taşırlar yani yukarıdaki cümleyi “16. Yüzyıl’ın dev monarşileri Osmanlı ve İspanya’nın gerilemesi, onların yerine merkantilist öğretiyi uygulamaya koyabilmek için uygun bir vasat oluşturan İngiltere ve Fransa’nın geçmesi, siyasal ve toplumsal güç ilişkilerinde çok önemli değişikliklere yol açmıştır” diye okumak mümkündür.
17. Yüzyılın başlangıcında İtalyan ve Alman kent devletlerinin yeterince ekonomik ve siyasal güçleri yoktur; Avusturya, Lehistan ve Rusya ise büyük coğrafyalarına rağmen zayıf ve dağınık feodal bir alt-yapıya sahip olduklarından merkantalizm için uygun vasat teşkil etmemektedirler. Osmanlı’nın ise daha 15. Yüzyıldan beri tek merkezden yönetilen düzenli orduları bulunmaktadır ama askeri güçle de temelden bağlantılı olan tımar sistemi çökmeye başlamıştır. Kaldı ki dönemin ekonomisinde çok önemli olan denizaşırı ticarette Osmanlılar başarısızdır; açık denizlerde Atlantik devletlerinin gemileriyle başa çıkamamaktadır. 17. Yüzyıl İngiltere ve Fransa arasında, diğer Avrupa devletleriyle de sürekli değişen ittifaklar halinde, uzun egemenlik savaşlarına tanık olmaktadır.
Siyasal-toplumsal güç ilişkileri alanı, devletler arası konjonktürden ayrı olarak her bir ülkenin kendi içinde de dinamik bir değişim içindedir. Kilise, aristokrasi, kral ve yeni yükselen sınıf burjuvazi arasındaki egemenlik ilişkileri, devletler arası mücadelenin başarı ve başarısızlıklarının da etkisiyle, giderek sertleşmektedir. Püriten yeni burjuva sınıfının parlamentoyu krala karşı öne çıkarma gayretleri, iç savaş ve kaos yıllarının ardından İngiltere’de 1688 Devrimi’yle nihai sonucunu vermiş, parlamentonun üstünlüğü kabul edilmiştir. Parlamentonun üstünlüğü, geniş halk yığınları için özgürlüklerin artması anlamına gelmektedir ve zaten dinin protestanca yorumu, bireysel özgürlükler için yıllardır uygun bir vasatın ortaya çıkmasını sağlamaktadır.
Değişimin ikinci alanı, zihin işleyişini ve insan-doğa(-Tanrı) ilişkilerini dolayısıyla yaşama tarzını belirleyen tinsellikle ilgilidir. 17. Yüzyılda Avrupa’da adına sonradan “modern” denilecek ve artık tüm felsefeyi ve bilimi belirleyecek, ilk bakışta insanlık tarihinde bir anomali gibi görünecek ölçüde yepyeni olan, bir düşünce biçimi ortaya çıkmıştır. Modern zamanlarla birlikte ne felsefe eski felsefedir ne bilim eski bilim.
Şüphesiz bu zihniyet değişimi bir anda olmamıştır; birçok düşünürün önemle işaret ettiği gibi, modern düşüncenin ortaya çıkışında, Eski Yunan’dan aldığı “insan”ı kendisine siper ederek Kilise’ye karşı yürütülen Rönesans ve Reform hareketlerinin payı büyük olsa gerektir. Hıristiyan öğretisiyle Antik Yunan düşüncesinin bir sentezinin oluşturulmaya çalışıldığı Rönesans döneminde özellikle Aquina’lı Thomas’ın Aristoteles’i Hıristiyanlığın kalbine taşıması, eski Kilise’nin temellerini sarsmıştır ama bu dönemde üretilen düşünce ve bilimin niteliklerine toplu olarak bakıldığında, onların muhalif ifade ve potansiyellere rağmen, Skolastiğin temel aksiyomlarını paylaştıkları ve “yeni” adını pek de hak etmedikleri görülecektir.
