İnsan psikolojisi: Acemi-kötü teorisyenlerin av sahası
Hala dinamoları çalıştıran, insanı aya gönderen fizik Newtoncu fiziktir, ama Newtoncu paradigma gerçekliği fiziksel olarak açıklamakta büyük bir yetersizlik göstermektedir. Öyle ki, neredeyse artık üniversitelerin müfredatlarında klasik fizik dersleri yer almıyor. Akademik çevrelerde Newtoncu fiziğin yerine Einstein’in görelilik (rölativite) teorisi ve kuantum fiziğinden meydana gelen “yeni fizik”ten bahsediliyor. Ancak görelilik teorisi, birçok olumlu katkısına rağmen, yalnızca büyük uzaklıktaki mesafelerle ilgili olduğundan yani kozmolojik ölçekte kendini gösterdiğinden, yeni bir dünya görüşüne öncülük edemiyor. Oysa kuantum fiziği daha farklı; o gördüğümüz her şeyin iç işleyişini anlatabilecek, gündelik hayatın tüm deneyimlerine uyarlanabilecek kadar zengindir.
Temel bakışı kendisini bu yukarıdaki şekilde gösteren ve aynı zamanda fizik konularında oldukça bilgili bir psikiyatrist kocaya sahip olduğunu söyleyen “Kuantum Benlik” kitabının yazarı Danah Zohar, başka birçokları gibi uygarlığımızı içine gark olduğu sorunlardan kurtarmaya, kuantum fiziğiyle gündelik hayatı aydınlatarak, yeni bir dünya görüşü yaratmaya girişir. “Hem bilimimizi hem de psikolojimizi dayandıracağımız fiziksel bir temeli kuantum fiziğiyle bulabileceğimiz kanısındayım. Fizikle psikolojinin birleşmesiyle oluşan bu evlilik yoluyla, bizler de kendimizin ve kültürümüzün dopdolu ve anlamlı bir şekilde yer aldığı, uzlaşan bir evrende yaşayabiliriz.”
Her derde deva bir ilaç bulma peşinde lokman hekimliğe soyunan Zohar’ın reçetesi de, tüm büyük konuşan kurtarıcılarınki (!) gibi basittir. Evrenin ve hayatın karmaşıklığı karşısında bir kez daha dağ fare doğuracaktır, ama kurtarıcımız henüz bu gerçeğin farkında değildir. Gündelik hayatın sorunlarını çözmeye (!) girişmeden önce Zohar kuantum fiziğinin getirdiği yenilikleri anlatır. Atom-altı düzeydeki varlıklar için ne dalga ne de parçacık teorisinde söylenenler doğrudur; bu varlıklar aynı anda hem dalga hem parçacık yapısında olan kuantum yapısındadırlar. Bu yüzden ancak elektron parçacık konumundaysa hızını ölçebiliriz; atom-altı düzeyde asla konum ve hızı aynı anda ölçemeyiz (Heisenberg’in belirsizlik ilkesi). Zohar’ın kuantum teorisinin ilk yeniliği olarak yaptığı saptama budur.
Newtoncu fizik, ‘Herhangi bir şey nasıl olur?’ sorusuna sevap ararken, kuantum fiziğinde ‘herhangi bir şeyin nasıl var olduğu’na odaklanılır. Kimi kuantum teorisyenleri parça ve dalga işlevlerinin temeldeki belirlenemezliğinden yola çıkarak soruna da yeni bir bakış getirmeye çalışırlar; gerçekliğin biz ona baktığımız zaman oluştuğunu öne sürerler. Zohar’ın da amaçlarından birisi, bilincimizle fiziksel gerçeklik arasındaki ilişki sorununa kesin çözüm bulmaktır ama kimi kuantum teorisyenlerinin mutlak idealizmlerini desteklemez: “O kadar da değil; bizim bakışımız olsa olsa gerçekliğin oluşmasına katkıda bulunur” demekten de geri kalmaz. Ama bu arada her yaratığın, evet yanlış okumadınız her yaratığın, gerçekliğin belirlenmesinde rol oynayan bir bakış açısına, evet yanlış okumadınız bir bakış açısına, sahip olduğunu söyleyecek kadar ileri gider Zohar. Kuantum fiziğiyle ilgili bazı popüler-basit belirlemeleri yaptıktan sonra sıra “atış”a gelmiştir. Zohar, tıpkı bazı kuantum teorisyenleri gibi, fizikten yola çıkarak ”gerçeklik” ve “bilinç” konularında atmaya başlamıştır. Elbette bu atışları atış olsun diye değil, gerçekliğe diş geçirmiş bir teorisyen edasıyla yapmaktadır. Ve zaten sorun tam da buradadır. Bazı meslekten bilimciler de dahil olmak üzere, doğa bilimlerinin parlak başarılarından etkilenen birçok insan, herhangi bir bilimsel keşfi, tüm gerçeklik alanlarına yaymaya çalışmakta bir sakınca görmemektedir. Bu onların epistemolojideki cehaletleriyle ilgilidir. Zohar da bu okumuş ve hatta çokbilmiş cahillerdendir; fizikten felsefeye geçtiğinin hiç farkında olmadan, acemi-kötü bir filozof olarak, sayfalar boyunca bugün felsefe ve psikolojik bilimlerin kesişim alanı olan “zihin-beyin sorunu”nda dolaşıp durur.
