İnsanlığın iyiliği için Türkiye
Hocam merhaba, öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Pandemi süreci nedeniyle özellikle sizlerin de topluma arz edeceği konular ve tavsiyeler olduğu inancındayız. Bu sürece dair konuşmadan önce şu soruyla başlayalım istiyoruz;
Bu süreci Pandemi öncesi ve sonrası diye ayırsak neler söylemek istersiniz? Bir televizyon programında” bundan önce de çok iyi bir dünyada yaşamıyorduk” şeklinde bir ifade kullandınız. Bunu biraz daha açar mısınız?
Çok iyi başladınız, teşekkür ederim. Evet, Kovid-19 küresel salgınındaki psikososyal değişimlerin neler olduğunu ve bundan sonra da bizi nelerin beklediğini anlayabilmek için mutlaka pandemi öncesi nasıl bir dünyada yaşadığımıza bakmalıyız. Gelin birlikte bakalım:
Yirminci Yüzyılın sonundan beri, zaten farklı bir dünyada yaşamaya başlamıştık ve bu dünyayı en iyi tanımlayan kavram “küreselleşme” idi. İletişim sistemindeki dev değişikliklerin temelini oluşturduğu küreselleşme, ekonomik, siyasal, teknolojik, kültürel çok boyutlu bir olguydu. Anında elektronik iletişim, haberleri ve bilgileri anında dünyanın bir yerinden bir başka yerine iletme gücüne sahipti. Ekonomi sanayi ve devlet ağırlıklı olmaktan çıkıp hizmet sektörüne odaklanmış, tüketim, üretimin önüne geçmişti. Bilgi, eğlence, iletişim, elektronik ve finans alanındaki hizmetler ekonominin can damarı haline gelmişti. Borsa, plaza ve alışveriş merkezi mekanları hayatın akışı üzerinde belirleyici etkiye sahipti. Ulaşım araçları ve ağındaki gelişmeler çalışma hayatını dünya ölçeğine taşımış, turizm hareketleri görülmedik biçimde yoğunlaşmıştı. Dünya nüfusunun ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde daha çok olmak üzere hızla yaşlanması, nüfusun zenginlikten az pay alan ülkelerde daha çok artması, yoksulluğun, savaşların ve bölgesel sorunların olduğu doğudan ve güneyden, batıya ve kuzeye doğru göçler ve mülteci akını en göze çarpan görünümlerdi. Dijital teknolojilerin sonucu ortaya çıkan aygıtlar, biyoteknoloji alanındaki gelişmeler, göz kamaştırıcıydı. İnsandan daha çok teknoloji öne çıkarılıyor, “insan-sonrası çağ”a girdiğimiz söyleniyordu. Yaşlıların sadece nüfus içindeki payları değil aynı zamanda ekonominin ve siyasetin içindeki güçleri de artıyor, bir gerontokrasiden bahsediliyordu. Küresel salgın öncesinde öne çıkan toplumsal görünümlerden birisi de yalnız yaşamın giderek yaygınlaşmasıydı. ABD’de 1995 yılının yaz aylarında aşırı sıcaklardan evlerinde ölü bulunan ve günlerce kendilerinden haber alınamayan yoğun bir yaşlı nüfus olduğunu fark ettikten sonra konuyu irdelemeye karar veren sosyolog Eric Klinenberg, 2013 yılında solo yaşama gidişle ilgili kitabı yazdı. O tarihten sonra kavram, yeni bir hayat tarzı dalgasını simgelemek üzere akademi dünyasında hızla yayıldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişmiş Batı ülkelerindeki yalnızlık olgusuna olumsuz bir anlam yükleyen yayınlar arttı, yalnızlık, bir “modern çağ virüsü” olarak nitelenmeye başlandı.
