Hakikat ana dilde parıldar
Yahya Kemal Beyatlı’ya “Ne zaman şair olduğunuza inandınız?” diye sorulduğunda, “Türkçe’yi hissettiğim zaman” diye cevap vermiş. Bu sözün hikmeti kendisini hemen ele vermiyor. Artık biliyoruz, bir ana dil, diğerlerine üstün değil, diller de insanlar gibi eşit. Her dilde konuşmak, iletişim kurmak nasıl mümkünse, (bilimsel, felsefi, teolojik) düşünmek, hayal kurmak, rüya görmek, edebiyat yapmak velhasıl dille ne yapılıyorsa onu ifa etmek de mümkün. Anamızı babamızı belirlemenin elimizde olmaması gibi, hangi kavme, hangi ana dilin içine dünyaya geleceğimizi de biz tayin edemiyoruz. O ana dilin içinde halk edilişimizdeki hikmet, varlığı, hakikati o dilden anlamamız istendiğinden olsa gerek. Büyük şairimizin “Türkçe’yi hissetmek” sözündeki hikmet de bu neviden. Hal böyleyken, ana dilleri üstünlük yarışına sokmak yerine bize düşen, ana dilimizle varlığı, hakikati kavramanın imkânlarını sunmak, ana dilimizi hissetmemizin zevkini aktarmaya çalışmak olmalı.
Dillerin eşitliği, onların her bakımdan aynı olması anlamına gelmiyor. Tam tersine, tıpkı, insanlar, kavimler, çiçekler gibi diller de rengârenk. Her birinin kendine has özellikleri, güzellikleri var. Atasözü ve deyim zenginliği, bitişimli niteliği yüzünden köklere doğru büyüleyici bir yolculuğa ve varlık kavrayışına fırsat vermesi, Türkçe’nin en önde gelen niteliklerinden.
Metin Bal ile birlikte hazırladıkları Heidegger üzerine derleme kitaba yazdığı sunuşta Özgür Aktok, Türkçe hakkında ilginç bir iddiada bulunuyor. Heidegger’e göre Grekçe aletheia (gizlenmemişlik) kelimesinin, Latince’ye veritas (aslına sadık) olarak çevrilmesi, Batı düşüncesi ve kültürü için dönüm noktası. Bu noktadan itibaren, kelimeler şeylerin, epistemoloji ontolojinin önüne geçmiş, görünüşle gerçeklik birbirinden ayrılmış, Batılı insan için gerçek varlığın apaçık görünen halini ifade etmek değil zihinsel yansımalar daha önemli hale gelmiş. Akıl ile şey arasındaki uygunluk demek olan geleneksel anlayıştaki, doğru ve doğruluk fikri, böylece asıl anlamını yitirmiş. Aktok’un iddiası, eski Grekçe’deki varlığı birebir yansıtma imkânlarının Türkçe’de bugün de aynen bulunduğu… Mesela Türkçe’deki ‘doğmak’ kelimesinin eski anlamlarına gittiğimizde onun ‘doğru’ ile olan bağlantısını görüyoruz. Kaşgarca’da togmak, doğmak, çıkmak, belirmek, yükselmek, göğe ağmak, havalanmak; togrumak ise doğrulmak, yönelmek anlamına geliyor. Sonuç olarak Türkçe’de doğru ile doğma sözcükleri eş-kökenli.
Biz de Aktok ile aynı kanıdayız; Türkçe varlığı doğrudan kavramada birçok imkân sunuyor. Türkçe sayesinde varlığın daha kolay kavranabileceğine biz de bir örnek verelim:
“Göz” kelimesi üzerine yoğunlaşalım. Sadece “göz”ün farklı anlamlarını ve “göz” ile ilgili atasözü ve deyimler üzerine yazmaya kalksaydım, inanın bu köşeyi mübalağasız aylarca sadece bu konuya hasredebilirdim. İsterseniz deneyin, siz de rahatlıkla yapabilirsiniz. Ama “göz” örneğini, dilimizdeki çok-anlamlılığa örnek diye vermedik, niyetimiz başka.
Hemen tüm dillerde “görme” ve “bakma” birbirinden ayrılır. Görmek için önce bakmak lazım geldiği, uzun uzun anlatılır. “Bakar-kör” sözümüz, sadece bir görme engelliliği türünü değil aynı zamanda sahiden görebilmek için ince bir zihinsel dikkatin de devrede olması gerektiğini ima eder. Dikkat kesilmeden, öylesine, melül melül “ölü koyun gibi” bakmanın görmek için yeterli olmayacağı vurgulanır hep.
Görmek için dikkat kesilmenin gerektiği kesin, amenna ama Türkçe’deki “bakma” sözündeki anlamı bununla sınırlarsak cinayet olur. Türkçe gösteriyor ki, sadece görmek için değil, karşımızdakini anlamak için de öncelikle “bakma”ya mecburuz. Birinin görüş alanımıza girmesi, onu görmemiz, hatta tüm özelliklerini enine boyuna, inceden sürmeye tarif etmemiz o kimseyi anlamamız için yetmez, ona tıpkı bir annenin bebeğine yaptığı gibi özenle bakmamız gerekir. Bebeğine bak-an anne ona, elinden gelen gayretle bak-ım veriyor, onun için kaygılanıyordur. ‘Bakma’, sadece gözümüzün yaptığı bir eylem değil, tüm varoluşumuzla katıldığımız oldukça karmaşık bir iştir. “Lütfen bana iyi bak, gözlerimin içine bak” dediğimizde, muhatabımızı, muhteşem bir varoluşsal meydan okumaya, insanlaştırıcı bir düelloya davet ediyoruzdur. “Sana bir şey olacak diye merak etme, ben sana bakarım” dediğimizde, “bakma” anlatılamaz bir adanma anlamına kavuşur. Ya “bak-ışmak” mı dediniz, haklısınız, “bakışarak” dünyalar kurarız. İnsan bakışan yegâne canlıdır. Türkçe’de insaniyetin, hakikatin çok sırları gizlidir; bak-masını bilene.
Şiirin tercümesi olmayacağına inanan çoktur; ben bundan ayrı olarak hakikatin ana dilde sırlandığına, tercümeyle bunun birebir aktarılamayacağına inanırım. Sözünü ettiğimiz tartışma dolayısıyla, ana dilimiz Türkçe’den misal verdik. Heidegger’in Batı dilleri hakkındaki tezi ne kadar doğrudur bilinmez ama bir Kürt, bir Çerkes ve dahası herkes, kendi ana dilinde hakikatin nasıl parladığını bize kolayca anlatabilir. Zira hakikat, ana dilde parıldar. Sadece bu bile ana dilleri özgürleştirmek için yeter de artar.
Kaynak: Yeni Şafak