Manzume ve şiir farkı
Allah’tan kardeşim usta şair Ömer Erdem şu son zamanlarda arzı endam eden “yaşayan en büyük Türk şairi” safsatasına bulaşanların, kısa ve öz hadlerini bildirdi de ben de benzer şeyler yazmaktan kurtuldum. “Şairin ve şiirin zerre miktarda itibar görmediği, ilk fırsatta boynunun vurulduğu bir toplumda histerik bir edayla şair yarıştıranlar karşısında hicap edip susmaktan başka yapılacak bir şey yok. Kimin borusu daha uzun sorusu pornografik bir linç yöntemidir. Ve kökleri tarihseldir…” Ama müsaade ederseniz şiir konusunda söyleyeceklerim var.
Has ve halis şiir karşısında niye sarsıldığımızı birçok insan merak etti. Estetik’in kökeni olan “güzel” duyusunun en berrak biçimde burada yani şiirin bizim üzerimizdeki sarsıcı etkisinde bulunabileceğini söyleyenler de epey oldu. Üzerine ciltler dolusu kitap yazılabilecek bir mevzu bu. Ben söylenenlerin birçoğuna katılmakla birlikte asıl araştırılması gereken şeyin, şiir ve manzume arasındaki ayrım olduğunu düşünüyorum. Bu ayrımı iyice ortaya serebilirsek hem has ve halis şiiri daha iyi anlamış hem de onun popüler bilincin safsatalarına kurban verilemeyecek kadar değerli olduğunu göreceğiz. Ama biz de Ömer Erdem kardeşim gibi yapalım, lafı dolandırmayalım, kısa ve öz söyleyelim.
Zihin gelişiminde belirgin sorunu olmayan her insan nasıl düşünebiliyor ve konuşabiliyorsa, ondan kendisine ait bir şiir yazması, söylemesi istendiğinde şu veya bu şekilde bu isteğimizi yerine getirebilir. Şiir diye belli bir müziği (ya da ritim arayışı) ve kafiye uyumunu hesaba katarak önümüze bir şeyler koyabilir. Müzik, ritim ve kafiye ile cümleler, dizeler oluşturmaya her insanın şöyle veya böyle istidadı vardır. Ama her karalanan şekil, çizilen, boyanan şey resim değilse, her müzikalitesi, ritmi ve kafiye uyumu olan söz dizimi de şiir değildir. Onlara olsa olsa “manzume” denir. Hepimiz gibi büyük şairler dahi arada bir manzume söyleyebilir yani sözü yeterince iyi mayalayamaz, “ballar balı”nı bulamaz. İpucunu verdim, “şiir”, “manzume”den sözü iyi mayalamakla ayrılır. Ne demek sözü iyi mayalamak?
Söz varlığın evidir ve onun kadar apaçık olan bir hakikat de insanın sözün sahibi ve bu vesileyle varlığın çobanı olduğudur. Peki, insan ne zaman söze sahip olmuştur. Dili öğrendiği, konuşmaya başladığı zaman mı yoksa ondan öncesi de var mı? Var! İnsan, kendini söze dökmeden, konuşmayı öğrenmeden, dili sökmeden önce de simge öncesi sözlere, bir imajinasyona sahipti. Dilin dünyasına girdiğinde, bir yandan hakikati adlandırma ve anlatma imkânı elde etti ama bir yandan da verili bir anlam ağının içine düştü. Burası, yani insanın dil ile birlikte kazandıkları ve kaybettikleri tam bir açmazdı. İşte has şiir, insanın varlıkla, kendi varoluşuyla dili öğrenmeden önceki çıplaklığıyla karşılaşma arzusudur ve bu arzusunu sadece dil ile dile getirebilme çaresizliğini dışa vurma hamlesidir. İç-sesimiz, duyulmayan çığlığımız, yakarışımızdır. Dilselliğimizin baskısını söz ile yırtmaya çalışma girişimidir. O yüzden şiir bizi can evimizden yakalar, şaşkınlık, hayret içinde bırakır. Hepimiz şiir yazmaya çabalarız ama çoğumuzun elinden gelen bir manzumeden ileri gidemez. Onu sadece büyük şairler başarabilir hem de en büyük olma çabasına hiç girmeksizin…
İnanmazsanız, aşağıda sunduğum büyük şiirlerimizden birini derinden kavrayarak okumaya çalışın:
MÜNACAAT
Bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı
ölmedim genç olarak ,ölmedim beni leylak
büklümlerinin içten ve dışardan
sarmaladığı günlerde
bir zamandı
heves ettim gölgemi enginde yatan
o berrak sayfada gezindirsem diye
ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.
Vakti vardıysa aşkın, onu beklemeliydi
genç olmak yetmiyordu fayrap sevişmek için
halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
demedim dilimin ucuna gelen her ne ise
vay ki gençtim
ölümle paslanmış buldum sesimi.
Hata yapmak
fırsatını Adem ve veren sendin
bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana
gençtim ve ben neden hata payı yok diyordum hayatımda
gergin bedenim toprağa binlerce fışkını saplar idi
haykırınca çeviklik katardım gökyüzüne
bir düşü düşlere dalmaksızın kavrayarak
bulutu kapsayarak açmadan buluta içtekini
tanıdım Ademoğlu kimin nesiymiş
ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş kişiyi.
Çeşme var, kurnası murdar
yazgım
kendi avucumda seyretmek kırgın aksimi.
Gençtim ya, ne farkeder deyip geçerdim
nehrin uğultusu da olur, dalların hışırtısı da
gözyaşı, çiğ tanesi, gizli dert veya verem
ne fark eder demişim
bilmeden farkı istemişim.
Vay beni leylak kokusundan çoban çevgenine
arastadan ırmaklara çarkettiren dargınlık!
Yola madem
çöllerdeki satrabı yalvartmak için çıkmıştım
hava bozar, yüzüm eğik giderdim yine
yaza doğru en kuduzuyla sürüngenlerin sabahlar
yola devam ederdim.
Gençtim işte şehrin o yatık raksından incinen yine bendim
gelip bana çatardı o ruh tutuşturucu yalgın
onunla ben
hep sevişecek gibi baktık birbirimize.
bir kez öpüşebilseydik dünyayı solduracaktık.
Oysa bu sürgün yeri, bu pıtraklı diyar
ne kadar korkulu yankı bulagelmiş gizlerimizde
hani yok burda yanlışı yoklayacak hiç aralık
bütün vadilere indik bir kez öpüşmek için
kalmadı hiç bir tepe çıkılmadık
eriyeydik nesteren köklerine sindiğimizce
alıcı kuş pençesiyle uçarak arınaydık
ah, bir olaydı diyorduk vakar da yoksanaydı
doğruydu böyle kan telef olmasın diye çabalamamız
ama kendi çeperlerimizi böyle kana buladık
gönendi dünya bundan istifade
dünya bayındırladı:
Bir yakış, bir yanış tasarımı beride
öte yakada bir benî adem
her gün küsülü kaldık.
Bunca yıl bu gücenik macera beni tutuklu kılan
artık bu yaşa erdirdin beni, anladım
gençken almadın canımı, bilmedim
demek gökten ağsa bile tohum yürekten düşecekmiş
çünkü hataya bağışık büyük hatadan beri nezaret yer
çiğ tanesi sanmak ne cüret, gözyaşıymış
insanın insana raptolduğu cevher.
Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde?
İSMET ÖZEL