Aslında 17 Yüzyılın daha ziyade bilim anlayışında büyük bir tinsel dönüşüme, bir “Bilim Devrimi”ne sahne olduğunu söylemek daha uygun olacaktır. Çünkü düşünce dünyasına ve giderek gündelik hayatın dünyasına bir daha çıkmamacasına girecek, üstelik önceki tüm bakış açılarını ve yaşama tarzını ortadan kaldırmasa bile yerinden sökecek olan bu “Yeni Bilim” anlayışıdır. Gerçi 17 Yüzyıldaki ilk bilimcilerin çoğu kez aynı zamanda filozof olmaları ve felsefenin bugün bile “akademi”de yer alıyor gibi yapması bir kafa karışıklığına yol açmaktadır ama 17. Yüzyıldan bu yana felsefenin ana işlevinin aklın ve bilimin önünü açmak, bilimin gücünün yetmediği yerlerde devreye girmek olduğu, ciddi muhalif akımlara rağmen, besbellidir. 17. Yüzyıl Avrupasında insanlık tarihinde hiç görülmedik bir biçimde, dinsel dogmaya veya sağduyuya değil de, akılcı sistemlere, deney-teori ilişkisine ağırlık veren, “insan”a ve onun aklına güvenen, ölü ve mekanik bir evreni (ve sonra toplumu) ampirik ve analitik biçimde inceleyerek “hakikat”e, gerek doğa bilimlerinde, gerek devlet ve toplum felsefesinde, adeta yeniden dirilen Yunan Stoacılığındaki “evrensel yasa”lara ulaşabileceğimizi vazeden yepyeni bir bilim anlayışı ve uygulaması ortaya çıkmıştır ve bu yeni bilim anlayışı, bilim felsefesinde ve teorik fizikte kıyamet koparıcı tartışmalar olsa da, yalnızca bazı küçük değişiklikler geçirerek ve artık merkezini ABD’ye kaydırarak, o tarihten itibaren Avrupa’dan tüm dünyaya yayılmıştır.
Kopernik’in ve Galilei’in bilimsel anlayışlarında çelişkilere rastlanması, Newton’un tüm bilimsel çabalarının İncil’i ispat etmekten başka bir işe yaramadığı saçmalaması (sanki günümüz bilimcilerinin çelişkileri ve bilim-dışı inançları yoktur!) ve buna benzer verilecek örnekler süreçteki ana eksen kaymasının niteliğini değiştirmez; artık bir kere “büyü bozulmuş”tur; insan-doğa(-Tanrı) ilişkisindeki güç “insan” tarafına kaymıştır. Bu öyle bir kaymadır ki, insan-insan ve insan-eşya ilişkilerini de kökünden değiştirecek, “bireycilik”, “yabancılaşma”, “tüketim toplumu” vs. gibi başlıkları düşünce gündemine sokacaktır.
Modern dönüşüm, güç ilişkilerinin siyasal-toplumsal ekseninde, devlet olarak Fransa ve İngiltere’nin, sınıf olarak burjuvazinin; tinsel ekseninde akıl ve bilimin öne çıkmaları ve egemenlik sağlamalarıyla karakterizedir.
Aydınlanma Çağı’ndaki siyasal ortam
18. Yüzyılda bir önceki çağda başlayan siyasal ve toplumsal eksendeki değişimler devam eder: Merkantilizm için uygun vasat olmaları nedeniyle öne çıkan Fransa ve İngiltere’nin yükselişleri Amerikan ve Fransız Devrimleri’yle bir an için durur gibi olur. “Durur gibi” diyoruz çünkü bu devrimler sayesinde ortaya çıkan alt-üst oluşlar, İngiltere ve Fransa’nın güç dengelerindeki başat rollerini değiştirmedikleri gibi, Fransa’da olduğu gibi, son tahlilde, ülkenin ekonomik gelişmesine rağmen yönetme biçiminde ortaya çıkan krizlerinin çözümlenmesine katkıda bulunurlar. “Bir an için” diyoruz çünkü daha geçen yüzyıldan beri kendilerini özellikle Fransa’daki yönetim tekniklerindeki gelişmelere uygun biçimde yeniden düzenlemeye çalışan Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu yıkılmalarından önce son bir direniş içine girmişler ama bu pek bir işe yaramamıştır.
18. Yüzyılın “güç ilişkileri” açısından bir başka önemli boyutu, başta egemenler İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa’nın tüm büyük güçlerinin birbirleriyle denizde ve karada kıyasıya bir mücadele, bir savaş içine girmiş olmalarıdır. Bu sürekli savaş hali, İngiltere ve Fransa arasındaki güç dengelerini sürekli değiştirmekte; onlar etrafında yeni güç dengelerinin oluşmasına yol açmaktadır. Örneğin Yedi Yıl Savaşları’nda (1756-1763) İngiltere, Fransa’ya galip gelmiş ama Amerikan kolonilerinin ayaklanması, Fransa’yı öç almak için harekete geçirmiştir. Bu iki güç 1778 ve 1783 arasında bir kez daha savaşa tutuşurlar.
