Kötülüğün sıradanlığının küreselleşmesi ve devrimci durum
10 yıl önce yine Gazze’ye yapılan saldırılarla ilgili olarak şunları yazmıştım:
“Rahmetli Cahit Zarifoğlu, ‘Filistin bir sınav kâğıdı / Her mümin kulun önünde’ diyor 1980”lerde. Müslümanlar olarak Filistin meselesinde sınıfta kaldık. Müslüman toplumlar birbirlerine karşı kin ve gareze ayırdıkları enerjilerinin onda birini olsun Filistin konusunda dayanışma konusunda sarf edebilselerdi, şüphesiz bu durumda olmazdık. Şimdi yine Filistin ateş altında, pervasızca bir saldırıyla karşı karşıya, yine elimiz böğrümüzde seyrediyoruz. Uluslar arası kuruluşlar, söz konusu olan Filistinlilerin kendilerini müdafaası olduğunda, her zaman yaptıkları gibi, hemen bu ‘terörist faaliyeti’ (!) kınamaya, bir yolunu bulup İsrail devletinin vahşetini meşrulaştırmaya devam ediyorlar. Filistin için ayağa kalkmış az sayıdaki aktivistin gayretleri dışında katranımsı bir sükût. Rezilce bir utanç bulutunun gökyüzünü kaplamış olması lazım ama ne gezer!”
Şimdi size ve kendime soruyorum, “10 yıl önce özetle resmetmeye çalıştığımız bu tablodan, 7 Ekim 2023’te yeni Gazze saldırıları ve katliamlarıyla başlayan sürecin bir farkı var mı? Yazının sonunda bu farkı birlikte ele alalım ama önce, sözünü ettiğim 10 yıl önceki yazıya devam etmeme izin verin.
“Aslen Yahudi olan ve soykırımdan kaçıp Amerika”ya göç eden düşünür Hannah Arendt, 1961-1962 yılları arasında, Mossad ajanları tarafından yakalanan ve Kudüs”te yargı önüne çıkarılan eski SS subayı Adolf Eichmann”ın duruşmalarını bir gazete adına takip etti. Bu konuda yazdığı makaleleri, 1963”te bir kitapta topladı: ‘Eichmann Kudüs’te – Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine Bir Rapor’. Kitapta öne sürülen tezler, birçok tartışmaya neden oldu, oluyor.
Arendt”e göre Eichman, psikopat bir sadist falan değildi. ‘Eichmann’ın Yahudilerden hastalık derecesinde nefret eden fanatik bir antisemit olduğu veya birilerinin onun beynini yıkadığı falan yoktu’ tam tersine son derece sıradan, oldukça resmi bir dil kullanan, sıkıcı bir bürokrattı. Arendt, asıl sorunun bu olduğu kanaatindeydi. Soykırımda rol alanların hemen tamamı Eichman gibiydi, ne sapık ne sadist olmayıp dehşet verici bir biçimde normaldiler. İşin ilginç yanı, Almanlar gibi Yahudilerin birçoğu da olanlara rıza göstermekle yetinmeyip suçlularla işbirliği yaptılar. İnsanlık, olan bitene ses çıkarmadı.
Çoğu Yahudi eleştirmen, kitabı sevmedi. Arendt’in cani Eichmann’ı sıradan biri olarak görmesine ve Yahudi cemaati liderlerinin Nazilerle işbirliği etmiş olduğu tespitine şiddetle karşı çıktılar. Arendt’i, Yahudi düşmanlığıyla yeterince mücadele etmemekle ve Hocası Heidegger”in fikirlerinden etkilenmekle suçladılar.
Yahudi soykırımı sırasında, insanları sırf analarından Yahudi doğdular diye her türlü vahşete reva gören Hitler, kötülüğü zirve noktasına vardırmıştı. Bu, doğru. Hitler’e ve soykırıma karşı ses çıkarmayan insanlık ise vahşeti görmezden gelişiyle, lakaydisiyle kötülüğü sıradanlaştırmıştı. Bu daha da doğru… Arendt, asıl felaketin ‘kötülüğün sıradanlığı’ olduğunu söylerken haklıydı.