“Zihin-beyin sorunu” gibi netameli alanlar, insan psikolojisini acemi-kötü teorisyenlerin av sahası haline getirmektedir. Zohar, “bilim”, “felsefe”, “dünya görüşü” ve “inanç” arasında bir ayrım yapmaya gerek duymaz, onların hepsini aynı bakışla, aynı bilgi türleriymiş gibi bir arada ele alır. Ama bu günümüzde öyle yaygın bir tutum ki, nasıl bir hata yaptığını fark edememesini anlamak zor değildir. Anlatmaya çalışalım.
Zohar, kendisi kuantum fizikçisi değildir; kuantum fiziğinden elde edilen bilimsel sonuçları, bazı kuantum fizikçilerinin görüşleriyle bir araya getirerek bir sonuca vardığını ileri sürmektedir. Oysa başvurduğu kuantum fizikçilerinin görüşleri, bilimsel gerçeklikler değil, onların felsefi tezleri, bazen de dünya görüşleridir. Pascal’ın Tanrı’ya inancının ya da Heidegger’in ateizminin onların bilimsel ve felsefi çalışmalarını yargılamak için asla temel veri tabanı sağlayamayacağını akıl edemez Zohar. Tıpkı İslam dünyasının bilimdeki geriliği gerçeğini gözlerden gizlemek için, bazı aklı evvellerin hiç farkına varmadan, büyük Pakistan’lı fizikçi Abdülselam’ın ödül törenine dört karısıyla gitmesini hem İslam’ın bilimselliğinin hem de ‘çokkarılılığın’ meşrulaştırılmalarında da kullanmaya kalkışmalarındaki mantık da aynen Zohar’ınki gibidir. Hepsi de bilimsel gerçekleri, kendi dünya görüşlerine, inançlarına payanda yapmaya kalkarlar. Zohar’ın kuantum fiziğiyle ilgili yaptığı ikinci saptamanın yani her yaratığın bakışının gerçekliğin oluşumuna katkıda bulunduğu fikrinin aslında kuantum fiziğiyle ilgisi yoktur; tamamen onun ve bazı kuantum teorisyenlerinin “zihin-beyin sorununun bilinci birlik içinde gören holistik bir bakışla aşılabileceği, kuantum yaklaşımının da buna imkan sağladığı” şeklindeki felsefi dünya görüşleridir burada söz konusu olan.