Gerçekten de Fransa için Devrim Çağı 18. Yüzyıl, uzlaşmaz bir çelişkisinin çözümüne; Devrim ise onun güçlenerek çıkmasına neden olmuştur. Bir yandan deniz ticaretindeki atılımla ülke zenginleşmiş ve Fransız kültürü tüm Avrupa’yı etkisi altına almıştır ama diğer yandan sürekli savaşlar, israflar ve vergilerin toplanmasındaki dengesizlikler yüzünden Fransız devletinin giderek yoksullaştığı ve acz içine düştüğü ilginç bir tablo ortaya çıkmıştır. Bu dönemde ortak Avrupa dili olarak Fransızca, Latince’nin yerini almış; Prusya ruhunun simgesi olarak bilinen Frederick William I bile Fransızca’yı Almanca’dan iyi konuşmaktadır. Ama bir yandan da kilise papazlarıyla, yönetici piskoposlar, taşra soylularıyla saray soyluları bile birbirlerine girmekte, çalışkan ve kültürlü burjuvalar ise halkı kendi etraflarında örgütlemeye uğraşmaktadırlar.
Bu durum, toplumsal sınıf ve katmanlar arasındaki tüm ilişkileri ve dengeleri sarsmıştı. Tam bir “devrim durumu” vardı; yöneticiler eskisi gibi yönetemiyor, yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyorlardı. “Devrim”, bu paradoksu çözmek, Fransa’yı iç sorunlarını hallederek yeniden güçlü bir şekilde dışarıdaki dalaşa sokabilmek için hızır gibi yetişti. Daha 1792’de “Devrim”, henüz yerleşmeden Fransa, önce Avusturya ve Prusya ardından İngiltere, Hollanda ve İspanya’yı içine alan bir ittifak sistemiyle savaşa girdi ve hiç ummadığı halde her yandan saldırı ve işgale uğradı. İşte bu dönemde (1792-1795) kral idam edilerek Jakobenlerin Konvansiyon hükümeti kuruldu. Robespierre ve Saint-Just, Fransa’yı ulusal bir silkinme ve kurtuluşa ulaştırabilmek için harekete geçtiler, Cumhuriyet’i İdeal Şahin Devleti haline getirmeye çalıştılar; tüm bu etkinlikler sırasında bir yandan ulusalcılık ideolojisini yaygınlaştırdılar, bir yandan da Aydınlanma düşünürlerinin fikirlerinden hem ilham hem de kendilerini meşrulaştırma zemini olarak yararlandılar. Her bir farklı kaynaklardan gelen Devrim, Aydınlanma, Cumhuriyet ve Ulusçuluk’u konjonktür Fransa’da bir araya getirdi. Fransa’nın ulus olarak yeniden ayağa kalkabilmesi için devrim mahkemeleri ve giyotin durmadan işlemeye başladı. Tarihin garip bir cilvesi, “giyotin sunağıyla akıl Tanrıçasına tapınmanın aynı anda ortaya çıkmasına” neden oldu.
Jakobenlerin doğrudan doğruya güç mücadelesiyle ilgili bu tercihleri sayesinde, daha sonraki tarihsel ve bilimsel araştırmalar aralarında pek de öyle belirgin bir bağlantı noktaları bulamasalar da, artık Devrim, Aydınlanma ve Fransa dolayısıyla ulus-devlet ve ulusalcılık birbirlerini tamamlayan kavramlar haline gelmişlerdi. Siyasal güç olarak Aydınlanma işte buydu. Fransız ordusu “Devrim” ihracına başlamıştı; Fransız kültürünün zaten Avrupa’da var olan güçlü etkisiyle, giyotine göre daha sempatik Aydınlanma düşünceleri de “Devrim”le birlikte pazarlanıyordu. “Fransız ordularının başarısının doğrudan sonucu olarak, kentli devrimciler Hollanda, İsviçre, Kuzey İtalya, Papalık Devletleri ve Napoli’de kardeş cumhuriyetler kurdular: Zaman elverdiği ölçüde, bu cumhuriyetler Fransız modeline göre düzenlendi.”
Fransa, 1795-1799 arasındaki Direktuvar Dönemi’nde maliyesini düzeltmek için uğraştıysa da sürekli savaşlar nedeniyle bunda başarılı olamadı. 1799’da İngiltere, Avusturya ve Rusya arasında ikinci bir ittifak kurularak Fransa’ya karşı saldırıya geçince, Fransız halkı Napolyon Bonapart’ı göreve çağırdı.“ 1799-1804 arasındaki Konsüllük döneminde hızla yükselen Napolyon, zaten giderek otokratik ve monarşik hale getirdiği yönetimin ardından 1804’te İmparatorluğunu ilan etti. Yetenekli bir generalinin yönetimi sonucun “Devrim”in yarattığı kasırgayı atlatan Fransa, süreci Avrupa’nın en güçlü ülkesi olarak kapadı. Üstelik artık elinde Aydınlanma’dan miras alındığı söylenen kamusal eşitlik, ticaret özgürlüğü ve ileri teknik eğitim ve inanılmaz derecede despotikliği bile meşru gören bir idare anlayışı vardı.
