Marx ile yolculuğum
Eski bir Marksisti – ki ben onlardanım- düşünce serüveninde bekleyen kaçınılmaz olgulardan birisi, her gelişim aşamasında Marx’la hesaplaşmak, ona yeniden bakmaktır. Ergenliğimden ilk gençlik yıllarıma kadar Marksist kaldım, sonra da ondan hemen kurtuldum. Daha doğrusu kurtulmaya çalıştım zira Marksizm hayat pratiklerine inen, adeta bir din gibi insanı çerçeveleyen bir düşünce sistematiği. Bu nedenle hayatımın her mühim virajında Marx’la aramda şimdi ne kadar mesafe kaldı bakmaya çalıştım. “Psikoloji ve Siyaset Arasında” (Yarın Yayınları, 2012) kitabımın başlangıcındaki ‘Marx’ı Yeniden Düşünmek’ bölümüne konuyla ilgili önceki yazılarımı koydum. Müsaade ederseniz elinizdeki yazıyı da son on yılda bu konuda yazdıklarımdan oluşturmak, Marx’la hesaplaşmamı bir kez de sizin önünüzde yapmak istiyorum… Sanıyorum söylemeye lüzum dahi yok, bu hesaplaşmanın Marx’ın tüketici biçimde ele alınması olmayacağını. Gençlik yıllarımdan sonra mesleki yönelimimin de belirginleşmesiyle birlikte daha ziyade psikoloji odaklı bir düşünce uğraşı içindeyim. Yazımın ilk bölümünde Marx ile hesaplaşmam da bu uğraşı sırasındaki karşılaşmalara bağlı.
Yazımın ikinci bölümünü ise psikolojinin hayli dışına, bir başka düşünce yoğunlaşması yaşadığım siyaset alanına taşırmak niyetindeyim. Amacım, yaşadığımız dünyada Marksizm’in kendi nihai hedefinin tam tersi bir noktaya sürüklendiğini, gelenek düşmanlığının günümüz Marksistlerini en zenginlerin hizmetine soktuğunu göstermeye çalışmak ve “devlet” tartışması bağlamında ne yapılması gerektiğiyle bitirmek…
Okuyucumuz bu yazının farklı zamanlarda yazılmış makalelerin bir araya getirilerek oluşturulduğunu bilmeli. Böyle bir yazının tekrarla ve arada akışın bozulması gibi riskleri varsa da yazarın düşünce odaklanmalarını görmek gibi de bir yararı olacağı kanaatindeyim.
Marx’a maneviyat aşılamak
Özgürlük ve dayanışma. İnsanlığın iki ütopyası. Hep yakalamaya çalışılan, kimi zaman yakalandığı sanılan iki ideal. İnsanın içinde yerleşmiş iki farklı kaynaktan köken alan, aynı anda, aynı şiddette birlikte ifade edilmeleri imkânsız iki töz. Ötekiyle kendi kimliğini yitirmeden bir varlık içinde birlikte olmanın hayalinden türeyen simge. Anneyle çocuk, Yaratıcıyla kul, devletle vatandaş, sınıfla işçi, öncüyle kitle, grupla insan arasındaki eşsiz gerilimlerin yer aldığı mucizevi hat…
Ben dayanışmanın, kamusal olanın (onları asla yok etmeksizin hatta gelişmelerine imkân sağlayarak) insan tekine ve özgürlüğüne esas teşkil etmesi taraftarıyım. Yani eski Marksist özelliklerimi kısmen koruyorum ama büyük ölçüde de değiştim, özgürlük konusunda artık Marx’tan öğreneceğim hiçbir şey yok. Biraz daha açmalıyım:
Yaşadığımız dünyadaki insan ilişkilerinin toplumsal ve siyasal boyutlarına şöyle bir bakıldığında bile, “bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür” diyen Marx’a hak vermemek mümkün değil. Gerçekten de bugün evrensel meta olan paranın dünyasında, para, girdiği yerde yalnızca oyunun kurallarını değil, fakat aynı zamanda onu elinde bulunduranların yaşama ufkunu ve dünya görüşlerini de belirliyor. Ülkemizde özellikle son on yıl içinde, muhtemelen dinsel dayanışma ve güven duygusu ile modern tüketim kültürünün eksikliği gibi etkenlere bağlı olarak biriktirebildikleri sermaye sayesinde ekonomik düzey açısından tırmanışa geçen çevrelerin, yaşama tarzlarındaki ve dünyaya bakışlarındaki ani değişim, Marx’ın bu öngörüsünü tartışmasız biçimde doğruluyor. Sağcı, solcu ve (şimdi de) dindar sermaye sahiplerini, aralarındaki olanca çatışmaya ve çelişkiye rağmen, yaşama ve düşünme tarzlarında yanak yanağa getiren yakıcı gerçek, Marx’ın bir bakışta apaçık görüverdiği gerçektir: Maddi yaşam pratikleri, dünya görüşleri karşısında birincil bir konuma sahiptir; bir başka deyişle insanın sosyal bilinci, sosyal çevresi tarafından belirlenmektedir.
Ama her şey, Marx’ın bir bakışta gördüğü bu gerçekten ibaret değil; zaten böyle olmuş olsaydı, Marksist olmak, dün olduğu gibi bugün de benim için vazgeçilmez bir sorumluk olurdu. Marx, maddi yaşam pratikleri ile dünya görüşleri arasındaki diyalektik ilişkinin yalnızca bir veçhesini, dolayısıyla gerçeğin ancak bir yanını görüyor. Oysa maddi yaşam pratikleri ile dünya görüşleri arasındaki ilişkinin bir başka yanı daha var ki, Marx, onu yalnızca seziyor ama asla tümüyle kavramıyor. Marx’ın kavrayışından kaçıp kurtulan insan-yaşam ilişkilerinin bu yanını görebilmek sahiden de kolay değil; çünkü bu yan, çok civamsı bir özellik taşıyor; onu ustaca avuçlarına almak yerine parmaklarıyla tutmaya kalkanların ellerinden kolayca kaçıveriyor.
Marx’ın gözden kaçırdığı bu yanı, batıda belli ölçülerde Hegel ve daha çok Nietzsche ve Heidegger, yakalayabilmiş. Bu yan, anlamın insanın yaşam dünyasındaki ilkselliğiyle (primordiality) ilgilidir. İnsan, yalnızca bilinci toplumsal çevresi tarafından belirlenen değil, daha temelde, anlayan bir varlıktır. İnsanın anlaması, gerçeklik üzerinde bir farkındalık kazanması, onu maddi pratiklerin, doğal belirlenimlerin kıskacından kurtarır; özgürleşmesi için fırsat hazırlar, devrimcileşerek yaşama pratiklerini köklü bir biçimde değiştirivermesine yol açar. Eğer öyle olmasaydı, tarihteki bireysel ve toplumsal değişimleri, gerçekten ikna edici biçimde açıklayamazdık. Zaten bu yüzden Marx’ın toplumsal değişimi üretim ilişkileri-üretici güçler arasındaki gerilimle açıklaması, bir türlü gerçek açıklama olamamaktadır.