Zohar, her ne kadar gerçekliğin yapılanmasında bizim dışımızdaki varlıklar dünyasını hiçe saydıkları için onları eleştirse de, Capra gibi bazı Budist kuantumcularla, bilincin holistik yapısı konusunda tam bir fikir birliği içindedir. Ayrıca yine Capra gibi, kuantum fiziğiyle ilgili teorilerden yola çıkarak, bu teorilerde sunulanların aslında Doğu düşüncesinde yıllar önce keşfedildiğini öne sürmektedir. İşte Capra gibilerle fikir birliğinin tehlikesi bu noktadır; bilimsel bulgulardan yola çıkarak bir inancı olumlamaya, bir mürid gibi davranmaya başlarsınız. Ama Zohar Budist kuantumcular kadar cesur değildir, onlarla aynı sanılmaktan ürker. Hemen önlemini alır: “Bu kitap birçok yönden genel holistik hareketin bir parçası olarak görülebilir, fakat ben buna rağmen yazdıklarımı Doğu mistisizminin içgörülerine dayandırma ihtiyacı duymuyorum” demek zorunda kalır. Ne yapıp edip kendisini onlardan ayırmalıdır; çünkü Zohar Budist kuantumculardan farklı olarak bir Kitab-ı Mukaddes inananıdır; onun için doğal olan, mistisizm ihtiyacının Yahudi-Hıristiyan geleneğinden karşılanmasıdır. Buna rağmen onlarla temeldeki fikir birlikleri nedeniyle, kitaptaki birçok konunun işlenişi sırasında, Budist kuantumcular Fritzjof Capra (“Batı Düşüncesindeki Dönüm Noktası”, “Yeni Bir Düşünce” ve “Fiziğin Tao”su kitapları dilimize de çevrilmiştir) ve Gary Zukav’dan yararlanma yoluna gider. Kuantum fiziği, bir kez kendi çerçevesinin dışına taşırıldığında, her türlü mistik ihtiyacın kandırıldığı bereketli bir çeşme olur çıkar; inançla bilim hiç olmayacak biçimde çorba yapılmış, kimin umurunda.
Zohar’ın kuantum fiziğiyle ilgili üçüncü saptaması da, kuantum kimyacısı Fröhlich’in biyolojik dokularda elektrik yüklü moleküllerin titreşimlerinden oluşan bir pompalı sistem olduğu ve bu molekül titreşiminin kendilerini olabilecek en düzenli yoğun dönem konumuna (Bose-Einstein yoğunluğu) sokuncaya kadar sürdüğü bulgusunun çarpıtılmasına dayanmaktadır. Ona göre bilinçliyi bilinçsiz olandan ayıran şey, beyin hücreleri arasındaki Bose-Einstein yoğunluğudur; bu yoğunluk bilincin fiziksel temelidir.
Kuantum fiziğini kendi psikolojik ihtiyaçlarına göre böyle çarpıtmalara uğrattıktan sonra, artık gerisi kolaydır: “Bu kitap boyunca ‘kuantum fiziğinin bulgularıyla’ günlük yaşamımız ve deneyimlerimiz arasında benzerlikler kurmaya çalışacağım” diyen yazar, gündelik hayatın sorunlarını yukarıdaki kuantum fiziğiyle ilgili üç saptamasına (sanısına) göre değerlendirmeye başlar. Yaptığı yalnızca ve yalnızca ‘benzerlikler kurmaya çalışmaktır’ ama hızını alamaz, psikiyatrist kocasının da yardımıyla yaşadığımız dünyanın tüm felsefi, etik ve teolojik, sanatsal ve çevresel sorunlarına çözüm de buluverir.
Şöyle örneğin: Zohar, “fizik ve psikoloji bilimleri arasında bir evlilik” gerçekleştirdiğini sanır; “bilincin kuantum mekaniği yasalarına göre çalıştığını gösteren bir model” kurduğunu ileri sürer. Bu model sayesinde, bilince bakışımızdaki makine-modele sıkışıklığımız, psikiyatrinin tedavide yalnızca ilkel ön-beyin çalışmasının düzenlenmesine saplanıp kalması sorunu çözülecektir. Bu model sayesinde, “Batı kültürünün temel akımlarında gözden kaçmış” olan holistik hakikatler fikri ortaya serilecek, “zihinle bedenin nasıl bir ilişkide oldukları sorunsalı” yeniden belirlenecektir.
“Bilincin özü olan ilişkisel holizmin, aynı zamanda sanat ve hakikatin de özü” olduğuna inandığından Zohar, sanat ve hakikat sorunlarını da hallettiğini sanmaktadır. Bu kadarla kalsa iyi, atom-altı dünyaya bakılarak tüm birey ve grup kimliğiyle ilgili anlam sorunlarının çözüme kavuşacağı da ciddi ciddi söylenmektedir: “Kuantum seviyesindeki parçacık ve dalgalar arasındaki bu derin insan toplumu, içindeki birey ve gruplar arasındaki benzer gerilimin aynası gibidir. Biz deneyledikçe birey ve grup kimliğinin anlamı ve doğası sorunsalı ortaya çıkar ve bunların köklerinin bilincin kuantum mekaniksel doğasında yatıp yatmadığı araştırılır.”
