Konut sorununu çözdük derken “evsiz” kalmış olabiliriz
Prof. Dr. Erol Göka ve Rıdvan Tulum, Çabuk Konuşma’da bu ay, “evlerin içinin değişip değişmediğini, ev dediğimiz şeyin artık insanın kaderine ortak olup olmadığını” konuştular. Rıdvan Tulum sordu, Erol Göka yanıtladı.
Merhaba hocam, “evden” konuşalım istiyorum. “Evden” konuşacaksak da bir şekilde Behçet Necatigil’e gideceğiz sanıyorum. “Evlerin çoğu eskidi gitti tamir edilemedi” diyor Necatigil. Gerçekten öyle mi?
Ne güzel, konuşalım tabii… “Ev” benim en değer verdiğim, önemsediğim kavramlardan biridir. Gazetede köşe yazarlığına başladığımda ilk yazımın başlığı evdi.
“Nereye ait olduğumuz, kim olduğumuzu tarif ederken vazgeçilmez önemde. Bu yüzden yaşayıp gittiğimiz mekanlar içinde, bizim kıldığımız, kendimizin haline getirebildiğimiz yerleri “evim”, “yuvam” diye anıyoruz. Oradaki insanlara “ailem” demekte bir beis görmüyoruz. “Evimiz”, “yuvamız”, “ailemiz” dediğimizde, yüksek ideal birliğimizi, sevinçte ve kederde, tasada ve kıvançta hissettiğimiz duygusal yakınlığı anlatmaya çalışıyoruz. Hatta belki de kutsiyeti…”
Eski günleri anmak için aktarmadım bu alıntılı. Evle ilgili düşündüğüm şeyler olduğu için…
Eyvallah, buradan hareketle…
Artık devam edebiliriz konuşmaya evet, “Evlerin çoğu eskidi gitti, tamir edilemedi.” Biliyorsun ben Denizliliyim. Bir vesileyle memlekete gittiğimde, çocukluğumu yaşadığım evlerin önünden geçmeye çalışırım. Acayip olurum sanki ömrüm önümde bir çocuk gibi takla atar durur. Benzeri bir hisse, Ankara’da oturduğum eski evlerin önünden geçerken de kapılırım. Babam rahmetli oldu, annemle çok yakın oturuyoruz. Annemin oturduğu evde gençliğim geçti. Oraya çok sık gidiyorum elbette annemi ziyarete. Vaktim varsa mutlaka kısa da olsa yatıp uyuyorum o evde ve hep güzel rüyalar görüyorum…
“İnsanların kaderi besbelli evlere bağlı” bir yanıyla da sanki…
Şüphesiz öyle, Heidegger’in “söz varlığın evidir” demesi boşuna değil… Söz sahipleri olarak biz, kaplumbağa gibi hem varlığı hem evimizi hep sırtımızda taşıyoruz; nereye gitsek evimizi de yanımızda götürüyoruz.
Yine de evin tırnak içerisinde “o kaderi etkileyen” tarafı kaldı mı günümüzde… 1+1 evde tek yaşama furyasından da bahsediyorum bir yanıyla… İnsanın kendi karanlığıyla baş başa kalmasından… Sanki evlerin, ev içlerinin değişmesinin eski gücü kalmadı gibi…
Ah evet “apartman bir sefer tası” ve biz o avuç içi kadar, hepsi birbirinin aynı dairelerde birbirimizi yemeye çalışıyoruz. Solo yaşıyoruz mümkün olduğunca…
“Yalnız anılarımız değil, unuttuklarımız da bir yere yerleşmiştir.” demişti Bachelard. Sanki bu, bu anlam da evin içerisinden kayboldu. Elbette evlerin içi zaman zaman değişir, sadece “ev” dediğimizde insanın kendisini inşa ettiği yer olarak anladığımız bir anlam vardı. O geri döner mi dersiniz? Ya da mümkün mü bu…
İnsan anıları kadardır, unuttuklarımız ömrümüzden düşen daradır. Dara ne demek biliyorsun değil mi? Fakat bu söylediğim hatırlanmamak üzere unutulanlar içindir. İnsan unutan varlık olduğu kadar hatırlayandır da… En çok en sağlam duygularla bağlandığımız yerleri, olayları, kişileri hatırlarız. Onların hemen hepsi evde bulunur. O yüzden “ev”lenmek isteriz, her şeyi hatırlayalım, hep oraya dönüp gelelim diye…
“Onların hepsi artık evde bulunuyor mu” hocam hâlâ, yoksa nerede bulunduğunu, yeni adresi mi arıyoruz?
Yenilik, yenileme, yenilenme sevdasına düştük maalesef. Kocaman, güzel ev almış, seneye para kazanırsa onu satıp daha büyüğünü alma peşinde… Evler de amaçlar da insanlar da ilişkiler de şeyleşmiş, eşyalaşmış… Böyle hatıraların kıymetini bilmeyen insan, böyle hayat mı olur?
Osman Konuk’un şu dizeleri geldi aklıma: “bir sürü taş, bir sürü vaat, bir sürü beyaz pencere / eskime tek direnme biçimi / kimse eskimek istemez / kravatla aynı desen göğüs cebi mendilleri / bir toplum sırf bu yüzden ölmüş olabilir mi”
Bir toplum sırf bu yüzden ölmüş olabilir. Konut sorununu çözdük derken konutlu ama evsiz kalmış olabiliriz.
Kaynak: Cins Dergisi, Aralık 2024