İnsan dünyaya ‘aile’ olarak geldi!
Aile, tarih boyunca insanın temel varoluş formlarından birisi. Ailesiz bir toplum yok; değişik toplumların değişik aile tipleri var. İnsanın ve toplumun olduğu her yerde bulunan ailenin vazgeçilmez niteliğini hakkıyla konuşabilmek için tarih boyunca değişen görünümlerine rağmen değişmeden kalan temel niteliklerini anlamaya çalışmalıyız.
Ailenin her toplumda yerine getirdiği temel işlevlere dikkat kesildiğimizde, onun olmazsa olmaz niteliği daha net görülür. Bu işlevlerden ilki, aile sayesinde toplumun ona göre şekillendiği bir mahremiyet alanı düzenlenmesi. Bu mahrem alanın düzenlenmesinde, eşler arasında olanın haricinde, aile üyeleri arasında cinselliğin yasaklanması (ensest) çok önemli bir rol oynuyor. Kimlerin birbiriyle evlenebileceği, evliliklerde gözetilecek kurallar, törenler, hemen her şey, “mahremiyet” kavramıyla ilişkili. Aileyle bağlantılı olanları çekip çıkarmak mümkün olsa, kültürden, hukuktan geriye bir iskelet dahi kalmaz.
Ailenin diğer temel işlevi, türün yeniden üretiminin yani soyun devamlılığının sağlandığı mecra olması. Dünyaya gelen bir çocuk, kaçınılmaz biçimde ailenin işlevlerinde bir genişlemeye yol açıyor, miras hukukunu ortaya çıkarıyor. Özellikle modern zamanlarla birlikte çocuk sahibi olmak istemeyen ailelerin sayısında da bir artış olduğu göz önünde bulundurulursa soyun sürdürülmesinin ailenin mutlak değil tali bir işlevi olduğu söylenebilir ama tam öyle değil. Çocukların yetiştirilmesi bahsi, çocuklu-çocuksuz herkesi ilgilendiren bir husus…
İnsan yavrusu dünyaya geldiğinde kendi kendine hayatını sürdürmesi mümkün olmadığından bakım verecek yetişkinlere mutlak bir bağımlılık içinde. Bu bağımlılık durumu, zamanla azalsa da diğer canlılara göre oldukça uzun sürüyor… Ailenin bir diğer işlevi, çocuğun bağımlılık ihtiyacını karşılamak ve bunu çocuğun toplumsal normlara uygun biçimde yetişmesini sağlayarak yapmak… Buna “kültürleme” (acculturisation) deniyor. Modern zamanlarda ailelerin doğrudan eğitim işlevi zaman içinde azaldı ama “kültürleme” denilen şey, eğitimden farklı bir olgu. Kişinin dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren içine doğduğu kültür tarafından, o kültürün değer, anlam ve normlarıyla donanması diye tanımlanabilecek olan ömür boyu devam eden bir süreç.
Ailenin temel işlevlerinden birisi de ekonomik ve psikolojik dayanışma. Kadın ve erkek toplumsal rollerinin biçimlenmesinde, aile içindeki işbölümünün büyük payı var. Hayatın güçlüklerini eşler, aile üyeleri, dayanışma ile aşmaya çalışıyor. Aynı şekilde hayatın mutluluk ve neşesi de esasen aile içinde paylaşılıyor. Anne-baba, belli bir yaşa kadar çocukları için her türlü fedakârlığı yapmayı taahhüt ederken, çocuklar da eğitimlerini ailenin belirlediği koşullarda yapmayı ve ailedeki karar alma süreçlerine uyacaklarını, kardeşleriyle aynı hak ve sorumluluklara sahip olduklarını zımnen de olsa belirtmiş sayılıyorlar.
Ailede eşlerin ve çocukların, belli ölçülerde akrabaların birbirlerine karşı yükümlülüklerini “çok özel” hale getiren bu işlevler. Bu işlevler yürürlükteyken çoğu insan için ilişkilerinde oluşturmaya muvaffak olduğu en güçlü bağlar, aile bağları inşa oluyor. Kişi, toplum içine ailesiyle birlikte çıkıyor, onunla birlikte anılıyor.
Her ne kadar bir aile hukukundan, bir aile geleneğinden bahsedilebilirse de topyekûn aile ve aile bağları, en iyi psikoloji ve maneviyat söylemiyle dile getirilebiliyor. İnsanı, beşer olmaktan çıkarıp insan yapan “sevgi”, “saygı”, “şefkat”, “hürmet”, “minnet”, şükran” gibi manevi ve psikolojik terimler, ancak ve ancak aile yuvasının sıcak fideliğinde anlamlı biçimde gelişebiliyorlar. Diyeceksiniz ki terimlerin tam karşıtları, “düşmanlık”, “öfke”, “haset”, “tamah”, “kıskançlık” vs. de aile içinde gelişmez mi? El hak doğrudur ama iyi işlevsellik göster(e)meyen ailelerde…
“İslam’a göre toplumun en küçük birimi birey değil ailedir. İslam’a göre insan yeryüzüne yalnız gelmemiştir. Yani insan, yani Hz. Âdem ve Hz. Havva yeryüzünde bir sınama-yanılma, bir flört sonucu aileyi icat etmemişlerdir. Bizim inancımıza göre Âdem ve Havva bir aile formu içinde dünyaya gelmişlerdir.” Kıymetli düşünürümüz Abdurrahman Arslan’ın bu müthiş ifadeleri, anlatmaya çalıştığımız aile- maneviyat ilişkisini, niye hep aileyi bir kutsal bir örtü ile sarıp sarmalamak istediğimizi çok iyi ifade ediyor…
Aile üzerine düşündükçe, onu ortadan kaldırmak, mayasını bozmak isteyenlerle (Örnek için bakınız Antony Giddens’ın “Mahremiyetin Dönüşümü” kitabı), insanın tabiatını değiştirmek isteyenlerin, “insan bitti” diyenlerin aynı çevreler olduğunu (Örnek için bakınız “İnternet Ve Psikolojimiz” kitabında ele aldığımız “insan-sonrası” fikriyatı savunucuları), niye aileyi korumak, desteklemek mecburiyetimiz bulunduğunu daha iyi anlıyorum.
Kaynak: Yeni Şafak