İngilizce herkesin resmi dili olurken
Hazır ortalık sakinlemiş, siyaset katarı “olağan” diyebileceğimiz bir ritimde yoluna devam ediyordu. Biz de fırsat bu fırsat diye, kimlik ve dil meseleleriyle ilgilendik. “Kimlik ve dil meseleleri, yeni anayasa ana amaçlarından birisi olan bir ülkede, çok sıkı biçimde siyasetle bağlantılıdır, sakın ülke gündeminden kopuyorum diye üzülme” diye de avutmaya çalıştık kendimizi. Anayasa Mahkemesi cenahından parlamentoya çekilen bir Kılıç, “artık teoriyle oyalanıp durma, ‘yargıç diktatörlüğü’ tehlikesi yeniden baş gösteriyor, mücadeleye omuz ver!” diye öylesine uyardı ki, galiba teori tezgâhını yavaşça toplayacağız.
Dil meselesinde, ana dilin önemi ve diller arasındaki geçirgenlik hakkında söylediklerimizle, tavrımızı büyük ölçüde belirtmiş olduğumuzdan söyleyeceğimiz çok şey de kalmadı aslında. İnsanın hakikatle bağlantısı en kolay ve doğrudan biçimde ana dili aracılığıyla kurulduğundan ve kimliğinin özü olduğundan ana dili, ana sütü gibi helaldi. Ancak ana dili konusunda arınmacılık, özleştirmecilik gibi, lisanın tabiatına aykırı ifratlardan kaçınmak gerekiyordu. Bu çok önemli hususları vurguladık. Ama haklısınız, lisanın tabiatına karşı çıkmayalım diye dilimizi koruma konusunda gayret gösterip göstermeyeceğimiz mevzusuna hiç girmedik. Bugün bu soruya cevap arayalım.
Adını koyarak ilerleyelim: Pozitivizm, ulusalcılık ve dilde arılaşma, geçen yüzyılın ekonomik ve siyasi şartlarının neticesinde ortaya çıkan olgular. Ulusalcılığı yaşayan canlı örnekleriyle biliyorsunuz, galiba dünyada sadece bizde kaldı. Pozitivizm dediğimiz, gerçekliğin bilimsel olarak tamamen tüketilebileceğine dair inanç. Geçen yüzyılda gerçekliğin bilimle ve ulusal dillerle temellük edilebileceğine inanıldı. Gerçekliğin dilde birebir temsili imkân dâhilindeyse, her ulusal dilin bu imkânı haiz olması gerekir diye düşünüldü. Bu durumda, her ulusun, kendi dilini arı hale getirmesi ve kendi bilim dilini kurma vazifesine sarılması temel görevi olarak addedildi.
Ulusalcılığın iniş içinde olduğu, ulus-devletlerin zamanının dolduğunun vaaz edilip durduğu günümüzde ise işler tersine döndü. Şimdilerde dile pozitivist-olmayan bakış açısı daha egemen. Farkın ve farklılığın öneminin her şeyi belirlediği post-modern anlayış, dile yaklaşımda da kendisini gösteriyor. Dilin hakikatle bağını ortadan kaldırarak seyyar metaforlar ordusuna, bir oyuna indirgendiği bu yaklaşım da teorik olarak geçen yüzyılın modası arınmacılık gibi sorunlu. Bir de işin içine güç mücadelesi girince, felsefi tezler iyice tanınmaz hale geliyor. Post-modern dünya, öyle sunulduğu gibi, özgürlükçü bir diller festivali görünümünde falan da değil, tam tersine birçok ana dil yok olma tehlikesiyle karşı karşıya; artan ve artık gına getiren bir İngilizce egemenliği söz konusu. İngilizce neredeyse dünyanın resmi dili olmak üzere…
Cumhuriyet’in dil politikası, Osmanlı reddi mirası üzerinde ve Fransız modeline göre inşa edilmeye çalışıldı. Kendi içinde tutarsızlıklar, gelgitler gösterdi. Türk Dil Kurumu’nun tarihine şöyle bir bakılması bile, olanı biteni hemen ortaya koyacak nitelikte. Neresinden bakarsak bakalım, dil politikamızdaki hatalar çok pahalıya mal oldu. Ama yeni öğrendiğimiz bazı gerçekler var ki, “Allah beterinden saklamış!” demeden edemiyoruz. Mesela daha Cumhuriyet ilan edilmeden Ağustos 1923’te, Zonguldak mebusu Tunalı Hilmi Bey’in Türk lisanının Arabi ve Farisi kavaidinden tecridini Büyük Millet Meclisi’ne teklif ve teklifini teyiden meclise takdim ettiği kanun layihası kabul edilmiş olsaydı… Allahtan Millet Meclisi aklıselimde karar kılmış, Tunalı Hilmi Bey’in, Türkçe kanunu teklifini reddetmiş, tek tipçilerin, akıllara ziyan planı, uygulamaya konamadan engellenmiş.
Çok şükür bu aklıselim, dil meselesinde en basit ifadeyle “komik” denilebilecek birçok maceradan sonra bugün de hâkim. Artık ulusalcı dil politikalarının geçersizliği, dilde zorlama olmayacağı görülmüş vaziyette. Kimse Çince’den, Soğdça’dan, Sanskritçe’den, Farsça ve Arapça’dan, Rumca’dan, İtalyanca’dan ve Balkan dillerinden, son olarak Almanca, Fransızca ve İngilizce›den aldıklarımızı içimizde eriterek oluşturduğumuz söz varlığının tasfiyesini savunmuyor. Dili, tıpkı bir ırmak gibi, belirli bir gramatik yatakta yol alan, diyalog sonucunda üremiş, yaşayan ve yaratıcı bir insan etkinliği olarak görmenin gereği anlaşılmış durumda. Osmanlıca metinleri okuyup anlayabilecek geniş eğitimli kitlelere ihtiyaç olduğu açık. Lakin Osmanlıca’ya yeni baştan hayat verme anlayışı da, pek gerçekçi değil.
Bugün asıl derdimiz, İngilizce’nin durdurulması her geçen gün daha da zorlaşan istilacı tavrı. Ülkemizde dil tartışmalarının temelini oluşturan “yabancı diller boyunduruğu” sözünü, artık İngilizce’nin egemenliğini nasıl bertaraf edeceğimiz şeklinde anlamamız gerekiyor. İngilizce’nin istilacılığı, “diller arası geçirgenlik”, “yaşayan dil” gibi kavramlarla göz yumulamayacak bir kültürel çeşitlilik ve ana dil düşmanlığı. Hazır “ana dili” demişken, ülkemizdeki ana dillerin özgürce serpilip gelişmesi için elden gelenin yapılması hususunda anlaşmıştık değil mi?
Kaynak: Yeni Şafak