1962’den beri entelektüeller kötülüğün sıradanlığı üstüne tezler döktürdü. Tüm dünya, bazı yazarlara ‘Soykırım Endüstrisi’ dedirtecek kadar mütemadiyen soykırımdan konuştuk. Kütüphaneler dolusu kitap yazıldı, yüzlerce soykırım temalı film yapıldı. Hatta Von Trotta, ‘Hannah Arendt’ filminde, bu anlattığımız hikâyeyi bile beyaz perdeye aktardı. Tüm bunlar yapıldı da kötülüğün sıradanlaşmasının önüne geçebildik mi? Tam tersi oldu, kötülük insanlığın her dokusuna yayılmayı sürdürdü, sürdürüyor. Hatta kötülük, en çok soykırıma maruz kalmış Yahudi toplumunu baştanbaşa kuşattı.
Arendt’in aralarında Einstein’ın da olduğu 30 Yahudi entelektüel ile birlikte 1948 yılında yayımladıkları makalede, ‘Faşizmin üç ana özelliği, milliyetçilik, otoriterlik ve ırkçılık, ‘etnik açıdan saf’ bir devleti savunan mevcut İsrail rejiminin karakteristikleridir” dediğinden haberdarız. Ama birçok Yahudi entelektüel sonradan sus pus oldu. Sabra ve Şatilla katliamlarını ’empatinin ve ötekinin filozofu’ diye bilinen Emanuel Levinas dahi kınayamadı. Arendt, 1975’te vefat etti. Filistinlilere yapılanları görseydi, ‘Kötülük İsrail toplumuna kök saldı’ der miydi yoksa susar mıydı bilmiyorum. Bildiğim o ki; şüphesiz vicdanlı Yahudiler hala var ama İsrail’de ırkçılık ve ayrımcılık, giderek her yere nüfuz etti, şimdi de hızlı bir tefessühe yol açıyor.
1982’de Menahem Begin, ‘Size söylüyorum, onlar neredeyse insan!’ diyerek Filistinliler hakkındaki resmi bilinçdışının ifrazatını sözelleştiriyordu. Ehud Barak, 2000 yılında ‘Filistinliler timsahlar gibidirler, onlara ne kadar fazla et verirsen ver, onlar daha fazlasını isterler’ diyor ve alkış alıyordu. 2012 sonunda yapılan anketler, İsrail’de kötülüğün devletin her kademesine yerleştiğini, İsrail halkının yüzde 58”inin Araplara uygulanan apartheid (ırk ayrımı) rejiminin farkında olduğunu ve bunu onayladığını gösteriyordu. Son zamanlarda İsrailli gençler, hiç utanmadan ‘Araplardan nefret etmek suç değil, onurdur’ yazılarıyla poz verebiliyorlar. Bir kısım sıradan İsrailli, ‘Her saat başı bir Filistinliyi öldürün!’ diye caddelerde höykürebiliyor. Bunlardan 3 tanesi, Muhammed Ebu Hudayr adlı 15 yaşındaki Arap gencini insanlık tarihinde az görülen bir hunharlıkla katledebiliyor. Telaviv Nazileri her yerde pervasızca boy gösteriyor.
İnsanların en vicdanlıları dahi ‘kötülük ne çok sıradanlaştı’ deyip sükûtlarına bir mazeret kefeni giydirmekten başka bir şey yapmıyorlar. Filistin, hepimiz için bir sınav kâğıdı…”
Evet, 10 yıl önce bunları söylemişiz. Aradan geçen bunca yılın ardından, İsrail’in katliamlarını soykırım boyutuna vardırmasının dışında ilk bakışta çok bir değişiklik olmamış gibi görünüyor. Ama dikkatli bakıldığında gerek İslam dünyasında gerek dünya çapında, küresel planda ileride yepyeni durumların habercisi olarak değerlendirilebilecek değişikliklerin arefesinde olduğumuz gözlerden kaçmıyor.
On yıldır, Filistin daha doğrusu İsrail meselesi senelerdir olduğu gibi devam etti. Yani israil, kimi zaman açıkça kimi zaman sinsice genişleme politikalarını sürdürdü. Bir yandan demokratik ve meşru görünmeye çalışarak bir yandan da fırsat bulduğunda zulmü ve hukuksuzluğu dayatarak adım adım ilerleme hedefini gerçekleştirmeye çalıştı. Tüm bunlar olurken teknomedyatik dünyada, insanlık tarihi boyunca görülmemiş, bir süredir zamanımıza “insan-sonrası” (posthuman) adını verdirecek kadar teknoloji lehine insan-aleyhine olan süreç de ilerliyordu. Her şey kanıksanıyor; insanları şaşırtan, bu kadarı da olmaz dedirten, bizi insani zemine çeken skandallar artık dünya üzerinden kalkıyor, ne olursa olsun kimsenin şaşırmayacağı şeyler oluyor, geleneksel dünyadan miras kalan son erdemler de bir bir siliniyordu. Erdemsizlikler karşısında lakaydi giderek büyüyor, adeta kötülüğün sıradanlaşması, küresellişiyordu. Ancak 7 Ekim ile birlikte sanki için için kaynıyan ve aniden lavlar püskürtüveren bir volkan patlamasına benzer bir sosyopsikolojik tablo ortaya çıktı.