Tüm bu hususlar psikososyal yaşantıları da belirliyor; hayatın böylesine hızlı akışına önde gelen bir sosyolog Bauman, “akışkan modernite” adını veriyordu. İnsanın insanın kurdu olduğu Hobbescu bir dünyada yaşadığımız, artık herkesin herkesle savaşının söz konusu olduğunu, kudretin bizde bulunmadığını net olarak hissettiğimiz bir acizlik anksiyetesi içine gark olduğumuzu söylüyordu. Bir risk toplumunda yaşıyorduk, doğadan ve gelenekten gelen dışsal tehlikeler belli ölçülerde kontrol altına alınmıştı ama kendi imal ettiğimiz riskler, çevresel sorunlar, silahlanma, nükleer tehlike ve oynak finans piyasaları gerçekten de bir anda büyük felaketlere yol açma olasılığı taşıyordu. Küresel salgından çok önce bir “korku kültürü”nde yaşadığımız, “âşık olmaktan el sıkışmaya, asansöre binmekten uçak yolculuğuna” her şeyden çekinmeye, iş arkadaşlarını, komşuları hatta ailenin diğer üyelerini potansiyel birer düşman olarak görmeye başladığımız tespiti yapılıyordu. Korkunun yanı sıra güvensizliğin hakim duygu haline geldiği, korku kültürünün insani öznenin önemini azalttığı, mevcut durumun değiştirilmesine dönük olarak insan müdahalesinin etkisiz olduğu görüşünü zihinlere işlendiği söyleniyordu. Çok ilginç bir biçimde AIDS, Domuz gribi, SARS gibi bulaşıcı hastalıklardan yola çıkıp yeni salgın ihtimallerine dikkat çekiliyordu. Çok-kültürcülük, demokrasi ve insan hakları söylem ve uygulamaları inişe geçerken teknoloji hayranlığı, fanatizm, yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve İslamofobi yükseliyordu. “Yeni Ortaçağ”, “Barbarlık çağı” gibi adlar veriliyordu yaşadığımız zamanlara.
Kovid-19 pandemisi, biz bunları yaşarken geldi çarptı dünyamıza. Küresel salgın sonrası ortaya çıkan psikososyal tepki ve tutumlar, önceki bu yapı üzerinde yükseldi. Ancak bundan “insanlar ve toplum zaten bağışık ve hazırdı” şeklinde bir sonuç çıkarılmamalıdır. Tam tersi bir durum, söz konusudur. Araştırmalar, olumsuz psikolojik tablolara yenileri eklendiğinde kaygının ve travmanın daha da arttığını ve kronik hale geldiğini gösteriyor. Yani korku, kaygı, travma açısından şahtık şahbaz olduk.
Bu sürecin en çarpıcı cümleleri, “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve yeni normal” olmalı. Bunu öncelikle dünya üzerinden daha sonra Türkiye üzerinden yorumlarsak oldukça yıpranmış bir eskinin üzerine koyacak sağlıklı bir yenimiz var mı?
Haklısınız, sahiden de sıkıntı verecek kadar çok söylendi bu sözler… Oysa biraz daha titiz düşünmek, hemen kolay formüllerle bu zor durumu izaha yeltenmemek gerekli. Doğrudur, birçok şey değişecek ama özellikle insan fıtratından kaynaklanan birçok özelliğimiz de değişmeden aynı kalacak. Pandemi inişe geçer geçmez hemen eski hayat ve düşünme tarzları kaldığı yerden devam edecek. İnsan-insan, insan-tabiat ilişkilerinde gözle görülür bir değişiklik olmayacak, manevi bir sıçrama yaşanmayacak, kapitalizm ve teknomedyatik dünya bir anda, bir devrimle değişmeyecek. İnsanın ve sistemin değişiminin pek öyle kolay olamayacağını böylece vurguladıktan sonra gelin nelerin değişeceğine bakalım.