Örneğin bugün modern dünyada psikoterapi uygulamaları, insanlara maddi yaşam pratiklerine rağmen, belli ölçülerde bireysel değişim imkânı sunuyorlar. İnsanın kendi hayat macerasındaki kör noktaların bilincine varması sayesinde, o güne kadar mutsuz ve sıkıntı içinde geçen hayatını değiştirebilmesi mümkün hale gelebiliyor. Yine örneğin varoluşsal aydınlanma zamanlarında da fark ettiği hayatın hakikatinin yaydığı aydınlık sayesinde insan, sıradan, uyuşturucu, tüketici, kahredici bir hayatın boynuna ilmeği geçiriveriyor.
Aynı şekilde tarihin devrimci anları var. Böyle zamanlarda insanları zulmetten ve cahiliyetten kurtaran bir söz düşer yeryüzüne; ortalık aydınlanır, maddi yaşam pratiklerinin belirleyiciliği altında çürüyüp giden insanlar, toplu bir arınma ve yenilenme fırsatı yakalarlar. Çünkü aydınlanma getiren söz, onların kendilerine ve birbirlerine bakışlarını ve tutumlarını değiştiren yepyeni bir ahlak da getirmiştir. Söz ve ona bağlı oluşan ahlak, dünyayı değiştirir.
Marx, insanın özgürleşmesi ve insani varoluşun zenginleşmesi gibi katışıksız etik ve devrimci amaçlar için yola çıkmıştı; rasyonelliğin temellerini kolektif çabada görüyordu ama ego rasyonelliğinin ve bilincin çerçevesi dışına çıkma konusunda çok isteksizdi, derin psikolojiye karşı duyarsızdı. Sözünü ettiği etik ve devrimci amaçlar için bir tinsellik, ahlaki bir olgunlaşmanın gerektiğini görebiliyordu ama bir yandan “ilahi adalet”, “doğal hukuk” gibi kategorilerin kaynağında yabancılaşmanın bulunduğunu söylüyordu. Ahlaka gerek duymayan bir etik, “Tanrısız bir din peşindeydi” o; bu yüzden dini hem “halkın afyonu” hem de “ruhsuz bir dünyanın ruhu” olarak anlıyordu. Bir yandan topluma hükmeden aşkın bir ahlak vaaz ettiği için Proudhon’a olmadık sözler söyleyebilen Marx, bir yandan da para hırsına tapılan günlerde bile ahlaki cesaretleri, bitmeyen enerjileri ve tinsel üstünlükleri nedeniyle İngiliz fabrika müfettişlerine hayranlığını gizleyemiyordu.
Marx, maddi yaşam pratikleri ile dünya görüşleri arasındaki diyalektik ilişkinin ancak bir kısmını anlamış ama diğer kısmını anlamayı eksik bırakmıştı. Onu izleyen hemen tüm tilmizleri ise, gerçekliğe yalnızca onun bir kısmını anladığı yarım bir gözlükle baktılar; diğer kısmı ya hiç fark etmediler ya da bir an önce tasfiye edilmesi gereken bir eski zaman kalıntısı sandılar.
Ne ki E.P. Thompson ve R. Williams gibi tilmizler, Marksistlerin bu kavrayışlarında bir şeylerin yanlış gittiğini ilk önce görenlerdi; bu yüzden kültür ve sınıf kavramlarını tarihsel ve dinsel gelenekteki mücadeleleri katarak yeniden yorumladılar. Marx’a tinsellik katma uğraşı, şimdi oldukça kan kaybetmiş olan özgürlük teolojisi yanlılarınca sürdürüldü. Günümüzde, her ne kadar Marksist olduklarını açıkça söylemelerse de Avrupa işçi partilerinde bu damar hep canlı kaldı.
Bir İslam ülkesi olan Türkiye’de yaşayan aydınlar olarak biz, Marksist olalım olmayalım, maddi yaşam pratikleri ile dünya görüşü arasındaki diyalektik ilişkiyi çok iyi anlamalıyız. Bize ahlakın devrimci rolünü gerçekten kavratacak, bizi dünya hayatının zorbalıklarından koruyacak; iyilik ve adalet için mücadele azmimizi bilerken, püriten-moralistler, berbat muhafazakârlar olmamızı engelleyecek olan işte bu anlayıştır. Bu anlayış sayesinde, kimden gelirse gelsin zulme karşı siyasi mücadelenin zorunluluğu anlaşılabilecek; siyaset, iktidar, hırs ve çıkar için değil, yeryüzünde adaletin temini için bir araç haline gelebilecektir. Bu anlayış, aynı zamanda bilim ile inancı karşı karşıya getirilmekten kurtararak, teolojiyi mistifikasyon olmaktan çıkaracak ve onu özgürlükle kaynaştıracaktır.
‘İnsana emeğinden gayrısı yoktur’
Bu alt-başlık, Necm Suresi’nin 39. ayeti. Başlığı bir ayet olarak belirleme nedenimiz, insan, emek ve medeniyet üzerine dilimizin döndüğünce söz söylemek.
Ayetteki ‘sae (sa’y)’ sözü, tam olarak bugün verdiğimiz manada ‘emek’ ve ‘emekçi’yi karşılamıyor. ‘Yürüyüş’ manasının dışında ‘amel’ anlamına da geliyor. ‘Amel’i ‘bir amaca yönelik bedensel, psikolojik ve manevi tüm etkinliklerin toplamı’ (praksis) olarak tarif edebiliriz. İnsan olarak tüm yapıp etmelerimiz, her türlü çaba, gayret ve uğraşımız, amele karşılık geliyor. Bugünkü manasıyla ‘emek’, olsa olsa ‘amel’den bir cüz olabilir. İnsan emeğinin bu geniş manasını, yani ‘amel’i bilmeden yeni bir dünya pek mümkün görünmüyor.
