Kutupsallaştıramadıklarımızdan mısınız?
Toplumumuzun muhteşem bir sağduyusu, bizi bir arada tutan bütünleştirici güçlerimiz olduğu, başımıza gelen bunca belaya rağmen var kalmamızdan belli. Ama ilk bakışta çelişkiliymiş gibi görünen kahir ekseriyetimizin kriz zamanlarında tepki göstermemesi ve kutuplaşmaya yatkınlık özelliklerimiz de gözlerden kaçmıyor. Hatta birlikten yana olan sağduyumuz değil de bu dağınıklığa çanak tutan yanlarımız daha çok göze çarpıyor veya öyleymiş gibi gösteriliyor. Mesela şimdilerde, dışarıdan medyamıza bakan birisi, sanacak ki, memleketimizde tam bir hercümerç yaşanıyor; zaten uzun süredir had safhada kutuplaşmış olan toplumda, cemaat bulunduğu cenahtan büyük bir pay kopararak diğer tarafa geçecek, böylece büyük kapışma senaryosu tamam olacak, yakında büyük felaket kapımızda…
Kendimi bildim bileli aktörleri farklı olmakla birlikte bize sunulan manzara, üç aşağı beş yukarı böyleydi. İnsanımız işinde gücünde ve çoğunlukla birbiriyle barış içinde yaşarken, bir takım cazgırlar adeta bir felaket tellallığı rolü üstlenerek, kıyameti haber veriyorlar. Kendimi bildim bileli, varlığımıza ömür biçiliyor, yarın olmadı öbür gün batacağımız söyleniyor. Bir türlü (çok şükür) o meşum gün gelmiyor; milletimiz sulh-sükûn içinde yaşayıp gidiyor.
O halde nedir bu gam kasavet? Çekemeyenlerimiz, düşmanlarımız var tamam anladık ama tüm bunları başımıza örülen çoraplarla, komplolarla açıklamak mümkün mü? Toplumumuzun hem tepkisiz hem kutuplaşmaya yatkın olduğu tespitlerinde bir gerçeklik payı yok mu? Darbeciler provokasyonlarını bu özelliğimizin üzerine kurmuyorlar mı? Nedir tam olarak toplumsal psikolojimizde olup biten, sanıyorum herkes benim gibi öğrenmek istiyor. Görünenleri tam olarak müşahede edebilmek için, biraz daha yakından bakalım.
Toplumsal panoramada ilk görünen özelliğimiz şu: Büyük sorunlarımızı, mesela şimdilerde eğitimle ilgili dertlerimizi, bir türlü tartışamıyoruz. Çoğu zaman siyasi-ideolojik önyargıların kazmasıyla açılmış, mevzilerine çekilmiş taraflar adına konuştuklarını söyleyenlerin yaylım ateşlerinden başka bir ses duyulmuyor. Eninde sonunda pratik ve teknik bir sorun olarak ele alınması gereken eğitim sorunlarını tartışırken bile sakin olamıyoruz. Fanatikler hemen tribünlerdeki yerlerini alıyor, ideolojik zırhlarını giyiyor; kanlı bir savaşa gider gibi mızraklarının ucuna kendi kutsallarını asıyorlar. Sanki önemli olan, ülkemizin ve evlatlarımızın geleceği değil, bu kör dövüşünden kimin galip çıkacağı haline dönüşüveriyor: “Vur vur inlesin!”
Dünya işlerini yönetme, sorunlarımızı çözmeye gayret etme manasında değil ama (fanatiklerden sessiz çoğunluğa doğru yayılan bir tarzda) hep “bizimkiler”den yana olma anlamında epeyce siyasi (!) bir toplum olduğumuz da ortada. Bize özgü siyasilik, kendine has bir dil de üretmiş; çözüme dönük olmayan, daha ziyade söz düellosunda kazanmayı amaçlayan bir söylem tarzımız var. Sorunlarımızı yaralarımızın acısı dayanılmaz hale geldiğinde, zonkladığında görebiliyoruz, aklımız o zaman başımıza geliyor. Aklımız başımıza geldiğinde sağduyumuz harekete geçiyor ama iş işten çoktan geçmiş, meydanları çoktan fanatikler doldurmuş oluyor. Artık istesek bile tartışamıyoruz; ya içimize dönüp susuyoruz ya da imkan bulabilirsek münazaraya dalıyoruz. Hakiki şiir ve manzume ne kadar farklıysa, sorun çözümüne niyetli bir tartışma ile belagat yarışı demek olan münazara oldukça farklı ama şiddet içermediği de kesin…
Genellikle önce medya, “flaş flaş” nidalarıyla bir evrak keşfiyle (!) soruna açılış yapıyor. Siyaset sınıfından veya akademiden yarayı kabuk bağladığı yerden açacak, kaş yapayım derken göz çıkaracak tarzda soruna yaklaşan birisi mutlaka bulunuyor. Yangına körükle gitmesiyle malul medya, dev kameralarıyla görüntüyü büyüttükçe büyütüyor, sorunun önem katsayısı bir iken bin oluyor. Medyanın izlenme oranı için kurduğu tuzaklara siyasetçilerimiz dahil çoğumuz yakalanıyoruz; işyerinde, kahvehanede, yolculukta, dost ortamlarında ikiye bölünüyoruz.
Haa aydınlar mı, onlar uzun çok uzun zamandan beri topluma rehberlik etme görevlerinden firar ettiler. Büyük sorunları onlar tartışmalı öncelikle ama aydınlarımız tam biz, bize sunulanlar konusunda ikiye ayrılmış hararetli hararetli konuşurken arzı endam ediyorlar. Duymaya alışkın olmadığımız tarz ve edada laflarla çıkıp geliyorlar ama çok kısa sürede aynen bizim gibi konuşmaya başlıyorlar. Onları da kendi tarafımıza göre tasnif ediyoruz, zaten çoğu zaman kendi kendilerini tasnif etmiş oluyorlar. Aydınlar da bölünmüş görüntü verince, “kutupsallık” analizi için tablo tamam oluyor.
Tam anlamıyla sorunlarını kendisi çözebilen, yaralarını sarabilen bir toplum olmayabiliriz ama toplumsal barışımız tamamen bozulmuş, kutuplaşmış da değiliz. Gerçek halimizle uyuşmayan bir vaveyla; benim gördüğüm hep buydu. Bir gün vaveylacılar kazanabilir, sahiden kutuplaşarak birbirimize düşer miyiz? Sanmıyorum. Güvendiğim bir dağ var, duyduğunuzda sizi hayli şaşırtacak bir dağ: Siyaset. “Başımıza gelenler onlar yüzünden değil mi zaten” demeyin, hayır değil, yeni yeni normalleşiyoruz, demokrasimiz yerleşiyor, siyaset henüz temsili olmayı haiz hale geliyor. Pazar günkü yazımızda daha ayrıntılı konuşacağız.
Kaynak: Yeni Şafak