Pandemi öncesi dünyada zaten başlamış ama pandemiyle birlikte hem güçlenmiş hem güncellenmiş süreçler olarak genellikle şu üç husus vurgulanıyor: “Dijital çağın ilerleyişi, şirketlerin işlevinin yeniden tanımlanması ve ulus devletin yeniden yükselişi”… Ben de bu tespitlere katılıyorum. Kısa bir zamanda “Yeni dünya düzeni” gibi bir durum olamayacak, çünkü neresinden bakarsak bakalım, özellikle ABD-Çin gerilimi eksenli yine büyük çatışmalar görünüyor dünyanın fincanında. Öyle ki korona virüs küresel salgınının bile bu çatışmanın bir tezahürü olduğundan, biyolojik savaşın başka salgınlarla devam etme ihtimalinden bahsediliyor. Çok iyi niyetli bazı yaklaşımlar ülkeler arası dayanışmanın artmasını, Birleşmiş Milletlerin uzlaşma ve güven esasına dayalı yeniden örgütlenmesi ve küresel sorunlarda işbirliği yapılması gibi ihtimallerden bahsediyorlar. Ama bu ihtimallerin gerçekleşeceğini sanmıyorum; tıpkı 2. Dünya Savaşı sonrasında hem Birleşmiş Milletler kurulması hem soğuk savaşın sürmesinde olduğu gibi “esasen çatışma görünüşte uzlaşma” arayışları olacaktır, diye düşünüyorum. Küresel salgın sırasında ortaya çıkan panik insanların en temel ihtiyaçlarının “güçlü devlet”, “güçlü liderlik” ve “güven” olduğu şeklinde bir hissiyat ve zihin işleyişi oluşturdu. Çin gibi yönetiminde demokrasiden bahsetmeyen devletlerin sürecin yönetiminde nispeten başarılı olmaları bu algıyı pekiştirdi. Bu kavramlarda kendisini bulan ihtiyaçlar, piyasadan, hak ve özgürlüklerden çok önce gelirler ve insanlar sağlıklı bir yaşam için gerekirse mahremiyetlerinden vazgeçebilirler. Muhtemelen dünya siyasetinin gidişatını ve bundan sonra alacağı biçimi bu hissiyat ve zihin yapısı oluşturacak. İnsanlar teknodespotizme dahi bile isteye rıza gösterecekler. Devletlerin denetim faaliyetleri ve “tıbbi güven” adı altında denetimleri kolaylaştıran yeni bir ulusal ve uluslararası düzenlemeler gündeme gelecek.
Küresel salgının yol açtığı ekonomik sarsıntı, yaşlıların, çocukların, gençlerin, engellilerin, işsizlerin, salgın nedeniyle işsiz kalmış olanların yani tüm dezavantajlı grupların durumlarını daha da sıkıntıya sokacaktır. Küresel salgının sanıldığı gibi herkese eşit davranmadığı giderek daha belirgin hale gelecektir. Bu durum salgınla birlikte ortaya çıkan korku, endişe, travma, matem gibi olumsuz psikolojik tablolarla birleştiğinde şiddete ve suçlara çok kolay kapı aralayacaktır. Salgın boyunca çok ilginç bir biçimde insanların bir kısmının, beklenen sosyal uyum ve itaat davranışının tam aksine davranışlar sergilemeleri, bazı kişiliklerin bu durumu kaldıramadıkları ve artan tahammülsüzlüğün önemli toplumsal çalkantılara neden olabileceğinin işareti olarak yorumlanabilir. Bu nedenle tedbirlerde aşırı gitmemek, insanların tahammüllerini zorlamamak da, yöneticilerin önünde dikkate almaları gereken bir husus olarak durmaktadır.
Bulaşma tehlikesinin en aza indirilmesine göre alınacak ve düzenlecek tedbirlerin şekillendireceği “yeni normal”e geçmeden önce böyle bir yeni dünyada Türkiye’nin rolüyle ilgili birçkaç cümle söylemek isterim. Eğer tuzağa düşmez, provokasyonlarla yolundan sapmazsa, Türkiye’nin önünde büyük bir imkan duruyor. “Dünya beşten büyüktür!” itirazı ile bilinen Türkiye, geleneklerinden kaynaklanan yardımlaşma, dayanışma, merhamet hislerinin belirlediği bir adil bir düzen arayışını hem dünyada hem ülke içinde gündeme getirebilir, bu süreçte tüm dünyada yıpranan insan hakları ve demokrasi ve adalet kavramlarını ayağa kaldırmaya çalışabilir. Yani Alev Alatlı’nın birkaç yıl önce ileri sürmüş olduğu, “İnsanlığın iyiliği için Türkiye” mototosunu hayata geçirmek için uğraşabilir. Teknodespotizme yönelen dünya devletlerini insan merkezli bir anlayışla eleştirebilir. Sağlık sisteminin salgına direnç gösterebilmesinin avantajını adil bir düzen arayışıyla birleştirebilir. Tüm bunlar, “model ülke” olarak Türkiye’yi öne çıkarabilir ve dünya halkları nezdinde itibarını artırabilir.