Sol düşüncenin aslını esasını, Karl Marx’ın ‘insanın sosyal bilincini sosyal çevresinin belirlediği’ tezinin oluşturduğu kanaatindeyim. Yaşadığımız dünyaya şöyle bir bakıldığında bile, ‘bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür’ diyen Marx’ın bu fikrini haklı çıkaracak birçok olgu var. Bugün evrensel meta olan paranın dünyasında yaşıyoruz. Para, girdiği yerde yalnızca oyunun kurallarını değil, fakat aynı zamanda onu elinde bulunduranların yaşama ufkunu ve dünya görüşlerini de belirliyor. Maddi yaşam pratikleri, eninde sonunda gelip kendisini dayatıyor. İnsanların dünya hayatında benzer davranışlar göstermelerinde, ellerinde bulundurdukları mal-mülk, sermaye bariz biçimde etkili oluyor.
Ama her şey, bundan ibaret değil. Marx, gerçeğin yalnızca bir kısmını gördü, maddi yaşam pratikleri ile dünya görüşleri arasındaki diyalektik ilişkinin sadece bir veçhesine odaklandı. Oysa bir başka yan daha var. Marx, dine ‘ruhsuz bir dünyanın ruhu’ derken sanki bu yanı da sezdiğini ima ediyor ama o noktada kalıyor. Bu fikrini ilerletmek yerine, materyalist bakışına kurban veriyor; dinin ‘halkların afyonu olduğu’ tezinde konaklıyor.
Marx’ın kavrayışından kaçıp kurtulan insan-yaşam ilişkilerinin bu yanını görebilmek sahiden zor. Çok civamsı bir özellik taşıyor; onu ustaca avuçlarına almak yerine parmaklarıyla tutmaya kalkanların ellerinden kolayca kaçıveriyor. Bu yanı görebilmek için, insan emeğini, kol gücü, haydi yetmedi, artı zihinsel faaliyet ile sınırlayan bakışı aşabilmek, maneviyatın bunların üzerindeki kapsayıcı ve belirleyici etkisini idrak edebilmek gerekiyor. Maneviyatı, kol ve zihin emeğinin de üzerine yerleştirip düşündüğünüzde zaten, emeğe bakışınız da değişiyor. Emeğin anlamı genişliyor, öte dünyayı, ibadetleri ve ahlaki davranışı da kapsayacak bir biçime yani ‘amel’e dönüşüyor.
İnsan, yalnızca bilinci toplumsal çevresi tarafından belirlenen değil, daha temelde, ‘anlam veren, anlayan, inanan’ bir varlıktır. İnsanın anlaması, gerçeklik üzerinde bir farkındalık kazanması, onu maddi pratiklerin, doğal belirlenimlerin kıskacından kurtarır; özgürleşmesi için fırsat hazırlar, yaşama pratiklerini köklü bir biçimde değiştirebilme potansiyeliyle yükler. Eğer öyle olmasaydı, tarihteki bireysel ve toplumsal değişimleri, gerçekten ikna edici biçimde açıklayamazdık. Bu yüzden Marx’ın toplumsal değişimi üretim ilişkileri-üretici güçler arasındaki gerilimle açıklaması çoğumuzun aklına uygun düşmüyor.
Din, en nihayetinde dünya hayatına, içimizdeki ve dışımızdaki korkularımıza, varoluşumuza önce durup bakma, sonra gerekli değişiklikleri yapma bilincidir. Hem kadere (olana) rıza gösterme ama aynı anda mevcudu aşma gayreti, hem verilene razı olma ama aynı zamanda kula kulluğu asla kabullenmemenin direncidir.
Emeği amel olarak kavrayan, teslimiyetle mücadelenin birbirini tamamladıklarına inanan Müslümanlar, bu yüzden kendilerini bir medeniyetin, her daim yeni bir dünya azminin temsilcisi olarak görürler. Kol ve zihin gücüyle çalışmanın değerinin, kutsiyetinin farkındadırlar. Ama onunla yetinmezler. Çalışmayı simgeleyen arının adıyla anılan suredeki (Nahl) ayette (71) ifade edildiği gibi, rızkın adil bir biçimde dağılabileceğine inanırlar: ‘Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendilerini onlara eşit kılmazlar. Durum böyle iken Allah’ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?’
Çok kazananların hayatları nasıl birbirine benziyorsa fakirlerin hayatları da birbirlerine benzemeye meyyaldir doğru ama İslam’a göre insanın meyli sadece maddi pratiklerden köken almaz. Mesela Müslümanlar, Recep ayının ilk Cuma gecesine, ‘bir şeyi çok istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba harcamak’ manasındaki ‘Reğa-be’den mülhem ‘Regaip’ derler. Müspete olan manevi meylimize dayanarak dünyayı kazançları ne olursa olsun her insan için barış, kardeşlik ve esenlik diyarı haline getirmek isteyen bir medeniyet için amel ederler. ‘İnsana emeğinden gayrisi yoktur’ ayeti şöyle devam eder: ‘Çalışmasının, gayretinin, emeğinin, halis niyetlerinin karşılığı da ileride görülecektir. Sonra kendisine ödülü tam olarak verilecektir.’
İnsan, hala sosyal ilişkileri toplamı mı?
Bakmayın sızlanıp durduğumuza teknomedyatik dünyadan memnun olmalıyız ki, her geçen gün bu denizin diplerine doğru yol alıyoruz. Sanallık, en birinci gerçekliğimiz olmak üzere. Trenin, otomobilin, uçağın hayatımıza ilk girdikleri zamanlardaki gibi tepkiler veriyoruz, enformasyon teknolojilerindeki devasa gelişmeler, en açık olanlarımızda bile yenilik korkusuna yol açıyor. Yarın bu korkularımıza gülüp geçecek ya da bu hallerimizi unutup gideceğiz. Keşke korkmak yerine yaşadıklarımız üzerine kafa yorsak, şimdiki yeniliklerin öncekilerden çok farklı olduğunu anlayabilseydik.
Elbette ulaştırma teknolojilerindeki gelişmeler de psikolojimizi etkiledi ama teknomedyatik dünya, doğrudan doğruya insan ilişkisinin biçimini değiştirici, kimliğimizi inşa edici, psikolojimizi biçimlendirici bir niteliğe sahip… İnternette, siber alandaki insanlarla ilişkimiz, yüz yüze iletişiminden çok farklı. İnternet hayatlarımızda yaygınlaştıkça, sanallık da bizim için o kadar gerçek haline geliyor. Bu değişim üzerine kafa yormazsak, öyle savrulabiliriz ve düştüğümüz yerler öyle farklı olabilir ki…
Teknomedyatik dünya, modern uygarlığın imtiyaz hakkına sahip olan batıdan ortaya çıktı ama çok kısa sürede tüm her yere yayıldı. Biliyorum bir “siber sömürgecilik”ten, bir “büyük göz”ün her şeyi ve he yeri gördüğünden bahsediliyor ama kabul etmeliyiz ki, bugün yoksul güney ülkeleri haricinde tüm ülkeler, teknomedyatik dünyanın yalnızca tüketicileri değil üreticileri ve katkı sağlayıcıları konumunda. Ucuz iş gücü vs. gibi eski kavramlar da olan biteni tümüyle açıklamakta yetersiz kalıyorlar.
