Kişiliği ve ahlakı insanın markasıdır zaten!
İnsanın seçim yapan varlık olmasının, moda markalar içinden birilerini seçmesiyle alakası yok. İnsan varoluşunda seçim yapılan yer, hayatın karşımıza çıkardığı ihtimallerdir, ki insan içinden kendi kişilik gelişimine, ahlaki olgunlaşmasına onlar içinden bir seçim yapabilsin. Böyle yaptığında, kendi kişiliği, ahlakı onun hakiki markası olsun.” Bu satırları yazdığımdan beri düşünüyorum; güzel, tumturaklı bir ifade oldu ama biraz karışık, derdini anlatmakta müşkülü olan bir ifade diye… Birinci müşkül noktası şu: Kişilik ve ahlaktan bahsetmek güzel ama kimse benim yoğurdum ekşi demez ki!… Sorsan herkese, onun kişiliği ve ahlakı bir numara. Somut bir örnek vermedikçe bu ifadenin değeri belagatle sınırlı kalıyor. Elbette çevremizde kişiliğini, ahlakını marka haline getirmiş birçok insan var. Onların bir kısmını ben de tanıyorum. Ama günümüzden bir örnek vermenin şöyle bir sakıncası bulunuyor. Maalesef siyaseten ve yaşama tarzı olarak bölünmüş bir haldeyiz. Bir tarafın örneğini diğeri beğenmiyor. Hatta siyasi ve ideolojik akıl yürütme öyle bir hal almış ki, insanlar birbirlerine kişilikleri ve ahlaklarından ziyade hangi safta yer aldığıyla değerlendiriyorlar. Böyle sancılar çekerken tevafuk oldu, bir arkadaşım, Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” kitabından, yazarın İstiklal Mahkemesi günlerinde cezaevi arkadaşı Ahmet Hamdi Akseki Hocayı anlattığı bölümü gönderdi. İlaç gibi geldi, sancımı dindirdi bu misal.
“İkinci arkadaşımız bir din alimiydi. (Ahmet Hamdi Akseki) O şeyhine değil Allah’ına yöneliş halindeydi. Zaten ona göre din bir hayat ve muaşeret kaidesiydi. Onun din anlayışında korkunun cehennemin pek yeri yoktu. Allah’ını sevdiğinden tapıyordu.
-Hazret, diyordu, İslam iyi ahlaktan İbarettir. Bu iyi ahlakın arkasında da ferdin ailenin milletin ve bütün insanlığın mutluluğu için her şeyin var olduğuna inanırdı:
-Aslına bakılırsa senin dediğin şeylerle benim dediğim şeyler arasında pek fark yok. Senin de benim de hepimizin de maksadı bir. Ama bu maksadın rivayeti muhtelif. Fakat Hak dilerse, insanların dilleri de dilekleri de gönülleri de birleşir!
Daima güleç bir yüzü vardı. O da sanki kendi evinde kendi insanları arasındaymış gibi. Bizimle çocukları kardeşleri yakınları gibi meşgul olmak isterdi. Bir gece geç vakit onunla, birkaç mumu bir arada yakarak bir cezve kahve pişirmeye çalıştığımızı hatırlıyorum. Kendini o kadar işine vermişti ve bundan o kadar temiz bir çocuk neşesi duyuyordu. Bir insanın bu kadar pürüzsüz sevinebilmesi için onun ruh yapısının her başka türlü malzeme ile işlenmesi lazımdır diye düşünmüştüm.
Bazı günlerin belirli bir saatinde penceremizin baktığı Boşnak mahallesinin dar bir sokağın başında eşiyle çocukları görünürlerdi. Aralarındaki mesafe oldukça uzaktı. Onların da daha fazla yaklaşmaları mümkün değildi. Onlar göründükleri zaman biz hepimiz bir şeylerle meşgul olmaya çalışırdık Onun hicranı aradaki mesafe olsa da çocuklarıyla baş başa bırakmak isterdik. Gerçi kalpten gelen gözyaşları utanılacak şeyler değildi. Fakat ne de olsa ağlayış kendi maddesiyle kendi iç alemi arasında gizli bir yakarıştır ve öyle kalmalıdır. Fakat o böyle hallerde her birimizi kollarımızdan çeker omuzlarımızdan kucaklar oda penceresinin kenarına sürüklerdi. Eşine ve çocuklarına uzaktan bizleri sanki huzur ve sükunun birer şahidi gibi gösterirdi. Sanki hepimiz iyi ve mutluymuşuz gibi uzaktan onlara rahatlık ve güvenli duygular vermek isterdi. O gibi hallerde biz hepimiz kol kola omuz omuza pürüzsüz bir iç rahatlığıyla güler, gülümser ve karşı duvarın dibinde kederden ve uykusuzluktan nasıl bitkin büzülen kadınlara, çocuklara ümit ve kalp rahatlığı vermeye çalışırdık.” (s. 309 -316)
Biliyorum, Ahmet Hamdi Akseki ve Şevket Süreyya Aydemir adını duyunca bazılarınız yine itirazı basacak, kiminiz sonradan rejimle uzlaştıklarından bahsedecek kiminiz başka gerekçelerle itiraz edeceksiniz. Kusura bakmayın, bu sefer dikkate almayacağım sizi. Zira bu anlatılan satırlarda, o sırada birisi Komünist diğeri İslamcı iki insan arasında geçen diyalogda kişilik gelişiminin ve ahlaki olgunlaşmanın bütün emarelerini görüyorum. Aydemir’in Akseki’yi anlatımında İnsana değer vermeyi, saygıyı ve dayanışmayı, asla yıkılmamayı, yaşama sevinci ve umuttan vazgeçmemeyi, ailenin kıymetini öyle berrak hissediyorsunuz ki… Üstelik anlatıcının şimdinin hiç sevmediğim deyimiyle “öteki mahalle”den olması, kişiliği sağlam ve ahlaklı insanı tanımlarken temel kriteri de yerine getiriyor. Sizi düşüncelerinize katılmayan bir başkası takdir edip beğeniyor. Şimdilerde hasret kaldığımız bir haslet…
Bitirirken: Baştaki ifadem, gerçeğin sadece bir kısmını dile getirdiği için de içime sinmemişti. Evet, kişiliğimiz ve ahlakımız ile marka olmalıyız ama zaten öyle değil midir? İnsanın marka kalitesi, kişiliğimiz ve ahlakımız ile sınırlıdır.
Kaynak: Yeni Şafak