Belli oldu ki, dünyada ve Türkiye’de ilişkiler bir süre “yeni normal” çerçevesinde ilerleyecek, insanlar maske ile, uygun fiziksel mesafe ile mikroplardan korunmaya çalışacaklar, yaşama tarzımız buna göre belirlenecek. Bazıları “yeni normal”i tüm hayatın baştan aşağı değişeceği şeklinde yorumluyorlar. Bu süreç nereye kadar uzanır, şimdiden kestirmek zor. Yatay mimarinin, sakin ve doğal çevrelere yerleşmenin, bisiklet ve sosyal medya kullanımının artacağı doğrudur. Sosyal temasın oldukça yoğun olduğu alışveriş merkezleri, seyahat, turizm, eğlence, sağlık, spor gibi sektörlerde çözüm arayışları sürmektedir. Oralarda gidişin nereye doğru olacağıyla ilgili değerlendirmeler yapmak için erken olmakla birlikte, tüketim toplumu özelliklerine halel getirmeyecek çözümler bulunacağı şeklinde bazı ipuçları ortaya çıkmaya başlamıştır. Salgın sırasında yaşanan tabloların artık kanıksanacağı, insanların salgın hastalıklardan kurtulma pahasına daha çok demokrasi-dışı yolları kabul edip benimseyecekleri ve yaşamlarının iktidarlar tarafından denetlenmesine, hatta belki de mahremiyet sınırlarını oldukça zorlayan, siber despotizme varacak tablolara izin verebilecekleri bir “yeni normal” durum olacak elbette. Ama bu değerlendirmelerde de ipin ucunu kaçırmamak, ifrata, tefrite düşmemek lazım. Kapitalizmle ve küreselleşme ile birlikte insan ilişkilerinin büyük bir değişim geçirdiği, egemen sistemin uzun zamandan beri insanı değil tüketimi ve teknolojiyi esas alan, dünyayı adeta insansızlaştırmaya çalışan bir yönetme tekniği uyguladığı, pandemiden sonra tüm bunların katlanarak artacağı doğru. Ama ben kalbi hasletlerin, sevginin ve merhametin yönetme teknikleriyle ila nihai idare edilebileceğini, insanların mahremiyetlerinden gönüllü olarak hep fedakarlıkta bulunacaklarını düşünmüyorum. Asla bazı düşünürlerin sandığı gibi “hayatta kalmaktan başka ahlaki değeri olmayan bir toplum” kurulamayacaktır, kimse böyle bir şeyi inşa edemeyecektir. Kalplerimiz yapısı gereği bu duruma isyan eder ve kendine bir yol arar. Eğer insan psikolojiyle ilgili bildiklerimin bir hakikati varsa, insanlar ne yapıp edip mahremiyeti, merhameti ve diğer erdemleri öne çıkaran bir hayat arayışına girecekler, buna uygun yeni siyasetler ortaya çıkacaktır.
Bireye inersek, bu alışılagelmişin dışında bir durum elbette. Pandemi sürecinde psikolojik etkinin boyutları nedir, Bir psikiyatri uzmanı olarak ciddi artış gözlemliyor musunuz?
Kardeş, pandemi süreci üzerimizden bir silindir gibi geçti hala da geçiyor. Psikolojilerimiz harap oldu. Eskiden psikolojik rahatsızlığı bulunanlar daha da kötüledi. Sağlam olanlar korku, endişe, travma, matem tepkileriyle karşı karşıya kaldılar, kalıyorlar. Ayrıca salgın sırasında, uzun süre evde kalmaya, belli sınırlar içinde kalarak davranmaya zorlanmaya bağlı öfke, gerilim ve iletişim problemlerinin artışı, karantina ve izolasyon sorunları, aile-içi çatışmaların hatta boşanmaların artması gündeme geldi. Şimdi tozdan dumandan önümüzü görmüyoruz ama salgın yatışmaya başlar başlamaz psikolojik harabiyet sorunları kendini gösterecek. Bunları yeni fark eden Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü, sürekli olarak ruh sağlığı alanında tedbirler almaları için ülkeleri uyarıyor.
Modern zaman veya bu hızlı akış içerisinde insan eviyle yeniden tanıştı diyebilir miyiz? Bir paylaşımınızda “Korona zamanlarındayız ve bu zamanda muhtemel dertlerden, sıkıntılardan kurtulmanın en uygun vasatı ev” demiştiniz. Bunu da açar mısınız?