Teknomedyatik dünyadaki gelişmelerin insanlığın önünde büyük imkânlar açtığı doğru. Bilgi, önümüze o kadar çok ve hızla ulaşıyor ki, başlangıçta, teknomedyatik gelişmeleri anlayamayan kimileri, hayranlıkla, yaşadığımız zamanları “bilgi çağı” diye adlandırdılar. Öyle ya, görünüşte, geleneksel dünyanın büyük âlimleri bile, günümüzde ilkokul çocuğunun ulaştığı kadar bilgi akışına sahip değillerdi. Buna rağmen “bilgi çağı” sözü pek itibar görmedi çünkü bilgi ile ham verinin, enformasyon ile sahih bilmenin aynı olmadığı anlaşıldı. Teknomedyatik dünyanın imkânları sayesinde sadece uzaklar yakın olmakla kalmıyor, uzaktaki tecrübe ve bilgi de yanımıza, yamacımıza geliyor. Mesela çok zor ve karışık bir cerrahi operasyona, aynı anda şehirler hatta kıtalar arası bir ustanın müdahalesi söz konusu olabiliyor. Bunları inkârdan gelmek, bunlarda bit yeniği aramak saçma. Ama tüm bunlar olurken bizim ve ilişkilerimizin bambaşka çehrelere büründüğünü de kabul etmek zorundayız.
Birçok kişi, yenidünyanın insanda ve toplumda yaptığı değişim üzerine düşünüyor elbette. Bir aralar pek modaydı, post-modern toplum analizleriyle birlikte sadece modernliğin değil, değişmez diye bildiğimiz şeylerin de sonunun geldiğini ilan etmek. Beşerî bilimciler, birbiri peşi sıra ailenin, sanatın, toplumsalın, siyasetin, kamusal insanın sonunu getirdiler. Francis Fukuyama hızını alamadı, önce tarihin sonundan, sonra da insanın bitişinden ve insan-ötesi topluma girdiğimizden bahsetti. İnsan hakları ve demokrasi söylemelerinin sadece batının kendi iç çelişkilerinin ortaya çıkardığı, tüm insanlığa genellenemeyecek kavramlar olduğu son yaşananlarla birlikte iyice anlaşılınca demokrasinin de sonuna gelindiği dillendirilir oldu. Japon devleti ise daha fazla dayanamadı, geçenlerde sosyal bilimler fakültelerini desteklememe kararı aldı.
Beşerî bilimlerde bunlar olurken, psikolojide narsisizm teorileri doruk yaptı. Teknomedyatik dünyadaki insanın, gözünü akıllı telefonundan, kulağını sosyal medyayı takip etmekten ayıramayan hallerine baktığımızda ilk gördüğümüz narsisizm oluyordu. Yeni iletişim teknolojileriyle, insanların kendilerini yeni sunma biçimlerinde “narsisizm” etkilerini aramaya başladık. İnsanların kendilerini sunmakla bu kadar takıntılı biçimde ilgilenip uğraşmalarını, kişisel markalarını parlatma girişimi olarak yorumladık. Aceleyle “narsisizm çağı”, “egokrasi”, “egoloji çağı” etiketleri yapıştırdık.
Ben ise neler olduğundan tam emin değilim. Görüyorum elbette, kendini acayip biçimlerde sunma telaşında olan bencil ruhların ortalıkta tepinişlerini. Her gösteride olduğu gibi buralarda da narsisizm kol geziyor şüphesiz. Geçenlerde evlilik programlarında birinde ünlü sunucu, evlenme teklifi alan program katılımcısı bir hanıma, hayıflanarak “şöyle milyonların önünde bir evlenme teklifi alamadık” diye söylenmişti. Milyonlar bizi izlesin diyen ruh halinin motoruna yakıt şüphesiz narsisizmden gelir. Ama bunlar, gerçekten böbürlenme mi yoksa acı dolu çığlıklar mı emin olamıyorum. Anlamaya çalışıyorum; Marx’ın “İnsan sosyal ilişkileri toplamıdır” sözünde bir parça doğruluk payı varsa, sosyal medyadaki ilişkilerimiz de buna dâhil mi? gibi tuhaf soruları bir türlü kafamdan atamıyorum.
Artık biraz da siyaset konuşalım, dünyayı anlayamamanın ve varoluşlarının temeli olan gelenek düşmanlığının günümüz Marksistlerini nereye sürüklediğini ele alalım.
Ütopya çökmesi ve sınıf meselesinin unutulması
Thurow, 1990’larda epeyce meşhur bir ekonomistti. “Kıran Kırana” ve “Kapitalizmin Geleceği” kitapları dilimize de çevrilmiş, hatta kendisi de bir konferans için ülkemize gelmişti. Kapitalist dünya sisteminin nasıl işlediğine ve nereye doğru gittiğine odaklanıyordu. “Kapitalizmin Geleceği” kitabında bir Çin özdeyişi anlatıyordu, dünyamızın halini tarif edebilmek için: “Sudan çıkarılmış ve geri dönebilmek için çılgınca çırpınan bir balık gibiyiz. Balık böyle bir durumda bir sonraki hareketinin onu nereye götüreceğini sorgulamaz. Yalnızca o andaki durumunun dayanılmaz olduğunu ve başka bir şey denemek zorunda olduğunu hisseder…” Kuzey ve Güney ülkeleri arasındaki uçurumun, dünyadaki ve tek tek ülkelerdeki gelir adaletsizliğinin giderek açıldığı bir dünyanın nereye doğru gittiği üzerine fikirler geliştirmeye çalışıyordu.
Biz Türkiye’de vesayet sisteminin eğitim sisteminde yetişenler, liberalizm ile demokrasi arasındaki büyük farkı pek görmüyoruz, birbirlerinin olmazsa olmazları gibi düşünüyoruz. Bugün, kendilerinin dışındaki toplumlara demokrasiyi reva görmeyen İslamofobik batılılar, bizden beter durumdalar ama 20 yıl önce hiç değilse akademik çevrelerde, liberalizm ve demokrasi arasındaki ilişki ve çelişkileri konuşabiliyorlardı. Liberalizmin bireye, girişime ve çıkara, demokrasinin ise ister istemez topluma, dayanışmaya ve kolektif organizasyona dayandığı, ilk bakışta bile görülebilen farklılıklardı. Thurow’un görüşleri de liberalizm ve demokrasi tartışmalarının fideliğinde şekillenmişti.