Bu sözleri, acı dolu bir gülümsemeyle okuyorum. Ortaçağ bilgeliği uzunca bir süre insanın iç-dünyasını ve toplumların kaderini ay-üstü aleme bakarak açıklamaya çalıştı. Buradan kendi içinde oldukça tutarlı bir kozmoloji çıktı -ki onun minyatürleştirilerek maskaralaştırılmış biçimi günümüz astrolojisidir- şimdiyse bunca bilgi yığınağından sonra geldiğimiz yere bir bakın: Ay-üstü alemin yerini, atom-altı dünya almış hepsi o kadar!
Zohar, benlik ve hafızayla ilgili olarak Newtoncu olduğuna inandığı tüm görüşleri de modeli içinde yer alan ‘kuantum benlik’ ve ‘kuantum hafıza’ silahlarıyla yerle bir ettiğine inanır. Sahiden inanır Zohar, tek tek her birini kabul edebileceğimiz psikolojinin ve fiziğin abc’si sayılabilecek bilgileri, birkaç düşünürün tezlerinden yararlanarak bir araya getirdiğinde bir keşif yapmış olduğuna… Bu büyük allameye (!) göre “Freud, Sartre ve Heidegger gibi Klein’ın da mahremiyete varan iki taraflı samimi bir ilişkiye örnek olacak bir modelleri yoktur: kimse bizim diğer insanlarla ilişkiye giriş biçimimizle bir makineyle ilişkiye giriş biçimimiz arasında ayrım yapamaz…
(…) Karşılıklı kişisel ilişkiler için aranan bu yeni kavramsal yapı, dalga/parçacık ikiliği içindeki gerilimlerde ve temel parçacığın eş zamanlı olarak hem dalga hem parçacık olabilme yeteneğinde bulunabilir.” Allah’tan Zohar dünyaya gelmiştir. Onun bulduğu bu yeni model bize, “bir taraftan kişisel kimlik ve kişisel sorumluluk, diğer taraftan mahremiyet ve grup kimliğinin temelini atma; …aynı zamanda da, kişinin ölümünden sonra hayatta kalışı sorunsalının tümüne de yeni bir bakış açısı getirme” fırsatı vermektedir(!) “Tıpkı elektronlar gibi, her birimiz uzay ve zaman içinde bir ‘kaynak noktasıyız’ (parçacık yanımız) ve aynı zamanda diğerleriyle karşılıklı olarak birbirimize karışmamızdan dolayı (dalga yanımız) örülen karmaşık bir deseniz. Bizler aynı zamanda aktif enerji desenleri, kendi içimizden (genetik kodumuz, bedenlerimizin yapısı, duyularımız ve tüm deneyimimiz) ve kendimizin ötesinden (ötekilerin yapısı ve deneyimi, bizden önce yaşamış ve bizden sonra yaşayacak ötekiler)doğan desenleriz.” Gerçi o, görüşlerine destek olmaları için Gabriel Marcel’den, T.S. Eliot’tan, D.H. Lawrence’dan psikoloji teorisyeni Eric Erikson’dan, kuantum fizikçisi H.D. Zeh’ten, daha birçok bilimci, düşünür ve sanatçıdan alıntı yapar, ama aslında demek istediği tek bir şey vardır: Atom-altı dünyaya bakarsanız tüm gerçekliği görürsünüz, başkaca bir bilgiye de gerek yoktur. Zohar da bunu görmüş ve böylelikle ‘narsisizmin ötesine geçen yeni kuantum psikolojisi’nin temellerini atma şerefine erişmiştir (!) doğruyla yanlışın, sapla samanın birbirine karıştırıldığı sayfalar dolusu ıvır zıvır…
