Kozmik korku, ontolojik güven
Biz insanlar ne tam olarak umduğumuzu bulabiliyor ne de tamamen umudumuzu kesebiliyoruz; umarak, hayal ederek, hayallerimizin gerçekleşeceğine inanarak yaşayıp gidiyoruz. “Ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür” diye boşuna dememişler. Birbirine güvenen insanlar, birbirine güvenen insanlardan müteşekkil bir toplum hayali güzel ama bilfiil gerçek haline dönüşmesi neredeyse imkânsız. Hele ki bu devirde… Kaldı ki bir insana güvenmenin onun her alanda tam da bizim beklentilerimize uygun davranacağı anlamına gelmeyeceği de ortada. Ne yapacağız bu durumda ya da ne yapıyoruz, ne yapmalıyız? Bakalım.
“Yıldızlarla dolu gökyüzü, dağların muazzam kütlesi ve denizler gibi sonsuz büyüklüğü ve sonsuz gücü çağrıştıran şeyler, evrendeki olaylar ve doğal felaketler karşısında duyulan kaygı”ya “kozmik korku” diyor geçen yüzyılın büyük Rus filozofu Mihail Bahtin. Ölümlü, aciz, narin bedeni ve kırılgan psikolojisiyle insanın evrenin sonsuz büyüklüğü karşısında betinin benzinin attığını, asla tam olarak kavrayamayacağı bu büyüklüklerin ve hayatın akışındaki belirsizliğin dehşetiyle perişan olduğunu, kendisine bir sığınak aradığını belirtiyor. Buraya kadar anlaşılmayacak bir şey yok ama Bahtin, bu fikrini insan varoluşunu kavramaya doğru ilerletemiyor; kozmos’un korku yanında mucizevî yapısı ve işleyişi nedeniyle şaşkınlıkla karışık bir hayranlık uyandırdığını göremiyor. Tam tersine insan işi tüm resmi korkuların kökeninde bu “kozmik korku”nun bulunduğunu söylemesiyle zamanında birçok kimseye musallat olan indirgemeciliğin ona da bulaştığını üzülerek müşahede ediyoruz. “Dinlerin kozmik korkuyu araçsallaştırdıkları, korkutucu evrenin korkutucu Tanrı’ya dönüştürüldüğü” teziyle indirgemeci saçmalamaya zirve yaptırıyor. Bahtin’in bu görüşlerinin versiyonlarını günümüzde birçokları savunuyor. Oysa bu tür görüşler, insanın varoluşsal (ontolojik) güvensizliğini ve ondan köken alan temel kaygısını olduğu gibi dinlerin ortaya çıkışını da izah etmekten hayli uzak…
Kıymetli dostum, sevgili ağabeyim rahmetli Aydın Menderes, gerçek bir münevverdi. Özel sohbetlerimizde Hz. Peygamber’in (sav) “insan korkuyla umut (havf ve reca) arasındadır” sözünden yola çıkarak “neden varoluşçuluk düşüncesinin Müslüman toplumda gelişmediği?” birlikte cevap aradığımız sorulardandı. Sören Kierkegaard, Gabriel Marcel, Nikolai Berdyaev, Paul Tillich gibi Hıristiyan; Martin Buber, Emanuel Levinas, Viktor Frankl gibi Musevi, J. P. Sartre gibi ateist varoluşçulardan insanın tabiatına dair birçok şey öğrendik. Rollo May’in katkıları paha biçilmezdi. Dini tavır alışı konusunda bir türlü karar verilemeyen Martin Heidegger bu yaklaşımı felsefenin doruklarına taşıdı. Ama onların söyledikleri, insan varoluşu konusunda ruh, nefs, akıl, kalb, fıtrat, vicdan, ahlak, irade, şükür, fanilik, gönül ve olgunlaşma gibi bu toprakların has kavramlarına birer dipnot olabilecek nitelikteydi sadece.
Mesela günümüz varoluşçu psikoterapistlerinden ateist Irvin Yalom’a göre insanın dört temel çatışma alanı var: Ölüm, özgürlük, anlamsızlık, yalnızlık… Ona göre dini inanç, olsa da olur olmasa da. Dünyaya fırlatılmış insan, bir biçimde bu çatışma alanlarından sıyrılarak varoluşunu anlamlı bir biçimde gerçekleştirebilir. Haklıdır; insan, din olmadan da kendisine verili manevi alanı doldurabilir; fanilikten, belirsizlik ve kaostan kaynaklanan endişesini yatıştırabilir ama bir yere kadar… Oysa sağlıklı bir din anlayışıyla, varoluşsal güvenlik sferine kavuşmak, umudu harekete geçirmek çok daha kolay ve hatta kendiliğinden olur. Zira insan, yaratılışı, ölüm-ötesini merak eden, inanan (inanmasak ve davranışlarımızı meşru ve haklı görmesek tek bir adım bile atmazdık) ve ahlaki bir varlıktır; vicdani bir koreografiyle dünyaya gelir. Din, hayata, faaliyetlerimize anlam verelim, anlamlı bir hayat sürdürebilelim diye kana kana içmemiz için gürül gürül bir pınar sunar.
Kaldı ki din sayesinde insan narsisizmini rehabilite etme imkânına kavuşur. Yaşarken hiçbir zaman karşılığını göremese bile insan, öte dünya inancına yaslanarak adalet için mücadeleye atılabilir. Şükür sayesinde içindeki kötülük kaynağı hasede karşı koyar, insan ilişkilerinde minnet ve teşekkürü hep canlı tutar…
Elbette İslamiyet, “senin dinin sana, benim dinim bana” (Kafirun/6) der; inançlara saygıyı emreder. Ama ontolojik güven konusundaki sözleri o kadar berraktır ki: “O Rab ki, onları açken doyurdu, her türlü korkudan güvenliğe kavuşturdu” (Kureyş/4); “Allah düşmanlarınızın kimler olduğunu çok iyi bilir. Dost olarak Allah yeter; yardımcı olarak da Allah kâfidir” (Nisa/45)… O yüzden bizim buralarda “zalimin zulmü varsa garibin Allah’ı var” denilir. Bura insanları, kendilerine verilen ömrü Yaratıcılarının bir lütfu ve emaneti olarak görür, çoğu zaman varoluşsal bir güven içinde yaşayıp giderler…
Kaynak: Yeni Şafak