Napolyon dönemi, Aydınlanma’yla ilgili karşıt fikirlerin ortaya çıkmasını besleyecek ilginçlikteydi, Napolyon bir yandan ülke içinde zalim bir otokrattı; onun despotluğu savaşçı ve yayılmacı dış politikasına da yansıyor ama Napolyon’un orduları, Aydınlanma adına savaştıklarını ileri sürmekten de geri kalmıyorlardı. O’nun bu çelişkili ve saldırgan tutumları, başta Almanya olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinin Fransızların silahlarını onlara doğru çevirerek ulusal devletler halinde yapılanmalarına ya da Habsburg İmparatorluğu ve Rusya’da olduğu gibi Fransa’dan başlarına yağan belanın Devrim’den ve Aydınlanma’dan kaynaklandığı düşüncesiyle eski düzenin restorasyonuna yol açtı. Bu çelişkili durumu tarih daha fazla sırtında taşıyamayacaktı; Fransa’da bile özellikle Katolisizm’den kaynaklanan çok güçlü bir Aydınlanma karşıtı hareket vardı. Napolyon, Rusya bozgununun ardından 1814’te Bourbonlar tarafından iktidardan düşünce, “siyasal bir güç olarak Aydınlanma” dönemi de sona ermiş oluyordu.
Ama sona eren Akıl Çağı’nda başlamış olan zihniyet devrimi değildi; zihniyet dönüşümü olarak Aydınlanma, başlangıçta Fransa’nın yayılmacı politikalarından güç alarak girdiği bütün Avrupa’yı dalga dalga kuşatmayı sürdürüyordu.
Onu siyasal bir güç haline getirmese de zihniyet değişimi açısından bir diğer Aydınlanma beşiği olan ve Kuzey Amerika’daki sömürgelerden vergi toplayamadığı gibi bir de Amerikan Devrimi’nin manifestosunu ensesinde hisseden İngiltere’de ise durum bu kadar vahim değildi. Gerçi İngiltere’de de Yedi Yıl Savaşları ve toplanamayan vergiler nedeniyle devlet, tıpkı Fransa’daki gibi yorgun düşmüştü ama İngiltere toplumunun yapısı ve daha 1688’de Kralı devirerek halefini yeni kurulan parlamentoya seçtiren ılımlı püriten devrimin sağladığı nispi özgürlük ortamı sayesinde, Devrim’e gerek olmaksızın yeni bir düzenlemeye imkan veriyordu. İngiltere’de soyluların sayısı egemen bir sınıf oluşturamayacak kadar azdı ama aynı zamanda çok kolay “centilmen” olunabiliyordu. Aydınlarla soyluların kalın ve kaba çizgilerle ayrılmamış oluşu, mutlak kraliyetin soylulardan ve halktan gelen dirençle yumuşatılması, bir uzlaşma ve istikrar zemini ve asgari sivil özgürlükler çıkarmıştı. İngilizler, Fransızların kültürel egemenliğinden etkilenmekle birlikte kendi entelektüel ve edebi geleneklerinin gücüyle korunabilmişti. Siyasal bir güç olarak Aydınlanma’yı hiç yaşamayan İngiltere, zihniyet dönüşümü olarak Aydınlanma’ya hep güç vermeyi sürdürdü.
Aydınlanma Çağı’nda kültürel ortam
Aydınlanma bayrağını Fransızlar taşıdılar çünkü tüm Avrupa kültürünü Fransızca, bu dilde yayımlanan “Ansiklopedi”, Paris salonlarındaki yaşama tarzı belirlemeye başlamıştı ve Fransa’nın güçlü siyasal varlığı bu etkiyi artırıyordu. Avrupa’nın hemen her yerinde Fransızcanın neredeyse resmi dil olarak kabul edilmesi, Kilise’nin kültürel birliği sağlayıcı işlevini sona erdiren protestanlığın ortaya çıkışından sonra, sanki Avrupa kültürünü yeniden tekleştiriyor gibiydi. 18. Yüzyılın özellikle ilk yarısında yeni fikirler Londra-Paris-Amsterdam’dan oluşan bir üçgen içinde dolaşıp duruyor, buralardan yavaş yavaş Lizbon’a, Moskova’ya ve hatta İstanbul’a kadar yayılıyordu. Öyle ki profesyonel ordular birbirleriyle çarpışma içinde olsalar da Voltaire, Avrupa’yı “birkaç devlete bölünmüş büyük bir cumhuriyet” diye tanımlıyor Rousseau, “artık bir Fransa, Almanya, İspanya hatta İngiltere yok, yalnızca Avrupalılar var. Hepsinin zevkleri, heyecanları, yaşam biçimleri aynı” diyebiliyordu.
