Kendini tanı ama önce camianı bil!
Manevi topluluklarda psikolojik sağlık açısından sorun ve tehlike teşkil edebilecek özellikleri konuşuyorduk. Alman psikolog Werner Gross, bu konuda yol gösterici olabileceğini düşündüğü bazı kriterler belirliyor. Gross, manevi topluluklarda yıkıcı etki yapan hususların başında “ideolojik söylem”i sayıyor ve şunlara özellikle dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor:
a) Öğretileri sayesinde kısa sürede dünya cenneti kuracaklarına ya da “yeni insan”ı yaratacaklarına dair abartılı fikirler. Büyüklük ve her şeye hâkim olma fantezileri. b) Dünyada olup bitenleri sadece kendilerinin en doğru biçimde görüp açıklayabildiğine inanarak gerçekleri tekeline alma. c) Düşünce ve eylem biçimlerinin, mütemadiyen siyah-beyaz, iyi-kötü veya doğru-yanlış kalıbı şeklinde olması. d) Dünyanın sonunun geldiğine dair hezeyanlar. e) Dünya dertlerinin tedavi yöntemlerini içeren reçete şeklinde kurtarma planları. f) “Dünyayı biz kurtarmalıyız” söylemini yayma ve bunun yayılacağına dair inanç.
Gross’un manevi topluluklarda ideolojik açıdan sorunlara ve tehlikelere işaret edebilir diye sunduğu hususlar bunlar. Bizim düşeceğimiz bazı şerhler var. Hani mürşidine dayanarak üstat Necip Fazıl, “kaba softa ve ham yobaz”lardan bahseder, hepimiz böylelerinin olduğunu biliriz ama bu sıfatları gönüllü olarak hiç kimse üstlenmez ya… Karşımızdaki insanın düşüncelerinde daha savunma biçiminden, hal ve hareketlerden başlayarak bir terslik olduğunu hep sezeriz ama hangi fikirlerin sağlıklı, hangilerinin abartılı veya hezeyan boyutunda olduğunu ancak erbabı bilebilir. Bu meseleleri konuşmak kolay ama sağlıksızlığı adını koyarak teşhis etmek çok zordur. Manevi topluluklar, tabiatları icabı, bazı iddialar taşırlar, ayırt edici vasıfları haiz olduklarını, misyonlar üstlendiklerini söyleyebilirler. Önemli olan bunların ne ölçüde gelenekle uyumlu, makuliyet sınırları içinde ve bağlıların gündelik hayatlarını altüst etmeyecek ölçüde olduklarıdır.
Gross’un manevi topluluklarda yıkıcılık potansiyeli açısından değerlendirilmeli dediği ikinci husus, merkezi figürün yani liderin konumu. Bu konuda özellikle “lidere tapınma” adını verdiği bahis çok önemli. Merkezdeki kişinin çok güçlü, olacakları önceden gören ya da olağanüstü güçlere sahip birisi olduğunu öne sürülmesi ve ardından ona karşı hâşâ, Yaratıcıymışcasına ibadet ve itaat tavrı içine girilmesi, tetikte olunmasını gerektiriyor. Eleştirilemeyen, tartışmasız bir otoriteye ve gerçeğin tekeline sahip olduğunun kabul edilmesi, efsaneleştirilmesi; liderin de bağlılarından kayıtsız sadakat beklentisi içinde olması sorun riskini arttırıyor.
Bu sözlerin ima ettiği gerek liderlik gerek bağlılık biçimleri, modern psikoloji zaviyesinden, kişilik olgunlaşmasında çok geri yapıları ima ediyorlar. Bizce topluluk, kendisini tasavvuf geleneğine bağlı olarak addediyorsa ve lider-topluluk ilişkisinin görünümlerini bu yolla meşrulaştırıyorsa, o noktada biraz durmak lazım. Zira tasavvufta mürşit-mürit ilişkisinin ve seyri süluk yürüyüşünün kendine özgü bir tarzı olduğu kesin. Ehli tarik bir dostumun deyimiyle, tasavvuf çevresi, “İlahi aşkla kendisinden geçmiş olduğuna inandığı evliyaya dil uzatmak ve karşı çıkmaktan çekinir. Ama onlar da muhik (haklı) ve mubtil (batıl) olan arasında ayrım yapmak gerektiğini söylerler. Muhik, o kadar mubtil tecellisini andırır ki, bu ayrımı da ancak ilimlerin en incesi ve en dakikine sahip olanların basiret gözündeki nur yapabilir…” Tasavvuf literatürünü ve bu türden sözleri, mürşit-mürit ilişkisinin özel niteliğini göz önünde bulundurmak gerektiği şeklinde anlıyorum. Aşina bir göz, geleneksel tarikatlardaki merkezi figüre gösterilen saygının özgünlüğünü, kişiye tapıcılıktan farkını kolayca ayırt edebilir diye düşünüyorum.
Gross’un manevi topluluklardaki potansiyel sorun ve tehlikeleri gösteren diğer kriterlerini ele almaya sonra devam edeceğiz. Şimdi izin verirseniz bugün konuştuğumuz bu iki hususla ilgili, (kendisinin de bağlısı olduğu) “Rifailik” üzerine muhteşem bir antropoloji doktora tezinin sahibi dostum Can Ceylan’ın hususi yazışmamızdaki sözlerini naklederek bitireyim.
“Manevi toplulukların birçoğu hatta hemen hepsi, mahremiyetlerini kendilerine özgü sınırlar olarak görmenin ötesinde, bu mahremiyet anlayışlarını dünyaya bakışları olarak algılıyorlar. Manevi mahremiyetlerini belirleyen sınırlar dışındaki dünyaya kapalı hale gelmenin ötesinde, böyle bir dünya ve/veya dünyalar olduğu gerçeğini görmezden gelme kolaycılığına düşüyorlar. Böylece yaşadıkları zamandan ve bu zamanın getirdiği şartlardan da uzaklaşıyorlar. Dışarıya kapalı oldukları için kendileri dışındaki dünya ile yabancılaştıklarını fark edemiyorlar. Bir sonraki aşamada da kendileriyle yabancılaştıklarını fark edemez hale geliyorlar, çünkü kendilerini kıyaslayacakları başka dünyalar ve dünyaların bireyleriyle iletişim kuramayacak kadar uzaklaşıyorlar. Fiziken onlarla aynı ortamları paylaşsalar da kendi dünyaları içinde kapalı olmanın verdiği refleksle tasavvufî öğretimin temel esaslarından biri olan ‘ben dememe’ prensibini ‘benden başkası yok’ şeklinde deforme ediyorlar. İşin daha kötüsü bu kadar yanlışın mesuliyetini de ‘mürşit’ dedikleri kişinin omuzlarına yüklüyorlar.”
Kaynak: Yeni Şafak