Halis insan sıradan bir hayatı seçer!
“Bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusu kadar basit ama aynı zamanda zor bir soru daha var mı bilmiyorum. Herkes, hayatını kendi bildiği doğrultuda ve çoğu zaman kendinden emin bir şekilde yaşayıp gittiğine göre demek ki bu soruya kendince bir cevap veriyor. Saygı göstermeliyiz. Ama biz şimdi bu soruyu açıktan soran ve cevabı dert edinen varoluşçu felsefenin ve psikolojinin alanındayız. Onlar, cevap olarak, “otantisite” (halislik, hasbilik) kavramını öne sürüyorlar. Bu cevaba ben de katılıyorum ama muhtemelen kavramın içeriğine onlardan biraz farklı bakıyorum. Ama önce onlarla ortak olan bir hususu, halis, hasbi olmayı başaramamış insanların özelliklerini ele alalım.
Halis, hasbi olamayan kimsenin ilk dikkat çeken özelliği, insan ilişkilerinde samimiyetten uzak yüzeyselliği ve çıkarcılığı… Görünüşte o da çırpınır didinir, sözüm ona meşguldür, hatta hayli meşguldür ama hep menfaatinin peşindedir. Bir türlü içten gelerek veremez kendisini hayata, çıkar gözetmeksizin sarılamaz insan ilişkisine. Meşguliyetleri hep nicelikle ilgilidir, yapıp etmelerinde hayatla sahici olarak karşılaşmanın hiçbir emaresi bulunmaz. Bir türlü sükûneti, huzuru yakalayamaz. Zira çıkarlar, uçsuz bucaksızdır, dur durak bilmez; çıkar odaklı insanın da varacağı bir menzili yoktur. Kendini hep hayattan ve insanlardan alacaklı gibi hissettiğinden her durumda, herkesten istifade etmeye, adeta alacaklarını toplamaya çalışır. Elbette böyle bir hayattan sahici anlam devşirilemez, o yüzden temel anlam boşlukları hırs, tamah, fizik ve para gücüyle doldurulur, mal mülk istiflemek ve güç gösterisinde bulunmak için çabalanır. Olmak, sahip olmak gibi anlaşıldığından “edinmek” için ne gerekirse yapılır.
Hasbi olmayan kişinin tatminsizliği, keyifsizliği her halinden bellidir ama o mutlu görünme oyununu her yerde sürdürür. Her daim keyifli, mesut bir hayatın mümkün olamayacağını idrak edemediğinden çıkar sağlayamadığı çevrelerden hemen tüymeye meyyaldir. “Bunlardan bana fayda yok” deyip kendisi insanlardan uzaklaşmamışsa, boyaları döküldükçe samimiyetsizliğini görenler ondan geri durmaya başlarlar…
Hasbi olmayan insanın mümeyyiz vasıflarından biri de, hayatı derdiyle mihnetiyle kabul etme iradesini gösterememesi. En kolay, en basit, kestirme olduğunu sanarak kaygılardan kaçmaya çalışan bir yaşama stili seçmesi. Fanatizm ve madde bağımlılığı seçebileceği kolay keyif yollarındandır… Kendini her fırsatta kalabalıklara atıvermesi… Gündeliğe, aleladeliğe, banalliğe batmış; vasatlığa, “herkes”liğe gömülü bir hayat sürmesi… “Niye bu dünyadayım, bana düşen nedir, ne yapmalıyım?” sorularını aklından uzaklaştırmaya çalışması… Buraya kadar tamam ama “otantisite” konusunda varoluşçularla veya kendini varoluşçu sananlarla en çok bu noktada ayrıştığımı sanıyorum.
Bazı kendini varoluşçu sananlar, bu gerekçelerle, otantik olmayı kalabalıklara yüz vermemek, değişik ve ince zevkleri oldukları zannıyla olabildiğince insanlardan ayrı ve farklı yaşamak olarak anlıyorlar. Bu tuhaf fikirlerine azıcık da Nietzsche sosu koyuyorlar. Otantik insanı, bambaşka, olağanüstü bir hayat süren, sıradan insanları hakir gören üst-insan gibi bir varlık sanıyorlar. Ona göre davranıyorlar; ayrıksı, sevimsiz görünüyorlar. Bayağılık, banallik, aleladelik ile sıradanlık arasındaki dağlar kadar farkı göremiyorlar.
Oysa bana göre otantik insan, “herkes”liğe düşmez, özgündür, biricikliğinin farkındadır ama ilk bakışta çoğunluktan biri gibi görünür. Sıradan olmayı künhüne vararak bilinçli biçimde yaşar, kimseden ayrı, ayrıcalıklı ve farklı olmamaya gayret eder. Hayatı olduğu gibi kabul eder, başına gelene rıza gösterir, teslim olmuştur ama mücadeleyi elden bırakmaz. İyilik, güzellik ve hakikat arayışı ile mutluluk arasında sıkı bir bağ olduğunu bilir; elinden geldiğince daha çok iyilik yapmak, ebedi saadete ulaşmak için çabalar. Gürültü, nümayiş ve gösteriye prim vermez. Ya kıt kanaat geçinip gider ya da elindeki avucundakiyle yetinmesini bilerek nasiplerine düşeni kabullenir. Varlığını büyütmeyi gösteriş ve şatafat için değil sadece daha çok insana faydalı olmak için ister. İyi evlat yetiştirmeye, çevresine yararlı olmaya çalışır, yaşadıkları yerin, ürettikleri değerin kıymetini iyi bilir. Mevki-makam, mal mülk için çırpınmaz; en büyük muradı gönül kırmamaktır.