“Komünizmle kapitalizm arasındaki ekonomik rekabet artık sona erdi; ancak şimdi kapitalizmin iki ayrı biçimi arasındaki yeni bir yarış ufukta göründü… Bireyci Anglo-Sakson İngiliz-Amerikan kapitalizmi, Alman ve Japonların komüncü kapitalizm anlayışıyla karşı karşıya kalacaktır” diyen Thurow, ‘Kıran Kırana’da uzun uzun Japonya, Amerika ve Avrupa arasındaki ekonomik savaşı anlatıyordu. “Amerika ve İngiltere, bireyci değerleri yüceltir; parlak iş adamları, Nobel ödülü sahipleri, ayrıcalıklı ücretler, bireysel sorumluluk, işten atma ve ayrılma kolaylığı, kar artışı, şirketler arasındaki düşmanca birleşmeler ve devralmalar; onların kahramanları ‘yalnız kovboy’dur. Buna karşılık Almanya ve Japonya, komüncü değerleri yüceltir; iş grupları, sosyal sorumluluk, ekip çalışması, mutlak sadakat, endüstri stratejileri ve büyümeyi teşvik eden etkin sanayi politikaları. Anglo-Sakson firmaları kar artışı gözetir; Japon şirketleri ‘stratejik yarış’ diye bilinen oyunu oynarlar. Amerikalılar, ‘tüketim ekonomisi’ne inanır; Japonlar ‘üretim ekonomisi’ne…” Avrupa Birliği ve Japonya’daki komünal kapitalizmin kazanmasından yanaydı.
Ona göre her özelleştirme, insanları işsiz bırakmak zorundaydı. Ekonomideki gerçek başarı, yetenek, eğitim ve bilgiye yapılacak sosyal yatırımla ortaya çıkacaktı, yani parayı nasıl harcayacağınız çok önemliydi. Serbest ticaret alanları, eninde sonunda kaybolacak buna karşılık ülkelerin birbirini desteklediği, Brüksel’de toplanan parayla İspanya’nın otoyolunun yapıldığı Avrupa modeli gibi modeller başarılı olacaktı.
Şüphesiz Thurow’un görüşlerindeki felsefi derinliği dikkate almazsak geçen 20 yılda ortaya çıkan olguların onu doğrulamadığı sonucuna varabiliriz. Bırakın kazanmayı, Almanya ve Japonya da Amerikancı bireysel kapitalizmin yolunu takip etmeye başladılar. Ama ben Thurow’un söylediklerini hiç ülke ekonomileri arasındaki bir rekabet perspektifinden görmedim. Onun “kıran kırana” dediği kavga, aslında, kolektif aklın temsilcisi demokratik devlet ile bireysel ihtirasın temsilcisi dev tekelci şirketler arasında diye düşündüm. Savunduğu komünal kapitalizmi, kolektif aklın ve demokratik devletin üretimde değil paylaşımda ekonomiye müdahalesi olarak değerlendirdim ve hak verdim. Daha adil ve demokrasinin gerçekten değerli ve işlevsel olduğu bir dünyada, serbest piyasaya hiçbir şekilde karışmayan devlet, paylaşımda müdahil olmak, haksızlıkların önüne geçmek durumundaydı. Ne ki sadece karlarını artırmayı düşünen tekelciler buna izin vermezdi.
Halen bu kıran kırana kavga dünya ölçeğinde sürüyor ve bölgesel ve konjonktürel görülen gerilimlerin asıl nedenini oluşturuyor. Şimdilik bireysel kapitalizm önde gidiyor gibi ama nihai kazanan henüz belli değil. Sizce, kolektif aklın temsilcisi demokratik devletleri geriletmeye, dünyada kaosu artırmaya çalışanlar, kime hizmet ediyorlar, bu durumda? Bakalım.
“Evvel zaman solcuları görünüşte de olsa halktan yanaydı. Sözlerini nispeten makul kılan şey, ezilenlerin tarafında olduklarını söylemeleri, emperyalizme karşı mazlum milletlerin mücadelesinden yana saf tutmalarıydı. Berlin Duvarı ve Sosyalist Blok ile birlikte onların devleti “egemen sınıfların baskı aygıtı” olarak gören tezleri de yıkıldı. Tamam, başlı başına amaç haline getirmenin, kutsallaştırmanın âlemi yoktu ama devletin büsbütün egemenlere ait olduğu kabul edilebilir değildi. Sermayenin uluslararasılaşması, kapitalizmin tüm dünyayı kapsaması sürecinin tamamlanması, devletler sistemi ile finans kapitalin saf egemenlik arzusu arasındaki gerilimi iyice görünür kıldı. Kıran kırana kavga, aslında bu ikisi arasındaydı. Karl Marx, sadece Nietzsche’ye değil Hegel’e de kaybetmişti. Devletin egemen sınıfın temsilcisi değil kolektif aklın tezahürü olduğu fikri, daha gerçeğe yakındı. Evvel zaman solcularının kimisi, kaybettiklerini anlayıp bilerek ve isteyerek kimisi de olanı biteni asla anlamaksızın tamamen eski tepki verme refleksleriyle devlete karşı en zenginlerin safına yerleştiler…
Bu söylediklerimizi dünya sistemini, siyasette ve toplumda olup bitenleri değerlendirirken çokça yararlandığım Zygmunt Bauman’ın analizinden yola çıkararak da destekleyebiliriz.
- ve 19. Yüzyılın belirleyici dönüşümlerini özetleyen Max Weber’in vardığı sonuca göre, modern kapitalizmin doğuş anı, işletmenin haneden kopmasıydı. Modern toplumu oluşturan büyük dönüşümdeki birinci kopuş böylece başladı. 19. Yüzyıl, mücadeleler sonucunda sendikaların yaygınlaştığı, kapitalizmin acımasız bir kar hırsıyla, çalışanlara hayatı zindan eden uygulamalarına kısıtlamalar getirmeye, çeki düzen vermeye girişilen bir çağ oldu. Devlet ve hukuk aracılığıyla, çocuk emeği yasaklandı, çalışma saatleri kısaltıldı, güvenlikle ve hijyenle ilgili düzenlemeler yapıldı. Zayıfları güçlülere karşı korumaya gayret edildi.