Fransa-Devrim ve Aydınlanma birbirlerinden koparılamaz bir üçlü olsalar da nasıl “Aydınlanma” ile “Devrim” arasında doğrudan bir bağ kurulamazsa, Aydınlanma’yı da yalnızca Fransa’ya mal etmek de pek yerinde bir düşünce değildir. Fransa’nın Aydınlanma’ya özgün bir siyasi biçim kattığı doğrudur ama insana, akla ve bilime verilen değerden kaynaklanan zihinsel Aydınlanma’yla bu Fransız tipi Aydınlanma bir ve aynı değillerdir. Aydınlanma’nın olmazsa olmaz kaynaklarını oluşturan Newton ve Locke’un İngiliz olması, Fransa’nın emperyal girişim ve propaganları ortadan kalksa bile hemen tüm Avrupa’da yeni zihniyet değişiminin kendisini belli etmesi, Aydınlanma ve Fransa’yı eşitleyen düşünceyi hemen yanlışlayacaktır.
Ancak İngiltere ve Fransa’nın 17. Yüzyıldan beri süregelen tinsellik alanındaki dönüşüme katkıları kendi usullerince olmuştur: Güce dayalı (Jakobenler, Napolyon), geleneği hiçe sayan, çığırtkan, gösterişi seven (Paris salonları, Ansiklopedi) Fransız üslubuna karşı sessiz, uzlaşmacı, geleneğe bağlı kalarak ve derinden ilerlemeyi seven İngiliz üslubu…
Aydınlanma Çağı’nda Akıl Çağı’nda başlayan tinsel dönüşüm tüm Avrupa’da sürdü. Felsefede 17. Yüzyıl filozoflarının metafizik alanında Orta Çağ fikirlerinde açtıkları gedikler Aydınlanma’yla birlikte epistemoloji alanına taşınarak akla karşı “deney”e ve “ampirik bilgi”ye inanç arttırıldı. Gerçi bilimde köklü değişikliklerin yapıldığı 17. Yüzyılla karşılaştırıldığında 18. Yüzyılın başları bilimsel çalışmalar açısından nispeten daha sönük geçmişti ama Yüzyılın ortalarından itibaren bilimsel etkinlikler hızla arttı. Bilim, yayın organları sayesinde popüler hale gelmeye başladı; buhar makinası bulundu, özellikle dokuma sanayiinden başlayarak üretimle bağlantılı birçok teknolojik keşif yapıldı. 18. Yüzyıldaki bilim anlayışı, Bilim Devrimi’yle başlayan Tanrı’nın doğadaki işlevini azaltma misyonunu daha güçlü bir biçimde devraldı. Tanrı artık yalnızca basit bir “yaratıcı” olarak kalabilirdi ama “halkı afyonlayan dinsel dogmalara” (!) gerek yoktu; zaten Darwin’in evrim teorisini haber veren öncü düşünceler, Tanrı’nın otoritesini derinden sarsacak etkilerini yapmaya başlamışlardı bile. Aynı şekilde bilim de Aristoteles’ten beri yakasına yapışmış olan teleolojiden kurtulmalı; “neden”e değil “nasıl”a yönelmeliydi.
Tanrı’nın yerini bilime inancın yanı sıra Rönesans’tan beri gelişmekte olan ve Aydınlanma Çağı’nda doruğa ulaşan hümanizma alıyordu. Hümanizma, insanın nedenini efsanede ya da dinde değil, yine insanda aramak gerektiğini ileri sürüyor; bilim ve teknolojik gelişmeyle egemenliğini arttırıyordu. Dinsel büyünün çözülmesi, hümanizmayı yeni bir insanlık dini haline getiriyor; aklın, bilimin ve tarihin ilerlediği düşünceleri popüler bilince köklü bir biçimde yerleşiyordu.
Tinsel dönüşümde Aydınlanma Çağı, tıpkı Akıl Çağı’nın yarım kalmış görevlerini tamamlamaya çalıştığı gibi, bu kez 19. Yüzyıl pozitivizminin, bilim alanındaki kurumlaşmanın ve daha da önemlisi Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkışına zemin hazırlama misyonunu üstlendi.
Karşı-Aydınlanma ve geç kalmış Almanya
Hem siyasal güç olarak hem bir zihniyet dönüşümü olarak Aydınlanma, daha ortaya çıktığı zamanda kendi karşıtını da beraberinde getirmişti. Muhafazakarlığın kadim düşünürleri İngiliz Edmund Burke ve Joseph de Maistre de Aydınlanma karşıtı düşüncelerini Aydınlanma Çağı’nda üretmişti. Roma-Katolik gericileri, Aydınlanma’yı imanı reddeden çağdaş bir küfür olarak görüyorlar, onunla birlikte düşündükleri Fransız Devrimi’nin artık eskiye, imana ve otoriteye dönülmesi için bir uyarı olduğunu söylüyorlardı.
