Hayatı sahici yaşamak
”Bir insan ömrünü neye vermeli?”sorusuna cevap ararken insanın hem kendini haklı gören hem de sorgulayan varlık olma yanına dikkat çekmiştik. Tasavvuf”taki ”hal” kavramını, biraz da endişeyle, konunun içine dercetmiş, kendimizi gözlemleyen, sorgulayan, yaşadığımız hayatın zilletini fark eden yanımızı ”hal” diye nitelemiştik. Elbette Tasavvuf”un dili, söylemi, eylemi, izleyicisinden beklentisi çok farklı… Biz kendi sınırlı, mütevazı bilgi evrenimizde, modern bilgi dünyaları olan ilahiyat (teoloji), felsefe ve psikolojiden yola çıkıp konuşuyoruz, daha doğrusu kendimizi ancak bu kadarına yetkili görüyoruz.
”İnsanın, yeryüzünde kendisinden başka bir tane daha olmadığını, bu biricik oluşun ona kendisi olma sorumluluğu yüklediğini bilmektir hasbi, sahici olmak, halis bir hayat sürmek” diye söze başladık, oradan devam edelim.
Hasbi insan odur ki, ”hal”inin sorgulayıcı iç-sesine hep kulak verir. Biricikliğini, var olmanın ona yüklediği tüm çelişki ve çatışmaları kabul eder. Kaderine rıza göstererek, olayların beraberlerinde getirdiği endişeye katlanır. Kimseyi taklit etmeden, kimseye yaranmadan, cesaret, azim ve kararlılıkla yaşamayı göze alabilir. Ne zaman geleceği meçhul ama kaçınılmaz olan ölümü aklında tutar, ona hazırlanır. Fanilik bilinci sayesinde, önemsiz meşguliyetlerden uzak durmayı başarabilir. Yapılması gerekenleri uygun zamanda yapar. Görev ve sorumluluklarını, ideallerini kendisi belirler, onlar için çabalar. Potansiyellerini gerçekleştirdikçe hayatına derinlik ve lezzet katar.
Dik başlı, kimseyle uzlaşmayan biri değildir hasbi insan. İlişkilerine de azami ölçüde özen gösterir. Kulağı iç-sesindedir, sadece halinden memnun olmayı değil halinin de kendisinden memnun olmasını ister. Tek başına da kalsa kendi yolundan gider ama asla bencil değildir, toplumsal sorumluluklarının idrakindedir. Hem yaşadığı anın hem hayatın karşısına çıkardığı insanların değerini bilir.
Biraz da mefhumu muhalifinden düşünelim: ”Hasbi olmayan insan”, belirsizliğin hâkim olduğu gündelik hayatın içinde sürekli kaygılardan kaçmaya çalışan bir yol seçer. Gündeliğe, aleladeliğe, banalliğe batmış; vasatlığa, herkesliğe gömülmüştür. Kendini sıradan hayat olaylarına, günlük maişet derdine bırakmış, ırmaktaki yapraklar gibi bir o yana bir yana savrulup durur. Yalnızca toplumun ve diğer insanların beklentilerini karşılamaya çalışır, bu dünyada ne işi olduğunu aklına bile getirmez. Belki görünüşte çok meşguldür, hayatında bir dakika bile boşluk yoktur ama bu eylemler hep nicelikle ilgilidir, yapıp etmelerinin niteliğinde hayatla sahici olarak karşılaşmanın hiçbir emaresi bulunmaz.
Kendini gündelik hayatın dağdağasına, maişet derdine bırakır, topluma sığınıp kendinden vazgeçer ama bir türlü aradığı huzuru bulamaz. Çünkü arada bir de olsa ”hal”i ondan hesap sorar, yaşamın, dünyada oluşunun anlamını sorgulamaya zorlar. ”Hal”inin, vicdanının çağrısını susturabilmek için bu kez tekrar hasbi olmayan yaşamın gürültülü telaşına gömülür. Hasbi olmayan kimse, insanlarda güdük, tatsız tuzsuz biri hissi uyandırır. İç-sesine kulak tıkamasından kaynaklanan samimiyetsizliği hemen fark edilir. Varoluşsal endişeleriyle yüzleşmeye cesaret edemez lakin kişilerarası ilişkilerde aslan kesilebilir. Hayatındaki temel anlam boşluklarını hırs, tamah, fizik ve para gücüyle doldurmak, mal mülk istiflemek ve güç gösterisinde bulunmak için ne gerekiyorsa yapabilir. Onunki ”olma” değil ”sahip olma” cesaretidir.
Hayatı sahici biçimde yaşayan, hasbi insan ise özgür ve cesurdur. Özgür olduğu kadar sorumludur. İnsanları incitmemeye, birlikte, dayanışma içinde hareket etmeye gayret eder ama yeri geldiğinde müdanasız olabileceğini de gösterir. Yaşamımıza anlam katmanın kendi çabamızla mümkün olacağını, hep çabalaması, mücadele etmesi gerektiğini bilir. Yanlış anlamamak gerekir. Halislik, hasbilik, ille de mutlu mesut bir hayat demek değildir, o bir yaşama tarzıdır; hayatı acısıyla tatlısıyla, sevinçleri ve kederleriyle kabul edebilmektir.
”Hayatın Anlamı Var Mı?” kitabımı yazdığım sırada zihnine ve takvasına güvendiğim bir arkadaşıma yukarıda okuduklarınıza benzer görüşlerimi gösterdim. Okudu. ”Niye topluma uyumlu, herkes gibi davranan, cami cemaatiyle iyi geçinen, manevi rehberini izleyen, tamahkâr olmayan bir insanı beğenmiyorsun?” diye sordu. ”Ah dostum, ben de tam o dediğin insanlar gibi nasıl olabiliriz sorusuna cevap verebilmek için bu bahsi yazmaya girişmiştim. ”İyiliği emredip kötülükten sakındırmaya”, ”dosdoğru, pürüzsüz yolda yürümeye” çalışan insanı anlatmak, benim boyumu çok aştı, ”sahicilik” diye kekelemem de bu yüzden” diye cevap verdim.
Farkındayım, hala kekeliyorum ama olsun konuşmaya çalışmaktan vazgeçmiyorum ya…
Kaynak: Yeni Şafak