“Bugün içinden geçtiğimiz süreç, ‘Büyük Kopuşun ikinci perdesidir.’ Sermaye, ulus-devletin başvurduğu hukuki/ahlaki gardiyanlığın çok daha kısıtlayıcı, eziyetli ve rahatsız edici çerçevesinden, yeni bir ‘tarafsız bölge’ye, yani varsa bile çok az kuralın ticari girişimlerin özgürlüğünü sınırladığı, kısıtladığı veya engel olduğu bir alana kaçmayı başarmıştır. Yeni (küresel) işletmelerin göç ettiği yeni alan, son iki yüz yılın standartlarıyla değerlendirildiğinde gerçek anlamda sınırlar üstü bir alandır… Tarih kendisini tekrarlamaktadır fakat bu sefer çok daha geniş bir ölçekte tekrar etmektedir. İş dünyasının politik ve ahlaki denetimden kurtulmasıyla açığa çıkması ve büyümesi muhtemel sefalet ve perişanlık da tekrar etmektedir… Bir kez daha iş dünyası kendisini yerel bağlardan (bu sefer hanelerden değil ulus-devletlerden) kurtarmıştır. Bir kez daha kendisine, kendi kurallarını nerdeyse tamamen özgürce koyabileceği ‘sınırlar ötesi bir bölge’ oluşturmuştur. Görünüşe göre egemen ulus-devletlerin temsil ettiği mevcut eski rejim,… demokratik denetimden kaçan iş dünyasını bırakın durdurmayı yavaşlatmakta dahi acizleşmektedir” (“Kuşatılmış Toplum”, Çev. A. E. Pilgir, Ayrıntı Yay. 2018).
Zygmunt Bauman, 2002’de “Kuşatılmış Toplum” kitabını yazdığı sırada, ulus-devletin iş dünyası karşısında hayli zor durumda bulunduğu hem yukarıdan hem aşağıdan sıkıştırıldığı kanaatindedir. Şunları söyler: “Masao Miyoshi’nin yakın dönemin küresel gelişmelerini taradıktan sonra belirtiği üzere, ulus-devletler ‘artık işlemez durumdadır; bütünüyle ulus-üstü şirketlerin eline geçmişlerdir.’ Ulus-üstü şirketler de ‘milliyetçi yüklerden kurtulmuşlardır… Küresel ölçekte seyahat etmekte, iletişim kurmakta, insan, bitki, bilgi, teknoloji, para ve kaynak aktarımı yapmaktadırlar. Faaliyetleri mesafeleri aşmaktadır. Her yerde yabancı ve dışarıdan kişiler olmayı sürdürmekte, sadece üyesi oldukları kulüplere bağlı olmaktadırlar…
İnsan yaşamına etki eden koşulları yaratıp yıkma, değiştirip biçimlendirme gücü, ulus-devletlerin kontrol küllerini terk etmiş, devletin egemenlik sınırlarının ve egemenliğinin ulaşabileceği yerlerin ötesine taşınmıştır. Serbestçe dolaşan, sınırları aşan, ulus-üstü (veya kendisine biçtiği pohpohlayıcı tabirle ‘çok-kültürlü’), yeni bir seçkinler topluluğunun güvenli evrak çantaları içine kilitlenmiştir” (sayfa 318-319).
Bu tespitleri yapan Bauman’ın yeni küresel seçkinlerle ilgili söyledikleri de çok öğreticidir: “Yeni küresel seçkinler, genelde fiziksel olarak fakat her zaman ruhsal anlamda akış halinde, kayakta ve sörftedirler… Onlar da sahipleri gibi sınırların ötesindedir… Küresel seçkinler çoğunlukla birbirleriyle karşılaşır ağırlıkla birbirleriyle iletişim kurarlar… Çok-kültürlülük, çok seslilik, melezlik, kozmopolitanizm küresel seçkinlerin çeşitlilikle birlikte gelen bu tuhaf deneyimi kavrayıp ortak bir yaşam tarzının yekpare yüzeyi üzerinde açılmış sayısız küçük çiziklermiş veya her ortak dilin kolayca doğal karşılayacağı aksan ve üslup farklılıklarıymış gibi kullandıkları parıltılı sözlerdir… Küresel seçkinlerin tahayyülü, tıpkı yaşamları ve davranışları gibi, bağlantısız ve kopuktur. Bırakın yerel sınırlara bağlı olmayı, kök salmayı ve bu sınırlarla çevrelenmeyi, beli bir toprak parçasıyla ilişkisi dahi yoktur. Değişmezlik, dayanıklılık, büyüklük, katılık ve kalıcılık, yerleşik zihniyetin tüm bu üstün erdemleri tamamen değersizleşmiş, net bir şekilde olumsuz bir anlam kazanmıştır… Mekânsal ilişkilerin değersizleşmesi ve her türlü kesinliğe duyulan öfke, kendisini ‘toplum’a duyulan yeni güvensizlikte ve insanların ortak veya bireysel düzlemde yaşadığı tüm sorunlara toplumun tamamını bağlayan, toplumu öne çıkaran, toplumun ön ayak olduğu çözüm önerilerine beslenen kızgınlıkta açığa vurmaktadır. Umutlar ve düşler başka bir yere gitmişlerdir; onlara toplumsal limanlardan uzak durmaları, demirlerini asla oralara atmamaları söylenmiştir” (sayfa 320-323)…
Bauman’ın yeni küresel seçkinler için bu çarpıcı cümleleri, neden bazı aydınımsıların “vatan”, “millet”, “büyük Türkiye” “bir olalım, iri olalım” gibi sözler karşısında adeta cereyana kapılmış gibi hissettiklerini ne güzel ifade ediyor! Bu bilgece cümleler, aynı zamanda kolektif bağlayıcı nitelikleri olan bu değerlerden uzaklaşan, kendisini bir markayla, bir ünlüyle, bir kült ve moda bir yaşam tarzıyla özdeşleştiren gençlerimizin milli ve yerli his ve sorumluluklardan uzak düşme ihtimalinin ipuçlarını da veriyor.