İsrail’in acımasız katliamlarını pervasızca savunması, önceleri zımnen ifade etmeye çalıştıklarını, mesela kimlerin insan olup olmadığını belirleme hakkının yalnızca kendilerinde bulunduğunu siyasetçileri ve din adamları başta olmak üzere bağıra çağıra söylemeye başlamaları, başta ABD, Almanya ve Fransa olmak üzere Batılı devlet yöneticilerinin asla sorgu sual etmeden İsrail’i sonuna kadar desteklemeleri, elbette kötüğünün sıradanlaşmasının küreselleşmesi bağlamında bir kısım insanlardan destek buldu ya da lakaydilerini sürdrmelerine neden oldu. Ama tüm bu olup bitenler, dünya genelinde bakıldığında, adeta insanlığı zıvanadan çıkardı. Bu dünyanın çivisinin çıktığı, çığ gibi üzerimize geldiği, katı olan her şeyin buharlaştığı söylenip duruyordu yıllardır, sanki “Dur bakalım, buraya kadar!” diye haykırmak istercesine milyonlar ayağa kalktı.
Bizi birleştirecek, insanlık adına, insanlığın geleceği adına kaygılandıracak skandallar olmadığında, insaniyetimizin felç olduğunu, tepkilerimizin dumura uğradığını, Gazze’de yaşanan insanlık-dışı katliamlar nedeniyle açık biçimde yaşadık, kemik iliklerimize kadar çaresizliğimizi hissettik. Biz insani tepkiler veremediğimizde, katliamları göze almış olanların, “insan hakları”, “evrensel hukuk”, “temel hak ve özgürlükler” gibi kavramları nasıl ayaklar altına alarak insanlık suçlarını meşrulaştırabileceklerini ve üstelik kendilerine taraftar da bulabileceklerini, yani bu dünyada skandalın kalmadığını şaşırarak gördük. Ama ne ki şaşkınlığımız uzun sürmedi; teknomedyatik dünyanın bizi uzunca bir süredir içine gark ettiği “her şeyin olağanlaşması”, “kötülüğün sıradanlığının küreselleşmesi” süreci dahi bizi uykuda tutmaya yetmedi. Gazze’de yaşanan katliamları “skandal”, “utanacak bir halin ortaya çıkmasından doğan durum, büyük rezalet, kepazelik” diyenlerimiz birer birer ortaya çıkmaya, ileri atılmaya başladı. Sevinçle görüyoruz ki, insanların büyük çoğunluğu, kahir ekseriyeti artık kalbin, merhametin, vicdanın, bizi insan yapan ortak ahlaki zeminin yanında saf tutmuş, kötüye, kötülüğe karşı adalet idealinde birleşmek istiyor.
Gazze’de mücadele nasıl seyreder, Filistin, daha doğrusu İsrail meselesi, bundan sonra hangi süreçlerden ilerler, şu anda bilmiyorum. Ama 7 Ekim 2023’ten bu yana “Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği koşullara” adım attığımızdan yani bir “devrimci durum” yaşadığımızdan eminim. Gazze’de yaşanan katliamlar, uluslararası kurum ve kuruluşların çözüm bulamayan lakayt tavrı ile kalbi, vicdanı olan büyük insanlığın bundan dehşetengiz rahatsızlığı göz önüne alındığında, dünya çapında bir devrimci durumla karşı karşıyayız, büyük bir değişimin arifesindeyiz!…
-“Yarın sonuç başka türlü olursa, direniş yenilirse, bu sözleri söyledim diye pişman olma doktor” diye içinden geçirenleriniz olduğunun farkındayım. Asla! Her zaman umudun yanında olacağım ve umutsuzluğun büyük günah olduğuna inanacağım!
Kaynak: Muhit 2023 Aralık