Militan ateizm ve DAEŞ
Müslümanların seküler modern dünyanın “öteki”si haline gelmesinin Batılı bilinç için arzu edilir olmasının bir nedeni de, bu sayede, kendi kimlik çatışmasının önüne geçebilecek bir imkân ortaya çıkması. Sözünü ettiğimiz kimlik çatışması, kimliğin inanç unsuruyla ilgili. Modernliğin sıkıntıları sayılırken çoğu kere batılı düşünürlerin gözden kaçırdıkları, kim bilir belki de sakladıkları bir unsur bu.
Batı toplumu üzerine yoğun biçimde düşünce mesaisi sarf eden ve modernlikle birlikte insanın önceki kozmik düzenden ve ahlaki ufuklardan kopmasının sonuçlarını derinlikli biçimde analiz etmeye çalışan bir düşünür var, Charles Taylor. Taylor, modernliğe egemen olan ve toplumsal tahayyülde yer etmiş bulunan üç temel sıkıntı olduğu kanaatinde. Bunların ilki, birçoklarının “maneviyat krizi” diye ele aldığı anlam yitimi yani ahlaki ufkun kararması, ikincisi araçsal akıl karşısında amaçların ve ortak iyinin gölgede kalması, üçüncüsü ise sanılanın aksine, özgürlüklerin artmayıp kaybolmaya başlamasıdır. Bunların hepsinin de kökeninde bireycilik bulunuyor. Birey ve rasyonalite, modernliğin en büyük kazanımı aynı zamanda… Geleneksel toplumlardan farklı olarak modern zamanlarda insanlar, kendi yaşam tarzlarını saptama, inançlarını bilinçli olarak seçme konusunda tercih hakkına sahipler ve göründüğü kadarıyla bu haklarından feragat etmek isteyen kimse de yok.
Taylor, farkında mı bilmiyorum ama derindeki asıl açmazı görmek isterken, bizim sözünü etmeye çalıştığımız yüzeyde bariz olarak görünen derdi gizliyor. Dert, çok açık: Batı toplumu hızla dinden uzaklaşıyor, birçok ülkede ateizm şöyle ya da böyle birinci din haline gelmiş vaziyette. Üstelik bu yeni dinin(!) inananları aydınlanmanın despotizmini bile yeterli görmüyorlar, bizatihi inançların ortadan kaldırılması için savaşılması gerektiğini söylüyorlar. Richard Dawkins gibilerin nezdinde, Lenin’in militan materyalizminden daha şedit biçimde yükselen, bilimsel çabadan ideolojiye dönmüş, saldırgan bir evrimcilik söz konusu. Daha önceleri eleştiri oklarını Hıristiyanlık başta olmak üzere “Kutsal”a inanan herkese yönelten ideolojik evrimci saldırganlar, Müslümanlar, modernliğin ötekisi haline geldiğinden beri artık tek bir hedefe, İslamiyet’e odaklanmış durumdalar. Hal böyle olunca, İslamiyet ötekileştirilip, ona saldırıldıkça, Batı kimliğinin iç gerilimi rahatlamış, Hıristiyanlık ehveni şer duruma yükselmiş oluyor. İster istemez, “Kutsal inancının hiçbiri işe yaramaz ama ille de bir inanca sahip olacaksanız, bunların içinde en iyisi, barışçıl ve bireysel olanı Hıristiyanlıktır” anlayışı öne çıkıyor.
Eğri oturup doğru konuşalım; tüm bu manevralar, İslamofobi ve ikiz kardeşi Daeş’in sayesinde uygulama imkânı bulabiliyor. Hıristiyanlık, kendi propaganda imkânlarının yüz katını kullansa, böyle bir fikrin yayılmasını asla temin edemezdi.
Mutlaka araştırılması gereken bir konu da, Daeş öncesi Batı’da genç Müslümanların konumu. Batı’da, özellikle bir göçmen ülkesi olarak bilinen ve banliyöleri eski sömürgelerinden gelmiş Müslüman göçmenlerle dolu Fransa’da gençlik hareketleri nasıl bir manzara sergiliyordu? Ekim 2005 Paris Ayaklaması’nı hatırlayalım. 27 Ekim 2005 akşamı, kimlik kontrolü yapan polis tarafından kovalanırken yüksek gerilim trafosuna sığınıp elektrik çarpması sonucu Kuzey Afrikalı 15 ve 17 yaşlarında iki gencin ölümü ve 17 yaşındaki bir gencin ağır yaralanmasının ardından Fransa’da bir ayaklanma başlamıştı. Olaylar sırasında bir camiye gaz bombası atılması ve Fransa İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy’nin olaylara karışanları “ayaktakımı” diye nitelemesi gerilimi iyice tırmandırmış, Paris’in Kuzey Afrikalı göçmen azınlığın yoğun olarak yaşadığı semtlerinde büyük kargaşaya neden olmuştu. Manzara böyleydi ve dünya kamuoyu bu manzaranın nedenlerini konuşmaya hazırlanıyor ve sağduyulu insanlar, büyük ölçüde göçmenleri haklı görüyordu. Lakin yükselen İslamofobi ve Müslüman kılığına girmiş şiddetin tırmanması, görünümü köklü bir şekilde değiştirdi. Charlie Hebdo Katliamı başta olmak üzere, Fransa’nın kendi içindeki terör saldırıları, dünya demokratik kamuoyunun Fransız yöneticilerin yanında yer almasına neden oldu. Artık kimse Müslüman göçmenlerin durumuyla ilgilenmez hale geldi. Müslümanlara yönelik saldırılar, inanılmaz bir artış gösterdi. Irkçı partinin iktidarı ele geçirmesine ramak kaldı.
Sağduyunun, mutedil olmanın, hoşgörü ve merhametin giderek ortadan kalktığı bu şartlardan daha mümbit bir ortam olabilir mi radikalizm ve fanatizm için?.. Araştırmalar, İslamofobinin artışıyla birlikte, Avrupa’dan, özellikle haklarından mahrum edilmiş, toplumun bir parçası olamamış, eşit şanslar sunulmamış, söz hakkı bulamamış genç Müslümanların Daeş’e katıldıklarını gösteriyor. Hal böyleyken ne denir bilemiyorum. En iyisi, aklıma mukayyet olmak için daha fazla çabalamak…
Kaynak: Yeni Şafak