2002’de devletin şirketler karşındaki hali konusunda hayli umutsuz olan Bauman, 2017’de vefat etmeden önce yazdığı son kitabı “Retrotopya”da leviathan dediği devletin iflas ettiği sonucuna ulaşıyor. Artık Thomas Hobbes’a “Leviathan”ı yazdıran, insanın insana kurtluk ettiği, devletin henüz ortalıkta görünmediği ama ısrarla arandığı zamanlara benziyoruz, Bauman’a göre. Leviathan-öncesi bu zamanların ortak görünümlerinden birisi yükselen kabileciliktir. Diğer iki temel görünüm ise eski eşitsizlik zamanlarına ve ana rahmine dönüş…
Hem kapitalist ülkelerde hem dünya çapında eşitsizlik, hangi ölçütlerle ele alınırsa alınsın giderek büyüyor. En zengin %1’lik kesim (bazıları artık %0,5’ten hatta binde 1’den bahsediyor) ile toplumun geri kalanı arasındaki makas her geçen gün daha çok açılıyor. ABD’de en zengin 160 bin hane, daha yoksul 145 milyon hanenin sahip olduğuna eşit bir sermayeyi kontrol ederken küresel ölçekte 3,5 milyar insana toplam servetin sadece %1’i düşüyor, ki bu en zengin 85 kişinin serveti sadece… Yaşam politikası borsasında bir zamanlar pek moda olan “sosyal sermaye” hiçbir işe yaramıyor, kerameti kendinden menkullük, bencillik ve anti-sosyallik prim yapıyor.
Umudun özelleştiği, kişisel beklentilerin dünyadan koptuğu dünyamızda insanlar artık geçmiş zamanları özlemeye başladılar. Yalnızlığın ve yalnızlık korkusunun pençesindeki insanlar hem etkili bir narsist olmak istiyorlar hem de karşılarındaki narsisti etkisiz hale getirmek… Bir yanda her şeye ulaşmanın mümkün olduğu hayali diğer yanda her şeyi bir anda kaybetmenin korkusuyla yaşıyorlar. Yorgun ve bezginler; ana rahminde erişilen bir nirvana düşü ayakta tutuyor onları…
Adaletten ve toplumdan yana olanlar, (eleştirelliklerini sürdürmek kaydıyla) kolektif aklın temsilcisi olan devletten yana tavır koyarken Marksist Sol’un despotizme karşı çıkma adına aslında tekelci burjuvazinin sınıfsal tavrına savrulma nedeni işte bu süreçte gizli.
Marksist Sol’daki bu müthiş, hatta inanılmaz değişimin elbette birçok nedeni var ama bana göre en büyük müsebbibi, ütopyanın çöküşü. Dünyayı iki kutuplu hale getirecek kadar güçlü olan sosyalizm, bir anda gözden kayboldu gitti. Marksistlerin “saçma”ya doğru sürüklenişlerinde, teknolojiye ve onunla birlikte ortaya çıkan yenidünyaya böylesine kolayca biat etmelerinde sosyalist ütopyanın bir anda darmadağın olmasının getirdiği hayal kırıklığının payı büyük olmalı.
Teknoloji düşmanı değilim, teknofobiye ve yenilik korkusuna karşıyım ama aynı ölçüde teknolojinin insanın ve değerlerin denetimini hiçe sayarak yüceltilmesine de… Bu düşüncelerim inancımdan köken alıyor: “And olsun ki Biz, insanları mükerrem/haysiyetli kıldık. Onları, karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel rızıklar verdik; onları, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık” (İsra, 17/70). Mükerrem olmak demek, Allah’ın halifesi olarak yeryüzünü yönetmek (Bakara, 2/30); arzda, arzı imar etmek için var olmak (Hud, 11/61) demektir. Allah’ın eliyle (Sad, 38/75) yarattığı varlık demektir. Göklerin ve yerin çekemediği ağır yükü sırtlanmak; ilahî emaneti yüklenmek demektir (Ahzab, 33/72). Göklerde ve yerde bulunan her şeyin ilahî bir rahmet olarak insana verilmesi, her şeyin onun emrine müsahhar kılınması demektir (Casiye, 45/13). Ahsen-i takvim sırrına ermek demektir (Tin, 95/4). Allah’ın topraktan yaratıp kendi ruhundan nefh ederek (Hicr, 15/29; Secde, 32/9) onurlandırdığı varlık olmak demektir.
Bu ilahi esinlerden düşünceleri beslenen Müslümanlar, “insan-sonrası” fikriyatının tahribatı karşısında sesiz kalamazlar. “İnsan Doğasının Geleceği” adlı yapıtında günümüzün biyo-teknolojik ve genetik gelişmelerinin insan doğasının geleceği üzerinde nasıl bir etki yaratacağını konu edinen Jürgen Habermas’ı aşan bir sorumlulukla düşünüp taşınmalılar.
Dünya yeni devrimcilerini bekliyor!
Ne heyecan verici günlerden geçiyoruz! Tam tarih felsefesiyle, “ebedi deveran”, “yüzyılda bir gelen yeniden başlama”, hatta “asrın mücedditliği” gibi kavramlarla ilgilenme zamanı. Uzatmayayım, neredeyse tıpatıp yüzyıl öncesine benziyor dünyamız, ülkemiz. Birinci Dünya Savaşı, 1917 Ekim Devrimi, 1919 İstiklal Mücadelesi geliyor aklımıza neyi düşünsek. Dünya yenilenmeye, yeni bir söze; devletimiz baştan aşağı yeni bir sözleşmeyle restorasyona ihtiyaç duyuyor.
Artık eski dünyanın kavramları hiçbir işe yaramıyor, içleri boşaldı, muhtevaları kalmadı, pörsüdüler. Yeni dünyaya, yeni kavramlar gerekli. Toshiko İzutsu, Kur’anı Kerim’in nazil olmasıyla birlikte zamanın Arapçasındaki temel kavramların nasıl baş aşağı edildiğini anlatır. Nasıl yüzyıl öncesinin devrimci öncüleri “emperyalizm”, “devlet”, “devrim”, “cumhuriyet”, “demokrasi” gibi kavramlara yepyeni içerikler kazandırmışlarsa şimdi yeni dünyadan yana olan aydınlar da kolları sıvamalı.
Yeni dünya, eski dünyanın kavramlarıyla kurulmuyor; eskinin devlet (siyasi toplum), sivil toplum, devrim gibi temel kavramları hiçbir işe yaramıyor. Örneğin bugün devrimi, “ezilen sınıfın iktidar için egemen sınıfla iç savaşı” diye tanımlarsak daha baştan kaybederiz. Devrim; toplumun adaletsizlikten bıkmış kahir ekseriyetinin taleplerinin barışçı bir siyasetle devlet aklına dönüşmesi olabilir olsa olsa. Örneğin devletle siyaseti, “kamusal”ı, “toplumsal”ı bir ve aynı gören eski anlayışla hiçbir adım atamayız, zira bu kavramların her birinin oldukça farklı anlam öbekleri var artık ve bu anlam öbeklerinin en üstünde de yepyeni bir anlama kavuşmuş “siyaset” bulunuyor. “Devlet”le başlayalım.
