‘İlk adımı yine ‘biz’ atmalıyız!’
Sevgili İsmail Kılıçarslan kardeşimin “uzlaşma” sözüne neden bu kadar sinir olduğunu, dostum Haşmet Babaoğlu’nun “merkez siyaseti” söyleminden niye hazzetmediğini anlıyor, kendilerine hak veriyorum. Okuyucumuz, 13 yıl önce başlayan büyük değişimi durdurmak, önüne geçmek, tersine çevirmek isteyenlere, koalisyonculara, kutuplaşma söylemlerine karşı tavrımıza aşinadır. Buna rağmen 1 Kasım Seçimi sonrası, bu muhalefetten bir şey çıkmayacağı, Türkiye’nin yoluna artık “hâkim parti” olan Ak Parti’yle devam edeceği anlaşılınca, hem siyaseten hem psikolojik bakımdan normalleşmemizin sağlanması açısından farklı bir tavır ve söylem gerektiğini düşünüyorum. Gazetemizin başlattığı “Başka Türkiye yok!” kampanyasına seçim öncesinde bir destek yazısı yazmamamın nedeni, asla istemediğimi defalarca beyan ettiğim “CHP ile koalisyon”dan yana olduğum şeklinde bir izlenim doğabileceğiydi. Oysa bazı isimlere daha ilk günden imza attırılması dışında, bu kampanya doğruydu. Aynı şekilde haber10.com da büyük değişimden yana şedit ve cesur yazılar yazan Ömer Altaş’ın aşağıdaki tespitlerine de söyleyeceklerim vardı ama sırf “seçim geçsin ondan sonra” diye bekledim, hak ettiği ilgiyi, o sırada gösteremedim:
“Türkiye, 21. yüzyılın başında temel bir ihtiyacını gidermeye çalıştı. Eski yapının değişmesi yeni bir yapıya evrilmesi gerekiyordu. Demokrasi hareketi başladı, eski yapı hükmen tarih oldu. Bu süreçte ülke, sıra dışı olaylara tanık oldu. Gelinen noktada; ülkenin kendini yenilemeye ihtiyacı var. Kapsamlı yeni bir demokratikleşme ve toplumsal barış hamlesi şart. Bu hamle, ‘yeni hal’ gözönüne alınarak profesyonelce çalışılmalı… Eski devlet yapıları, ikna ettiğimiz toplulukları bir şekilde yanlarına çekti. Şimdi bu gerçeğe göre, yol haritası çıkarmalı. Yeni döneme, yeterince şişmiş bir psikolojiyle giriyoruz. Yoğun toplumsal stres; ya kendi kendini patlatacak ya da kontrollü olarak boşaltılacak.
………
İlk dönemde, demokratikleşmenin ne pahasına olursa olsun herkesçe kabul göreceğini düşündük. Diğerlerini, özellikle psikolojik dinamikleri ihmal ettik. Ancak gün geldi bazı toplumsal bloklar, kırılmanın yaşandığı, beş yıl önceki aynı noktaya dönüş yaptı. Duygusal kopuş yaşadılar. Aynı işyerinde çalışanlar, aynı soyadı taşıyanlar, aynı mahallede yaşayanlar, sosyal medya arkadaşları, aynı takımı tutanlar, hemşehriler, Aleviler, Ermeniler, Kürtler, Türkler, Hanefiler, Şafiler kendi içinde parçalandılar. Süreçte, eski düzenden beslenen üst yapılarla bu yapıların hitap ettiği topluluklar, yekpare oldu. İki olgu birbirinden ayrılmadı ya da ayıramadık. Sonucu var eden nedeninin önemi yok. İlk adımı yine ‘biz’ atmalıyız.”
Şimdi içinde bulunduğumuz tablo, tam da Ömer kardeşimin tarif ettiği gibi mi? Sanmıyorum. Yukarıda da belirttim, hiçbir zaman toplumda bir kutuplaşma olduğuna dair bir düşünceye kapılmadım. Kutuplaşma teorisini, tıpkı “saray”, “sultan”, “diktatör” mottoları gibi, toplumun seküler yaşantılara zarar geleceği endişesi taşıyan kesimlerini bir araya getirebilmek için eski düzen yanlıları tarafından uydurulmuş bir akılcılaştırma mekanizması olarak gördüm. Toplumumuz yıllardır karşılaştığı belalara, başına örülmeye çalışılan çoraplara karşı ferasetiyle bağışıklaşmış, her şeye rağmen birbirinin kıymetini bilmeyi sürdürmüştür. Bakın size 7 Haziran Seçimi öncesi yaşanmış bir olay anlatayım. Annem babam, Almanya’da işçi olarak çalışıp emekli olduktan sonra, 1990’larda, birikimleriyle Ankara’nın Çankaya’sında bir sitede bir daire aldılar ve orada oturmaya başladılar. Sitede annem babam haricinde o dönemin bürokratları, akademisyenleri mukim… Büyük çoğunluğu seküler bir yaşam tarzına sahip ve CHP eğilimli, neredeyse sitenin tek muhafazakâr hanesi bizimkilere ait. Ama annem babam tüm site tarafından çok seviliyor. Annem, sitenin hanımlarının göz bebeği, her toplantılarına onu da çağırıyorlar. 7 Haziran öncesi bir hanım toplantısında yoğun siyasi gerilimin de etkisiyle, diğer hanımlar, Ak Parti ve Cumhurbaşkanı aleyhine mutat olandan biraz daha fazla olumsuz laf sarfediyorlar. Annem bu durumdan çok müteessir oluyor ve tepkisini belli etmek için sonraki toplantıya katılmıyor. Diğer hanımlar ileri gittiklerini anladılar ve annemin gönlünü tekrar kazanmak için çabaladılar, sonunda eski güzel günlerine döndüler.
Bu olayın, ülkemizde yaşanan siyasi gerilimin topluma yansımasının tipik bir örneği olduğunu düşünüyorum. Elbette münferit bazı hadiseler, akıl tutulması yaşayan küçük bir kesim var ama kesinlikle toplumda, siyasetçiler arasında gördüğümüz türden bir kutuplaşma yok. Aşırı siyasallaşmanın yol açtığı tatsız psikolojik bir halden mustarip ve mutazarrırız. Birileri bunu suiistimal etmeye çabalıyor, toplumu, sekülerlik eksenli bir ayrışmaya zorluyorlar. “Biz” dediğimizde artık sadece kendimizle aynı şekilde düşünüp yaşayanları anlar hale gelmemizin nedeni bu. Ama nasıl toplumumuzu 35 yıl Kürt-Türk eksenli bir iç çatışmaya zorladıkları halde başaramadılarsa yine başaramayacaklar. Çünkü yüksek oranda birlikte yaşama arzusuna sahibiz ve bizi birbirimize bağlayan değerler hala çok güçlü. Tuzağı bozmak için bu hasletlerimizi sürdürmemiz ve “biz” dediğimizde tüm toplumu kast edene kadar, dostluk için hep ilk adımı atan taraf olmaya çalışmamız yeterli.
Kaynak: Yeni Şafak