Hem salgının etkilerinden korunmak hem sıcak yuvamızın dayanışma için en uygun yer olduğunu belirtebilmek için “ev”e işaret ettim… Ama eve sığınmanın kendine göre önemli güçlükleri olacağını da hep vurguladım. Zira “gönüllü eve kapanış”, hazırlıksız ve mecburi aynı zamanda. Kendi rızamızla değil ölmekten, hastalanmaktan, hastalığı yayma ihtimalimizden dolayı eve kapanmış durumdayız. Ev içi hayat çok güzel olduğundan veya ev içi hayatı hep birlikte çok güzel hale getirme imkânı yakaladığımızdan onu seçmedik. Bu noktayı anlayamazsak, eve biraz da çevernin zorlamasıyla önceki hayatımıza hayli yabancı anlamlar katmaya çalışrısak, bünyemiz ve psikolojimiz bunu kabul etmez. Bir süre sonra sert tepkiler vermeye başlarız. Unutmayalım ki eve kapanmamız, her kapanma gibi aynı zamanda engellenmedir ve engellenme öfke ve şiddetin en bilinen kaynağıdır. O yüzden bu eve kapanmanın bir tür mecburi hizmet olduğunu da bilelim, psikolojilerimizi kandırmaya yeltenmeden bu geçici duruma özgü bir yaşama planı oluşturalım. Bu ev vurgusunun bir süre daha artacağını, “evde çalışma”, “büro- ev” gibi uygulamaların yaygınlaşacağını ve belki de evlerin artık ev olmaktan çıkabileceğini de unutmayalım, ona göre hazırlanalım.
Süreç yüzümüze şu gerçeği de vurdu; “küçük şey yoktur!”… Hayatı anlamlandırmada sürecin etkisini nasıl yorumlarsınız?
Gözle görülmeyen bir virüsün hayatlarımızı allak bullak etmesinden yola çıkarak, kimileri, insan-tabiat ilişkilerinin değişeceğini, ölüm bu kadar yakınken artık hırs ve tamahı bir kenara bırakıp, insanların iyiliğe ve güzelliğe odaklanacaklarını sanıyorlar. Nasıl insanların adeta vahşileşip daha da bencil olacaklarını söyleyenlere katılmıyorsam bu kolay aydınlanmacılara da katılmıyorum. Pandeminin psikolojileri hazır insanların maneviyatlarını olgunlaştıracağını, zaten öyle olan büyük çoğunluğu daha mutedil hale getireceğini ama uçlara savrulmaya hazır kimilerini kendi meşreplerine göre daha fanatikleştireceğini düşünüyorum. Bazıları daha bilimperest olurken bazıları da kıyametçi, kurtuluşçu görüşlere daha sıkı yapışacaklar…
Salgının en geç uğradığı noktalardan biri Türkiye oldu diyebiliriz. Bu süreçte Türkiye nasıl bir rol oynadı, süreç nasıl yönetildi?
Küçük bir iki ihmal edilebilir hata dışında ben kriz yönetimimizden, başta kıymetli Bakanımız, sağlıkçılarımızın muazzam çabalarından memnunum. Her şeye, kenidne bile muhalif olanların sürekli menfilik üreten tavırlarının kriz dönemlerinde sadece işleri kötüleştireceğini bir kez daha gördük.
Peki, süreç sonrasına dair öncelikle bireylere, daha sonra idarî anlamda gerçekleşebilecek eylem planlarına dair düşünce ve tavsiyeleriniz var mı?
Bireylere alıncak tedbilerle ilgili söylenecekler birinci elden, Sağlık Bakanlığımız tarafından söyleniyor zaten. Benim onlara tek ilavem, ruh sağlığının önemine dairdir. Salgın yatışır yatışmaz ruh sağlığı alanında yaptığı hasar ve dev sorunlar görünür hale gelecektir. Tek tek insanlarımız ruhsal proıblemelerini küçümsemeden profesyonel yardım almaya yönelmeli idarecilerimiz ise mutlaka ruh sağlığı alanında var olan gücümüzü pekiştirme gayreti içine girmelidir. Bakın yoğun bakım yatak sayısında dünyadaki yerimizin çok önlerde olması salgın sırasında başarımızın en önemli faktörlerindendir. Aynı şeyi psikiyatrik kurumlar için de yapabilmemiz lazım.
Bu pandemi süreci benim sağlık sistemimizle ilgili önceki düşüncelerimi gözden geçirmeme yaradı. önceden en zeki insanlarımızı hekim yapmamızın hata olduğunu söylerdim. Şehir hastanelerinin özel sektörle ortak ve uluslar arası finansa dayalı olarak yapılmasını eleştirirdim. Aile hekimliği sistemimize yöneltttiğim acımasız eleştirilerim vardı. Ben birçok konuda yanıldığımı gördüm. Ama idarecilerimiz de sadece haklı çıktıklarıyla övünmekle yetinmemeli, pandemilerin bundan sonra temel sağlık problemi olabileceğinden hareketle sistemimizde onarmalar yapmalılar. Sağlığı birinci plana almaktan, halk sağlığını, genel sağlık sigortasını güçlendirmekten ve en zeki çocuklarımızı hekim yapmaktan vazgeçmemeli, bu sağlam insan potansiyellerimizi daha çok araştırmaya sevk etmeliyiz.