Doğu toplumlarını ele alışında bariz bir etnosentrizme düşmüş; çevre sorunlarını zerre kadar olsun fark edememiş olan Marx, dini olduğu gibi devleti değerlendirirken de yanılmıştır. Lenin ise ’Devlet ve İhtilal’de egemen sınıfın baskı aygıtı” şeklinde berbat bir minyatürleşmeye giderek Marx’ın devlete hatalı bakışını doruğa çıkartmıştır. Lenin, devleti hatalı değerlendirmesinin doğal sonucu olarak emperyalizmi değerlendirmesinde siyasete hiç yer vermeyen bir ekonomizme batmıştır. Bizzat devrimler tarihi, Marx’ın ve Lenin’in yanılgılarını açık biçimde görebileceğimiz bir aynadır.
Devlet, egemen sınıfların baskı aygıtı olarak değil, toplumsal tin’in organizasyon yeteneğinin somutlaşmasıdır. Devlet ve sivil toplum birbirinden kesin hatlarla ayrı olamaz; bireyin olduğu gibi toplumun da varlığını koruyan, ona bir yaşama stili kazandıran bir ruhu, aklı vardır. Toplumun kolektif aklından kaynaklanan organizasyonel yetenekleri, bir hukuk ve adalet tanımı gereğince, “gücü meşru kullanma yetkisi”ni örgütleyebildiğinde devlet ortaya çıkar.
Toplum, bu yetkiyi devlete, despotik, devletçi (etatist), liberal, korporatist, sosyalist vs. biçimlerde kullanacak biçimde devredebilir. Son tahlilde devletin yapısını ve işleyişini bizzat toplumun kendisi belirler yani kutlu sözde belirtildiği gibi “Hak ettiğiniz biçimde yönetilirsiniz!”.
Devlet-toplum ilişkisinin bu nitelikleri özellikle toplumun karşılaştığı felaket zamanlarında kendisini açıkça belli eder. Mesela ülkemizdeki 17 Ağustos büyük deprem felaketinde, yalnızca devletin değil toplumumuzun organizasyonel yeteneklerinin, pek de iyi bir durumda olmadığı ortaya çıkmışken geçenlerde çok daha büyük bir felaketle karşılaşmış Japonya, dünyaya parmak ısırtmıştır. Organizasyonel yetenekleri iyi olmayan toplumumuz, olanca dayanışmacı ve fedakarane hasletlerine rağmen, 17 Ağustosta büyük bir felaket karşısında, hızla zararı en aza indirecek yolları bulmakta güçlük çekmiştir. Deprem sırasında, toplum ve devlet olarak, elimizden geleni yapmış olsak da, nedenleri uzun yıllar öncesine sarkan kötü bir sınav verdiğimiz tartışmasızdır. Devletin olduğu kadar sivil toplumun da bu kötü sınav da katkıları vardır. Sorunların çözümüne, devlet ve toplum olarak bir felaketle karşılaştığımızda, organize tavır alabilme yeteneğimizin kısıtlı olduğunu kabul ederek başlamalıyız. Devlet-toplum ilişkisi zayıf olunca, ekonomik olarak palazlanmış sınıflar da kamusal ve toplumsal olandan kaçmakta, adaletsizlik yaygınlaşmakta “kamusal adalet” yerine “bireysel yardımseverlik” hisleri ikame edilmeye çalışılmaktadır.
Nasıl bir siyasi perspektife sahip olursak olalım, bugün, bir toplum tasavvuru geliştirebilmek için yapmamız gerekenlerden birisi de, aza kanaat getiren çalışkan-adil devlet memurunun şahsında simgelenen “adalet”i mi yoksa ekonomik egemen sınıfın “yardımseverlik” duygularını mı esas alacağımıza karar vermektir. Dünya görüşlerinin mihenk noktası, artık burasıdır. Siyaset teorisindeki tartışmalardan da aşinayız ki günümüzde pekala sosyalist-liberal ya da dindar-demokrat gibi önceleri yan yana getirilemeyen bakışlara bir arada sahip olmak mümkündür. Çünkü dünya görüşünün mihenk noktası, siyasi ideoloji olmaktan çıkmıştır; karar vermeniz gereken adalet arayışından türeyen toplumun ortak aklından mı, yoksa toplumu girişimciliğini özgürce kullanan ekonomik egemen çevrenin yardımsever kollarına bırakmaktan mı yana olduğunuzdur.
Ben tavrımı bir kez daha söylüyorum: Toplumun kendi yapısına ve taleplerine göre biçimlendirdiğini düşündüğüm devletin, yine toplumun değişen yapısına ve taleplerine göre restorasyonundan yanayım. Nasıl bir restorasyon programının yürürlüğe konulacağını da son tahlilde toplumsal dinamikler belirleyecektir. Elbette birçok başka ahlaki erdem gibi yardımseverliği de önemsiyorum; yardımseverlik, toplumun kendi yaralarını sarabilmesinin, dayanışmanın temel gücüdür; lakin “bireysel” ve “toplumsal”a aittir. Devlet, kendisini “yardımseverlik” kavramı çerçevesinde konumlandıramaz; adaletinin teminini esas alır. Adalet ise, tüm diğer erdemlerin önündedir ve kamusal alana aittir; temininden doğrudan doğruya devlet sorumludur. Adalet olmaksızın diğer erdemler hayat bulup gelişemeyecekleri gibi adil olmayan ellerde, öteki birçok erdem gibi yardımseverlik de her an karşıt bir içeriğe bürünebilir. Devletin genelin, kamusal ve toplumsal olanın çıkarlarına hizmet eden işleyişine saldırıya geçmediği sürece, ekonomik egemen çevreyle, serbest piyasayla da bir alıp veremediğim yok.
Devleti ontolojik olarak savunuyorum, bu her türlü devlet işleyişini savunduğum anlamına gelmiyor. Bu devlet anlayışım, devleti kendisinin bilip benimsediği için gerektiğinde milletçe devrimci bir ayağa kalkışla restorasyon mücadelesine de her zaman yer tanıyor. Ama yok yere “devlet”-“sivil toplum” ayrımı yaratıp, sivil toplumu kutsallaştırıp onun adına devlete savaş açmaya çalışırsak, son tahlilde çıkarlarını maksimize etme amacından hiç vazgeçmeyen ekonomik egemen çevrenin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işlevimiz olamayacağını, insanlığın dayanışmacı bir ruhla ürettiği tüm değerlere de bu arada saldırmış sayılacağımızı söylemek istiyorum.
Kaynak: Hece Dergisi, Karl Marx Özel Sayısı, Mayıs 2019/270-271-272/ 2. Cilt. S.1111-1125.