Hepimiz ölecek yaştayız!
Ölümü, olabilen en geç zamana ertelemeye çalışmak, sevdiklerimize “hayırlı, sağlıklı, uzun bir ömür” dilemek, çok anlaşılabilir, insani bir talep. Acaba kendimizi bu taleple sınırlıyor muyuz, yoksa daha fazlasını isteyecek kadar ileri gidiyor muyuz? “Ant olsun, onları hayata karşı (diğer) insanlardan ve hatta şirk koşanlardan bile daha tutkun bulursun. Onlardan bazıları bin sene yaşamayı arzu ederler” (Bakara, 2/96) kutlu sözünün muhataplarından birisi de biz miyiz?
Ölümsüzlük arzusu, insanla yaşıt… Bilinen en eski mitoloji ve destanlarda hep bu tema işlenmiş; Gılgamış da Prometheus da, en büyük amaçları ölümsüzlüğe ulaşmak için uğraşmışlar. Hemen her kültürde ölümsüzlüğün aranışı ve bulunuşu ama kaybedilişi hakkında, bizim Lokman Hekim’imize benzer bir anlatı var.
Ölümü alabildiğine geciktirmeye çalışmakla ölümsüzlüğü arzulamak arasındaki sınır nerede? Belli değil. Belki de bu ikisi, aynı şeyin nicelik açısından farklı görünümleri. Hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşayıp gitmemiz, sanki dünyada ölüm yokmuş gibi kayıtsız kalışımız, ölümsüzlük arzumuzdan olmasın sakın. Hz. Muhammed’in (sav) “İnsanda iki şey yaşlanmaz: yaşama arzusu ve mal sevgisi” sözü, sürekli yaşama arzusunun adeta doğuştan olduğu şeklinde yorumlanamaz mı?
Birisi çıkıp “Ölümsüzlük arzusu da fanilik bilincimiz gibi tamamen insana özgü, insanın bir başka gerçekliğidir. Ölümsüzlüğü arzulamak, hep yaşamayı istemek, bütün insanlarda güçlü bir biçimde yer etmiştir” derse, kendi adıma bu söze kolayca itiraz edemem. Zaten ilahiyat açısından bakıldığında, insanın ölümsüzlüğü arzulaması, onun fıtratında, mayasında varmış gibi görünüyor. Kur’an-ı Kerim’de (Araf 7/20; Taha 7/120) Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın işlemiş oldukları günahın, Şeytan tarafından kandırılmalarının nedeni olarak ölümsüzlük arzusu gösteriliyor. Şeytan, Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı “Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedi kalanlardan olursunuz diye yasakladı” sözleriyle kandırarak, yasak meyveyi yemeye kışkırtmış. Böyle bakıldığında, insanın yeryüzüne düşüşünde, dünyaya gönderilmesinde fıtratındaki ölümsüzlük arzusunun da önemli bir payı bulunuyor diyebiliriz.
Sonsuz hayatı, ebediyeti istemenin Şeytan’ın aldatmasına hamledilmesi ve ahret inançları nedeniyle olsa gerek Müslüman düşünürler, insanın ölümsüzlük arzusuyla pek ilgilenmemişler ama Batı’da bu konuda zengin bir literatür var.
Yunanlı Epiküros, her şeyin aşırısının, aşırı dindarlığın, aşırı zenginliğin, abartılı biçimde güç ve onur peşinde koşmanın aslında bir tür ölümsüzlük çabası olduğunu söylüyor. Varoluşçu düşünür Miguel de Unamuno’ya göre, insan olarak tüm yapıp etmelerimizin altında, nasılsa bir biçimde ölümsüzleşebilmeye duyduğumuz arzu bulunuyor. Ünlü iletişim teorisyeni Marshall McLuhan da kitle iletişim araçlarının geliştirilmesinin ve yaygınlaşmasının aynı arzu nedeniyle olduğunu düşünüyor. Freud, insanı harekete getiren motivasyonlar üzerine çok düşündü, görüşlerini birçok kere değiştirdi, sonunda insan ömrünü yaşama arzusu ve ölüme gidiş (eros-thanatos) arasındaki mücadeleyle açıkladı.
Ölümsüzlük arzusunu her işin başı olarak gören Batılı düşünürlere göre, kültürlerin en büyük görevi de ölüme saflık katma, onu lahana doğramak, bir bardak su içmek kadar sıradan bir hale getirmeye; bu sayede ölüm endişemizi yatıştırmaya çalışmak. Öyle ki, insanlık tarihini “ölümsüzlük arzusu” eksenli okumak mümkün… Fetihler, keşifler, eserler, dünya hayatındaki her çaba, adımızı ölümsüzler listesine kaydettirebilmek için Batılı seküler bakış açısından…
Çok da haksızlık etmeyelim, “Yaşamın ölümden alınmış kısa vadeli bir borç” olduğunu söyleyen, insanı “ölüme doğru varlık” olarak tanımlayan da Batılılar. Schopenhauer’un “Nihai zafer ölümün olacaktır, çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da, olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi” sözlerine hangimiz imzamızı atmayız. Batılı da olsak Doğulu da, Müslüman olsak da olmasak da “Neylersin ölüm herkesin başında” (C.S. Tarancı).
Müslümanların fanilik bilinçlerinin çok daha yüksek olduğunu, sürekli ölümü akıllarında tutarak yaşayıp, “Ölmeden önce ölünüz” sözündeki manayı anlamaya çalıştıklarını söyleyebiliriz yine de. Batılılara haksızlık etmeyelim ama kendimizi de göklere çıkarmayalım. Ölümü öğütlendiği gibi çokça düşünmüyoruz galiba. 5 yıl önce ölüm ve matem üzerine bir kitap yazmış ve adını “Ölme” diye koymuştum. Editörüm, “Hocam bu başlığı değiştirelim, okuyucuyu korkutur” dediyse de ısrar etmiştim. Haklı çıktı: Kitapçılar raflara bile koymaya, insanlar ellerine almaya çekindi. Çok emek verilmiş kitabın adını “Hoşçakal” diye değiştirdik. Ramazan boyunca yazılarımda bir süre o kitaptan esintiler olacak. Ramazan’ın feyzinden yararlanabilmek için, “her insanın ölecek yaşta olduğu” gerçeğinden hareketle yazmaya çalışacağım.
Kaynak: Yeni Şafak