Normale dönüş sürecinde, yani geçiş sürecinde bireylere ne gibi tavsiyeleriniz olur?
Her ne yaparsak yapalım, “normal”in artık uzak olduğunu, ancak “yeni normal”den söz edebileceğimizi bilelim. Kendi adıma Kovid-19 için aşı bulunsa ve gerekli bağışıklık düzeni sağlansa bile, dünyadaki kaotik gidiş sürdükçe bundan böyle bulaşıcı hastalık risklerini göz önünde bulundurarak yani kalabalıklara, ahali içine karışıp, yakın fiziki temasın olduğu ortamlardan uzak durmayı ve riskli ortamlarda maske takmayı devam ettirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ama bu, insanlardan ruhsal bakımdan da uzak durmamız gerektiği anlamına gelmiyor. Tam tersine yardımlaşma ve dayanışmayı artırmalı, tehliklerle ve tuzaklarla dolu bu dünyada sorunları birlikte yenmenin çareleri üzerine düşünmeliyiz.
Bu süreçten olumsuz etkilenen ve psikolojik olarak olumsuz bir etkiye maruz kalan kişilere yönelik söyleyecekleriniz var mı? Onların normalleşme sürecine dair bir yol haritası tavsiyeniz olur mu?
Olumsuz etkinin ve psikolojik sorunun ne olduğunun belirlenmesi lazım öncelikle. Sadece ekonomik olarak ya da idellarine giden yol planlarında aksamalar olduğu için olumsuz etkilenenler var. Kendisi ya da bir yakını Kovid-19 yakalanan ve belki de sevdiği birini bu yüzden kaybetmiş ve matem yaşayanlar var… Psikolojik bünyesi kaldırmadığı için korku ve endişesi hastalık boyutuna gelmiş, vesveseden ve virüsten kurtulmak için yapmak zorunda hissettiği aşırı takıntılı davranışları tekrar tekrar yapmaktan başka bir şey yapamayanlar var… Kovid-19 sürecini ağır bir travma olarak yaşamış ve travma sonrası stres bozukluğuna yakalanmış, sürekli dehşet duygusu içinde hayatını sürdürmeye çalışanlar var… Her birinin sorunu ve çözüm yolları farklı. O yüzden genel olarak iki şey söyleyebilirim. Birincisi daha önce de belirttiğim gibi, profesyonel yardım almaktan çekinmemek, ikincisi ise umudunu asla yitirmemek…
Şunu hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu süreç, kısa sürede bitmeyecek ve süreç boyunca psikolojik olarak edindiğimiz bazı huylar, adeta bir protez gibi ruhsal aygıtımıza yerleşeceklerdir. Bunun için “protez psikoloji” diye bir yeni kavram öneriyorum. Bunun da sakıncası yok. Dişimize bir dolgu yapıldığında nasıl bir süre onunla yaşıyor, yememizi, içmemizi ona göre ayarlıyorsak psikolojik bakımdan da bu yeni protez huylarla yaşamaya alışmak durumundayız.
Son sorumuz size dair; sizler de hem bir hekim, hem psikiyatri uzmanı olarak yoğun bir sürece girdiniz. Siz en çok neyi özlediniz? Ya da ne yapmayı?
Tümüyle salgın öncesi hayatımı özledim. Meğer ne güzel, mucizevi bir hayatımız varmış… Kendimin ve ailemin önceki meşgaleleriyle ilgilenmeyi, hastalarıma yardım etmeyi, kitaplarımı önceki ritmimde okuyup yazı yazmayı… Salgından beri “zamana batmış” bir halde yaşıyoruz, aklımız fikrimiz koronada, sürekli pandemiyle ilgili yeni bilgi ve açıklamalarda. Bir yandan zaman geçmek bilmiyor bir yandan da ne kadar uzun süredir bu cenderede yaşadığımıza kendimiz de inanamıyoruz. Bu zamana batmışlıktan bir an önce çıkıp “hayata batmak”, önceki meşguliyetlerime dönmek istiyorum…
Çok teşekkür ederiz efendim.
Kaynak: Serdivan Ajans 48. Sayı