Rousseau’nun akıla karşı duygunun önemini vurgulayan, Aydınlanmacı Concordet’un tarihin ve insanlığın ilerlediği fikirlerine şiddetle tepki veren sesi ve Almanların romantisizmini, idealizmini önceleyen Sturm und Drang’ı Aydınlanma Çağı’nın ürünleriydi. Gerçekten de Rousseau ve Sturm und Drang’ın bugün bile süren Aydınlanma tartışmalarında nereye konulacakları belirsiz olan konumları, çok ilginç bir durum ortaya çıkarıyordu. Rousseau’nun bilinen ve birçok akademik çalışmaya kaynaklık eden bilinen örnek olaylığı bir yana, Sturm und Drang, da aynı çelişkili durumu gösteriyordu; bir yandan Aydınlanma’nın akılcılığına bir tepkiydi ama bir yandan da her türlü kısıtlama ve geleneksel değere de şiddetli bir başkaldırı öngörüyordu.
Patlak veren Devrim, Aydınlanmacı “filozofların aklıyla Rousseaucu kardeşlik ve eşitliği biraraya getirmiş görünüyordu. Devrim özgürlüğü getirdi ama ardından terör geldi. Devrim barışı getirdi ama ardından savaş patladı. Devrim cumhuriyeti getirdi ama ardından İmparatorluk sökün etti. Bu muhteşem şafağı selamlayan genç Almanlar dehşetli bir şaşkınlık içine düştüler. Düşüncelerin ve niyetlerin tam tersine döndüğüne tanık oldular. Kurtarıcıların baskıcı olduklarını gördüler.” (Edgar Morin, Avrupa’yı Düşünmek, çev. Şirin Tekeli, Afa Yayınları, 1988, s.104-105) Morin’in bu kısa paragrafı Aydınlanma sırasında olup biten diyalojiği çok özlü biçimde ifade etmektedir. Karşı-Aydınlanma sürecin daha başından itibaren orada bulunmaktadır ve Karşı-Aydınlanma’nın Rousseau’da dışlaşan duyguların önemini vurgulayan içeriği, Devrim düşüncesine ve hatta Kant ve Goethe’den dolanarak yeni ahlak anlayışına hayat vermiştir.
Bunun yanında Karşı-Aydınlanma da Aydınlanma’dan esinler almıştır. Örneğin Burke, kendisine “istikrarlı bir toplumun Montesquieu’su” denecek kadar 1688 Devrimi’ne bağlıydı. Alman romantikleri ve idealistleri ise, olanca karşıt düşüncelerine rağmen tarihi tam bir ilerleme süreci olarak görme ve insanlığın tam bir yetkinliğe doğru gittiği konusunda çoşkun bir inanç besleme noktasında tam bir Aydınlanmacı idiler; zaten amaçlarını Karşı-Aydınlanma değil Aydınlanma’yı aşıp daha ileri bir aşamaya ulaştırma olarak belirlemişlerdi. Aydınlanma Çağı boyunca, insanın zihinsel ürünleri olarak bir tarafta insan, akıl, bilim, ilerleme diğer tarafta Tanrı, inanç, duygu, gelenek durmakta; bunlar bırakın her topluluğu her düşünürün (bireyin) zihninde bile bir arada yer almakta ve güç mücadelesinin taleplerine göre zaman zaman çeşitli biçimlerde biraraya gelerek bir iktidar amalgamı oluşturmaktadırlar.
Bizi burada daha çok ilgilendiren Aydınlanma karşısında Almanya’nın konumudur; çünkü bu konum Almanya’yı ve Almanları çok ilginç bir pozisyona sürüklemiş; bu geç kalmışlık bir ölçüde avantaja dönüşerek dev bir düşünce mirası ortaya çıkarmıştır. Almanya, hem Karşı-Aydınlanma’yı simgeleyen idealizm, romantizm, tarihçilik gibi düşünce akımlarına rahimlik ederken bir yandan da ulusal birliğini sağlamanın ve kendine özgü modernleşmenin peşindedir. O öylesine kendine özgüdür ki, kana dayalı ulusçuluk, Marksizm ve Nasyonal Sosyalizm hep Almanya’dan neşet etmiştir. 17. Yüzyılda iki büyük devlet (Habsburg ve Prusya), yüzlerce küçük prenslik, bağımsız şehirler ve imparatorluk şövalyeliklerinden oluşan Almanya’da büyük güçlerin yönetim merkezleri olan Viyana, Berlin ve ticaret kenti olan Hamburg dışında, büyük bir ekonomik gerileme ya da durgunluk sözkonusudur. Ama Almanya’nın bu geri ve parçalanmış görünümü, kültürel etkinliklerin kamçılanmasına neden oluyordu; üniversiteler ve saray orkestraları bir statü sembolü haline gelmişlerdi. Müzik alanı hariç tutulursa, Almanlar kendilerinin Fransızların çok gerisinde kaldıklarını kabul ediyorlardı. Fransız hayranlığı almış yürümüştü. Bu hayranlık Alman idealistlerinde bile, örneğin Fichte’ye “Açıktır ki bundan böyle Adalet’in tek ülkesi Fransız Cumhuriyet’i olabilir. Güçler ancak ona adanabilir. Artık o insanlığınen aziz umutları değildir; varlığı da ancak muzaffer olmasına bağlıdır” dedirtecek Devrim ve Aydınlanma taraftarlığı yapmış fakat bir yandan da Aydınlanma’yı hatalarından arındırarak (örneğin evrimciliği terk etmesini ve Hırıstiyanlığa bağlanmasını) aşmak fikrini uyandırmıştır.