Bir kez izanını yitirdi ya artık nerede duracağını kestiremez. Zohar, uyduruk parçacık/dalga saptamasından yola çıkarak bu kez, ‘özgürlük ve sorumluluk duyumuzu azaltan modern bilimi’ düzeltmeye, ona ahlak enjekte etmeye kalkar: “Bizim ortak yaratan ve belirsiz ahlaki seçimlerimiz ve dünyalarımız, elektronun sanal geçişleri gibidir.” Hızını alamaz, ‘kuantum estetik’ kavramını öne sürerek, bizi kökünü Newtoncu kültürün mekanik eğiliminden alan yabancılaşma duygusunun yarattığı kalabalık şehir hayatından kurtaracak yolu gösterir: “Bir elektron çok küçük bir alana kapatıldığı zaman çılgına döner… Aynı şekilde varlığın kuantum sistemleri, bilinçli sistemler, çok fazla kalabalıklaşmadan rahatsız olup acı çekerler.” Daha da ileri gider, kuantum fiziğinin bulgularıyla uyumlu olduğuna inandığı, Mukaddes Kitap eksenli yeni bir teoloji oluşturmaya koyulur. Tanrı’nın evrenin doğduğu Big Bang’ten sonra ortaya çıkan, hiçbir parçacık içermeyen Vakum’un içindeki potansiyeller denizinde aranması gerektiğini, Big Bang öncesini bilemeyeceğimizi söyler. Tanrı, evrenin içindeki temel yön duygusu ve hatta evren içinde uyanan bir bilinçtir. “Dinsel anlamda, daha düzenli bir tutarlılığa doğru gelişen temel itki, inayetin fiziksel temeli olarak da görülebilir. Bu bizim ilişki yoluyla bireyselliğimizi (Düşüş) aşıp birliğe (Tanrı) dönmemizi sağlar. Yahudilikte kurtarıcı ilişki İsrailoğullarıdır (Yasa); Hıristiyanlar için bu İsa’nın bedenidir.” Ancak 2000 yıl boyunca Batılı insana kozmos ve doğayla nasıl bir bağ içinde olduğu konusunda bir anlayış sunan “Geleneksel Yahudi-Hıristiyan dünya görüşü tutarlılığını, dayalı olduğu birçok kozmolojik varsayımı modern bilimin yerle bir etmesiyle yitirmeye başladı.” Bugün ise, yeni fizik, özellikle kuantum fiziği, mekanik bilim ve teknolojinin zararlarını ortadan kaldırarak, daha holistik bir dünya görüşünü oluşturma sözü vermektedir. Zohar sayesinde, bu ahir zaman peygamberi sayesinde artık bilimle inanç çatışmayacak, hem özgür hem sorumlu, başkalarına ve çevresine karşı duyarlı, bağlı ve yaratıcı, mutlu “kuantum benlik”ler olacağız(!)
Post-modernliğin ‘büyük anlatı’lara son verdiği tezlerini dinlerken, ‘büyük saçmalık’lar çağına geldiğimizi fark edememişiz. Gerçekten de tüm büyük anlatılar, hayatın ironisine katlanamayan, her şeyi, üstelik kesin olarak açıklamaya çalışan çabalardır. Bilimi, teolojik söylemi (“Kutsal kitap, tüm bilimsel bilgiyi içeriyor”) ve felsefi tezleri (“Marksizm, tüm bilimlerin anasıdır”) açıklamak için kullananlardan sonra, kuantum fiziğiyle psikolojiyi birleştirmeye, ruhsal ve maddi bilgiyi aynı anda ve mükemmel bir biçimde ifade etmeye çalışan tuhaf bir bilgi türü ortaya çıktı.
Bunlara yakından bakıldığında, verdikleri ilk izlenimin aksine hiç de tutarlı olmadıkları; bu düşünce sahiplerinin hakikate, hayatın karmaşıklığını dışlayarak, çilesizce, basit benzetmelerle ulaşmaya çalışan insanlığın paranoya geleneğinin mirasçıları oldukları görülür. Paranoyaklar, hep büyük bir keşfin peşinde koşarlar. İlk bakışta söyledikleri saçma sapan görünmez; tam tersine gerçek olma ihtimalleri konusunda bizi ikna eden bir kapasitenin cazibesini hissettirirler. Oysa her şeyi her şeye benzetmek, mantık zinciriyle en uzak olguları birbirine bağlamak mümkündür. Mantıksallığı gelişmiş bir paranoyak, iki olgu demetinden hayal etmekte bile zorlanacağımız, benzerliğe dayalı olduğu için ilk anda tutarlı olduğu izlenimi veren bir anlam zinciri kurabilir. Bir petekte, ağaç kabuğunda ya da karpuz çekirdeğindeki izlerin ‘Allah’ yazısını andırması, kim bilir kaç safdilin hayal dünyasında titreşime yol açmıştır.
