Kıskanç
Dilimiz Türkçe, haset ve ondan köken olan, onunla bağlantılı insan hissiyatını en iyi ifade eden dillerden. Birçok dilde tek bir kelimeyle ifade edilen ve söyleyiş bütünlüğü içinde anlamı şekillenen kavram, dilimizde ince ince işlenmiş.
Haset ve gıpta etmek, garez Arapça, imrenme ve kıskanmak Eski Türkçe, kin ise Farsça kökenli… Türkçe, bir takım anlam kaymalarıyla hepsini de içine almış, bu sayede gündelik kullanımda derdimizi gayet güzel anlatabiliyoruz. Günümüz Türkçesinde imrenme ve gıpta adeta karşıdaki insanın olumlu özelliklerini tasvip edip isteme manasına gelmiş ama haset ve kıskanma konusunda hala bir takım karışıklıklar var. Haksızlık etmeyelim, sadece gündelik kullanımda değil akademik kullanımda da öyle… Müsaade ederseniz ikisi arasındaki ayrım üzerinde duracağım bu yazıda.
Haset de kıskançlık da arzu edilen bir ödül üzerine rakiple mücadeleyi içeriyor, bunun anlatılmasına dayanıyor. Haset, ödülü elde etmek için duyulan arzudan kaynaklanırken, kıskançlık onu kaybetme duygusundan köken alıyor. Haset sahip olmamakla, kıskançlık ise sahip olmakla ilişkili görülüyor. Haset, arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı bir kızgınlık hissi barındırıyor ve istenen şeyi sahibinden almaya, bozmaya yöneliyor.
Aralarındaki en önemli ayrım noktası, hasedin iki kişi arasında olması, kıskançlığın ise üç kişiyi ilgilendirmesi… Kıskanç kişi, değerli bir ilişkisine karşı tehdit oluştuğunda ve üçüncü kişinin bu ilişkiyi yıkma ve sahip olma ihtimali belirdiğinde, bu tehdit ihtimali hayali veya gerçek olsa bile bu duruma bir biçimde tepki veriyor. Bu tepki kimi zaman hastalık boyutlarına varabiliyor.
Haset ile kıskançlığı sık sık karıştırmamız boşuna değil zira her kıskançlık, şöyle ya da böyle bir parça haset içeriyor. Ayrıca haset, kıskançlığa göre daha olumsuz bir içeriğe sahip olduğundan genellikle benzer durumları daha yumuşak olan kıskançlık olarak telaffuz etmeyi yeğliyoruz. Özellikle kendi iç dünyamız söz konusuysa, açıkça haset yaşanan durumlarda bile imrenmeye yakın bir manada, “kıskandım” diyoruz. Kıskançlık karşısında insanların genel tavrı da hasede gösterilen tavırdan daha farklı ve nispeten anlayışlı. Duygusal kıskançlık hallerinde bile bu böyle. Belli seviyelerde kalan kıskançlığı olağan ve makul karşılıyoruz. Aslında haksız da değiliz. Çünkü kıskançlıkta hem mevcudu koruma kaygısı var hem de kaybetme ihtimali bu kaygıyı çok yüksek düzeylere taşıyabiliyor.
Psikolojik gelişimimize göre de haset, çocukluğumuzun çok daha önceki yıllarına dayanıyor ve nerdeyse insanın içindeki tüm kötülüklerin kaynağı olarak köklü bir yere sahip. Teolojik bakımdan hasede “şeytanın psikolojimizde yuva yaptığı yer” dersek pek de hata yapmış olmayız. Tamahkârlık, aç gözlülük, kin, garez, “oh olsunculuk” gibi başkasına zarar verme ve onun başına gelen kötülüklere sevinme tarzında her türlü yıkıcı ve erdem düşmanı davranışlar, bu arada habis kıskançlık da hasetten kaynaklanıyor.
Bazı psikanalistlere göre hasedin kökeni, insanın en bağımlı ve çaresiz zamanlarında, bebeğin anneyle bir olduğu, adeta yapışık yaşadığı o herkesi dışlayan en eski ilişkide, anne-bebek ilişkisinde, emzirme sürecinde yatıyor. Mesela Melanie Klein’a göre haset duyulan ilk nesne, annenin memesi. Bebek, memenin sınırsız süt ve sevgi verebileceğini ama bunları kendi doyumu için alıkoyduğunu sanıyor. Aç bebeğin tecrübe ettiği engellenme ve çaresizlik duyguları hasedin köklerini oluşturuyor.
Kıskançlık ise çocuğun gelişimde daha sonraki bir evrede ortaya çıkıyor. Anne ile çocuğun arasına babanın girdiği, anne-baba-çocuk üçgeninin kurulduğu bu evrede ortaya çıkıyor. Freud, bu evreyi arzuyla (eros ile) bağlantılı biçimde ele almasıyla ünlendi ve aynı ölçüde tepkilerle karşılandı. Klein’a göre ise bu evrede görülen kıskanma hissiyatı, hasedin yeni bir biçim almasından ibaret aslında. Haset, hemen sonra başta kardeş kıskançlığı, hayatımızdaki tüm ilişki üçgenlerinde kendini kıskançlık olarak gösterecek bir potansiyeli taşıyor.
Ebeveynimizin sevgisini kaybetme endişesinin oluşturduğu acı, güçsüzlük, istediğimiz her şeyi elde edemeyeceğimizi fark etmek, rekabet ve rakibe duyulan düşmanlık, çocukluk psikolojimizde derin izler bırakır. Çocuklukta yaşanılan bu karmaşık hisler, yetişkin yaşamda da benzer üçgenler gündeme geldiğinde yeniden hatırlanır. Bu sırada adeta çocuklaşır, böyle sıkıntılarla baş etmek için kullandığımız çocukça mekanizmaları yeniden devreye sokarız.
İnşallah gelecek yazıda da kıskançlığın en çok görülen biçimi olan duygusal kıskançlığı ele almaya çalışacağım.
Kaynak: Yeni Şafak