Tüm bunlardan sonra, bugünden bakıldığında Aydınlanma’nın zihniyet değişimi açısından Avrupa’da, çeşitli ülkelerde, çeşitli biçimlerde ortaya çıkan ve yine Avrupa kökenli olan modernlik sürecinde önemli bir yükseliş dönemi olduğunu; ancak akıl, bilim, hümanizma gibi ortak temel değerleri olmasına rağmen karşı-değerler de içerdiğini söyleyebiliriz.
Hem Aydınlanma mirasına, hem Alman romantizmine sahip çıkmış; Aydınlanma’yı tinselleştirip romantizmi entelektüelleştirmiş olan Hegel’in, modernliğin par excellent filozofu olmasının nedeni de işte bu karmaşayı diyalektik bir çözümü kavuşturmasıdır. Hegel’in bu başarısının arkasında, hem daha dün Roma İmparatorluğu’nun varisi iken 18. Yüzyılda tarihsel olarak geri bir konumda bulunan Almanya’da yaşamış ve düşünmüş; hem de Avrupa’nın diğer yerlerindeki modern gelişme ve düşünceleri izlemiş olması yatmaktadır. Kafasında hem yapılan hem yapılması gereken üzerinde düşünceler taşıyan Hegel, hem bir Aydınlanma filozofu olan Kant’la başlayan felsefenin Almancalaştırılmasına hem de ikiyüz yıl önce Luther’in açtığı Hırıstiyanlığın “dünyevileşmesi” yoluna son taşları koymuştur. Hegel, modernliği Hırıstiyanlıktan ayrı değil, bizzat Hırıstiyanlığı da içerecek tarzda felsefeleştirmektedir. Hegel’in selefi, Aquinolu Thomas’tır, bu yüzden ona “son skolastik” denir. Hegel, Aquinolu’nun Hırıstiyanlığın kalbine Aristoteles’i taşıyarak yaptığını Hegel, modern aklın içine teolojiyi katarak yapmak istemektedir. O, Tanrı’yı da içine alan sistemli ve mutlak bir meta-anlatı inşaa etmek, Tanrı’yı yeryüzüne indirmek peşindedir.
Aydınlanma’dan bugüne ve Türkiye
21. Yüzyıldayız artık ve Aydınlanma Çağı’nda bu yana iki yüz yıl geçti. Güç ilişkileri eksenlerinde de köprülerin altından çok sular aktı. Şimdi Amerikan egemenliğindeki yeni, tek kutuplu bir dünya düzeninden bahsediyoruz ama bir yandan da “söz”ün, “sanat”ın, “siyaset”in, “demokrasi”nin, “ulus-devlet”in sonunun geldiğinden, güç ilişkilerinde “devlet”in tarih boyunca yüklendiği birincil misyonu yitirdiğinden…
Bir süreden beri postmodernizm teorileriyle birlikte Aydınlanmacılığın getirdiği zihniyet değişiminin gerilemekte olduğu ileri sürülmektedir. Aydınlanmacılığın siyasal bir güç olarak gerilediği doğrudur ve zaten bu yeni bir olgu değildir daha 18. Yüzyıl sonlarında Fransa’nın gerilemesiyle birlikte Aydınlanma da siyasal bir olarak gücünü yitirmeye başlamıştır. Ama Aydınlanma’yı modernliğin ivme kazandığı bir dönem olarak gören bakışa göre, Aydınlanmacılığın gerilediğini ileri sürebilmek için, postmodernlik tartışmalarının içine düşmek ve orada biraz oyalanmak gerekmektedir. Burası, çok karanlık bir kuyudur.
Modern projenin tamamlanmadığı veya skandalla sonuçlanarak yerini postmodern duruma bıraktığı iddiaları, Batılı entelektüel gündemi tıkabasa doldurmuş; insanlığın geleceği açısından verimsiz bir tartışma giderek hevesleri kıran ve tarafları yorgun düşüren bir hal almıştır. Bu tartışmadan “yeni dünya düzeni”ne kültürel dayanak teşkil edecek temel bir tez ortaya çıkmamaktadır. Yorgun Batılı bilinç, şimdilik siyasal ve ekonomik üstünlüğün sağladığı rehavetle adeta geviş getirmektedir.
