Hoşçakal
Ramazan ayı boyunca kendimi, önceki zamanlara göre daha çok ölüm üzerine düşünürken yakalıyorum. Bu nedenle olsa gerek 2015 Ramazan’ında Yeni Şafak yazılarımın tamamını ölüm mevzuuna ayırmıştım. Şüphesiz payı vardır ama sadece yaşımın ilerlemesi ile ilgili bir hal değil bu. Oruç ibadetinin ilk bakışta fark edilmeyen hikmetlerinden birisi, fanilik bilincimizin artması… İftarı beklerken Yaratıcı’nın ezeli ve ebedi, mutlak varlığına karşı sonluluğumuz ve aczimizle ilgili unsurlar da ister istemez düşünce soframızı donatıyorlar. Fanilik bilincindeki artış, insanı daha da insanlaştırıyor. Oruçlu insan, biraz da bu yüzden mahzun ve güzel…
Ölümü tanımlamak da düşünmek de zor. Hem soyut ölüm var hem ölen insanlar var hem ölmeye yatmış, ağır bir hastalıkla pençeleşen, sekerat halindeki insanlar var. Hem başkalarının ölümü var ve en önemlisi ne zaman olacağını asla bilmediğimiz ama her an olabileceğinden kesinlikle emin olduğumuz ölüm meleğinin bizi almaya gelecek olması yani kendi ölümümüz var. Ölüm kavramının tanımındaki zorluk, yalnızca onun ölme sürecini ve sonucunu aynı anda kapsıyor olmasından kaynaklanmıyor. Bir de hepimiz kendimize göre bir “ölüm” algısına sahibiz. Alman filozof Martin Heidegger’in “Herkes kendi ölümünü ölür” demesi, bu yüzden. “Ölüm, bir hayat tecrübesi değil” ama yine de hem başkalarının hem kendi ölümlülüğümüzün farkındayız. Ölüme gidenler, seferlerinden dönmedikleri için gidenlerin içinden bize tecrübesini anlatacak hiç kimse yok ne yazık ki…
Son dönemde modern tıptaki gelişmelerin sonucu olarak, ölüm sürecinin âdeta minik parçalara ayrılması; bilinç kaybının, kalp ve solunum sonlanmasının, beyin ölümünün küçük ölümler olarak esas ölümün yerini alması, ölüm kavramındaki karışıklığı iyice içinden çıkılmaz hâle getirdi. Bilimsel bilgimiz arttıkça, ölüm hakkındaki belirsizlik azalacağına daha da arttı. “Klinik ölüm”, “beyin ölümü”, “biyolojik ölüm”, “hücre ölümü”… Her biri ölümdür ölüm olmasına ama hepsi de diğerlerinden değişik ölümler…
“Ölüm”ün bu kavramsal niteliği, çok şaşırtıcı bir biçimde “doğum”a benziyor. Tıpkı öldüğümüzü görmediğimiz gibi, doğduğumuzu da görme, bilme yetimiz yok; doğumumuzu da ben bilinciyle bilemiyoruz. Ölüm ve doğum benzerliğinde biraz daha ileri gidebiliriz. Dünya hayatının ardından yaşayacağımız ölüm, bizim için ikinci ölümdür, başlangıçta cenin ve plasenta hâlimiz öldü, biz doğduk diyebilir, buradan ölümün yeni bir doğum olabileceği çıkarımında bulunabiliriz.
Her ölümü de aynı biçimde algılamaz psikolojimiz. Her ne kadar Cemal Süreya, “Her ölüm erken ölümdür” dese de ölümlerin, daha doğrusu yakınlarımızdan ölenlerin bizde bıraktıkları etki farklı farklı… Uzun zamandır hastalıkların pençesinde çok acı çekmiş olanlara ölüm ulaştığında, çok ileri yaşlara kadar yaşamışlara geldiğinde daha kolay kabulleniyoruz. Yaşlılık zamanlarını yaşarken, hekime, hastaneye düşmeden sessiz sedasız bir köşede ölenlere “Eceliyle öldü,” diyoruz, hafif gıptayla. “Bize nasip dahi ecelle ölmek,” diye ağıtlar yakıyoruz. “Allah sıralı ölüm versin,” diye dua ediyoruz. Ağır hastalıklara yakalananlar, elden ayaktan düşenler vefat ettiklerinde, “Çok çekmeden kurtuldu!” dediğimiz bile oluyor. Ama bir çocuğun ölümünü, tuhaf ve acımasız, hatta adaletsiz diye niteliyoruz. İnsanın yavrusunun sürekli gelişip büyüyeceğine ilişkin beklentimiz, modern zamanlarda bebek ölümlerinin çok azalmasıyla âdeta önyargı boyutuna varmış durumda. Neredeyse, çocukların ölebileceklerine inanmaz haldeyiz. İçimizden tek bir kişinin bile ömür saatinin nasıl işlediğini bilmediğimiz hâlde “zamansız ölüm”den bahsediyoruz.
Yine Ramazan, yine ölümden konuşuyoruz. Üstelik bu kez elimizde, biraz önce bize ulaşan “Hoşçakal” kitabımızın Kapı Yayınları’ndan yeni baskısı var. Ölümün felsefesi ve psikolojisi, ölüm korkusu, psikolojik ölüm, ölümü istemek (intihar) bahislerinin yanı sıra matem yaşayanların, ölüme yaklaşanların ruh hallerinin onlara yardım yollarının yer aldığı bu kitabın son bölümü olan “Çocuk ve Ölüm”ü, ağır hastalığı olan çocukların hallerini bir türlü günlerce yazamadığım, kıvranıp durduğum günlere gidiyor aklım… İlk adı “Ölme” olan bu kitabı, nasıl kitapçıların okuyucudan uzak tutmak için raflara koymadıklarını, bu yüzden adını değiştirmek zorunda kaldığımızı hatırlıyorum. En zorlandığım kitabımdı “Hoşçakal” ama ölümü düşünmek, ölüm üzerine kafa yormak bana iyi geldi.
Not: “Hoşçakal” değil “hoşça kal” yazılmalıydı diyorsan kardeş, bil ki bu hata bilinçli olarak yapıldı. Haklısın, imla kılavuzları “hoşça kal” diyor ama biz bu kitapta kısa süreli ayrılıkları değil de ölümle gündeme gelen nihai ayrılığı anlattığımızı ifade edebilmek için galat-ı meşhur kullanım olan “hoşçakal” demeyi yeğledik.
Kaynak: Yeni Şafak