İçimizdeki büyüsel olana hayran olan yanımız yüzünden, tıpkı zakkumcu doktorun ya da yerel şifacı oldukları söylenen şarlatanların haklı çıkmalarını içten içe istememiz gibi her türlü kehanete sürekli kredi açar dururuz. Bu sayede paranoyakların sırtından dünyadan, varlıktan ve varoluştan korkumuzu biraz olsun umuda çeviririz.
Bu tür doğa bilimlerinden psikolojiye, felsefeye ve dünya görüşüne geçmek isteyen ve pıtrak gibi her yerde biten düşüncenin psikolojik zemininden başka iki ana kaynağı vardır. Bunlardan birincisi, pozitivist iddiaların aksine, gündelik hayatta ve hatta bilimcinin kafasında her zaman bilimden ideolojiye kolayca geçebilen köprüler olduğu gerçeğidir. Bu köprülerden geçmek, hem eğimin hem manzaranın yarattığı duygu bakımından hoştur. Elbette herkes, bu hoşluk duygusundan yararlanmalıdır. Ama ne ki paranoya ile aklıselim arasında bir sınır olmalıdır; fiziksel gerçeklikle ilgili bir keşfi tüm gerçekliğe ve insan bilgisine katı ve tartışmasız biçimde genellemek isteyen paranoyaya ‘dur’ diyecek bir işaret levhası da bulunmalıdır. İkinci kaynak ise, yaşadığımız zamanın kültürü ile ilgilidir. Her zaman inançlarını her alandaki kesin doğrularmış gibi vazeden paranoyaklar olmuştur, ama modernliğin rasyonaliteyi her şeyin haddi olarak dayatmaya kalkmasının, günümüzde “ne olsa gider” diyen post-modern bir haddini bilmezlik patlamasına yol açmış olduğu da kesindir. Üstelik post-modern haddini bilmezlik sayesinde yalnızca doğa bilimlerinden psikolojiye, felsefeye ve dünya görüşüne doğru değil, tam tersi yöne doğru bir geçiş imkanı da belirmiştir. Psikolojik bilimlerden diplomalı birçok cahilin dünyadaki her olgu hakkında fikir beyanında bulunma terbiyesizliğinin nedeni, bu post-modern haddini bilmezliktir.
Bilginin demokratikleşmesine bir itirazım yok, ama nedense “bilgi” adı altında aslında bilgi (knowledge) kılığına girmiş veri (data) ve enformasyonun demokratikleştiğini ve hatta kimi zaman “Kuantum Benlik” yazarında olduğu gibi, kendisini ‘hikmet’ (wisdom) olarak sunmaya yeltendiğini gördükçe, bu dünyanın bir ‘had’ de ve ‘izan’a ihtiyacı olduğuna her geçen gün daha fazla inanıyorum. Elbette Zohar’ı da, ona benzeyen birçok kimseyi de dinleyebilirim. Onların inançlarına da tümüyle saygı duyuyorum. Benim karşı çıktığım nokta, bilimin prestijinden yararlanarak inançlarını meşru göstermeye kalkmalarıdır. Aslında bu onların ne kadar zayıf inançlı olduklarına işaret eder. Zira gerçek inancın en az bilim kadar meşru bir zemini vardır, var olmak için ayrıca bilimin payandasına ihtiyaç duymaz. Son söz olarak bu tür amatör girişimlerin, paranoyaya kapı aralamazlarsa felsefesiz bir dünyada, hayatımıza renk katabileceklerini söyleyebilirim. Ama bizi bilginin ve bilgeliğin en az hayat kadar karmaşık ve çileli yollarına girmeden hakikate ulaştıracağını ileri sürenler, bizim dilimizin keskin vuruşlarına da hazır olmalıdırlar.
Kaynak: “Kuantum Benlik” (Donah Zohar, çeviren Seda Kervanoğlu. İstanbul, Doruk Yayınevi, 2003.) kitabı üzerine olan bu yazı, “Psikiyatri ve Felsefe” (Hayat Yayınları, 2008) kitabımızdan alınmıştır.