Bu karmaşık dünyada, kendisine bir yol aramaya çabalayan Türkiye’de ise “Aydınlanma”, ilginç bir kullanım alanına sahiptir. Aydınlanma, kimi zaman tıpkı Fransa’daki gibi Cumhuriyet’le ve Devrim’le eş anlamda; kimi zaman aklı ve bilimi esas alan Jakoben bir kültür politikası olarak ama her halükarda gelenek ve tarih karşıtı bir anlamda kullanılmaktadır. Oysa bu yazıda işaret etmeye çalıştığımız gibi Aydınlanma, hakkında konuşmadan hele hele ideolojik malzeme haline getirmeden üzerinde çokça durulması gereken karmaşık bir süreçtir. Şüphesiz modernlik de, onun belli bir süreci olan Aydınlanma da Avrupa kökenlidir ama bu onların her coğrafyaya özgü biçimleri olmadığı anlamına gelmez. Her ikisinin de en azından Fransız, İngiliz ve Alman tipi olmuştur. Burada üzerinde fazla durmadığımız İtalya, İspanya ve hele hele Rus tipi Aydınlanma (modernleşme) ise bize benzerlikleri noktasından çok ayrıntılı incelemeleri hak etmektedir. Cumhuriyet dönemi Türk yönetici eliti, büyük ihtimalle Fransa’nın kültürel egemenliğinin kısmen de mezhepsel ve etnik bakımdan benzerliğimizin etkisiyle, Fransa tarzı modernleşmeyi kendisi isteyerek seçmiştir. Fransa tarzında Aydınlanma, bir zihniyet dönüşümü olduğu kadar ve hatta ondan daha fazla siyasal bir güç anlamına gelmektedir; ülkemizde Aydınlanma’nın zihniyet yanından ziyade ulusalcı ve cumhuriyetçi yanına vurgu yapılması bu nedenledir.
Oysa bize göre postmodern bir zihin kaosunun yaşandığı günümüz dünyasının Batı dışında kalan bölümlerinde yaşayan aydınları, önemli görevler beklemektedir. Çok çabuk alt-üst oluşların yaşandığı siyasal-toplumsal güç ilişkileri alanının aksine tinsellik alanı daha kalıcı ve niteliğe ilişkindir. Zaten yukarıda yaptığımız tartışma da bunu açıkça göstermektedir. Aydınlanma çağı’nda ivme kazanan modern zihniyet dönüşümü dünyadaki tüm siyasal-toplumsal alt-üst oluşlara karşın son zamanlara kadar egemenliğini sürdürümüştür. Yine aynı şekilde Almanya Aydınlanma çağı’na geç girmiş olmakla birlikte, zihniyet dönüşümüne verdiği önemle geriliğini aşmış ve son yüz yılın temel güç odaklarından birisi olabilmiştir. Batı-dışı aydınları da batılı düşünceden edindikleri mirasa sahip çıkarak Batı için akamete uğramış gibi görünen modern projeyi buralarda daha sağlıklı biçimde hayata geçirebilme görevi ve imkanı beklemektedir. Ama bunun için batılı düşünce ajandasından başlarını kaldırmaları, halen yaşayan ve milyonlarca insanın yaşama tarzını derinlemesine etkileyen İslam, Hinduizm, Konfüçyus geleneklerinin nasıl modernleşebileceklerini ve sosyalizm ve milli mücadele tecrübelerinden de yararlanarak aralarında nasıl ortaklıklar kurulabileceğini düşünmeye başlamaları gerekmektedir.
Bu amaçla ilk yapılması gereken, Batı düşüncesinin temel kavramlarını, şimdiye kadar Batılı olmayan düşünce ajandasında hiçbir biçimde ciddi olarak yer almamış, yalnızca ideolojik mücadeleler ya da akademik tutunma çabaları için apartılmakla yetinilmiş, “devlet”, “tarih”, “toplum”, “sınıf”, “aydın” vb. gibi çok önemli kavramları, “sanki ilk kez bugün burada düşünülüyormuşçasına” tartışabilecek bir ortamın oluşmasına katkıda bulunmaktır. Bu ortam, Doğu’daki büyü bozumu sürecini ilerletecektir. İkincisi ve daha önemlisi ise, Batı düşüncesini oksidentalistik bir bakışla, yani “bu düşünceler Batı’da Batı için üretilmiştir diye düşünerek” ele almak, onları birçok yerden kırıp başaşağı ederek bir yapı-bozumuna uğratmak; kendi tarihimiz ve toplumumuzu açıklamak için elverişli hale getirmeye çalışmaktır.
Kaynak: Toplumbilim Dergisi Aydınlanma özel sayısı sayı 11Temmuz 2000