Militan ezoterik yapı olarak FETÖ’nün psikolojik değerlendirmesi
Sapkın dini-siyasi düşünceyi ele almada sorunlar
Dini ve siyasi yapılarda zaman zaman boy gösteren, gündelik yaşamın akışıyla uyum içinde olmayan, olağan düşünce işleyişine göre inanılması mümkün olmayan iddialar içeren düşünceler ve bu düşüncelerin sahipleri, her zaman bilim dünyasının dikkatini çekmiş ve anlaşılmaya çalışılmışlardır. Psikolojik bilimler ve özellikle psikolojik rahatsızlıklarla ilgilenen bir tıp dalı olan psikiyatri, etik kısıtlılıkları nedeniyle bu konularda kamuya açık bilgi üretmekten çekinmiş, kendisini ancak klinik tabloları açıklamakla mükellef hissetmiştir. Ama yine de bu tabloları adlandırma ve açıklama girişimleri, az değildir.
Bunlardan birisi, Beyaz Saray danışmanlarından siyaset bilimci Robert S. Robins ve uzun yıllar çalıştığı CIA’de Kişilik Analizi ve Politik Davranış Merkezi’nin kurucusu olan Dr. Jerrold M. Post, ‘Politik Paranoya: Nefretin Psikopolitiği’ kitabıdır. Biz bu kitabı ve politik paranoya kavramlaştırmasını bilimsel olmadığı gerekçesiyle eleştirdik.
Bireyin yakalanabileceği psikiyatrik bir hastalık olan paranoya, adı geçen kitabın yazarlarına göre aynı zamanda en entelektüel ve politik ruhsal rahatsızlık olarak görülüyordu. Tarihin en kanlı çağı, bizim çağımız; sebebi de yazarlarca ‘politik paranoya’ olarak ilan ediliyordu.
Kitabın başında demokratik toplumlarda da paranoid lider olabileceğinden bahisle Richard Nixon’ın kişiliğinden örnek verilerek önyargılı olmadıkları gösterilmeye çalışılıyor. Arkasından sağanak başlıyor: Her türlü suçu büyük şeytan Amerika’ya bağlayan İranlılar, bir kuşatılma zihniyeti içinde kıvranan İsrailliler, ABD’ye karşı abartılı korkular taşıyan Meksikalılar, Afrika kökenli Amerikalılar arasında yaygın beyaz düşmanlığı ve komplo kuşkusu… Jim Jones’un 912 kişiyi birden toplu intihara sürüklemesi, Kıyamet çiftliğinin mesihi David Koresh, toplu suikastlar yapan Japon Aum Üstün Gerçek Örgütü: Yeni dinler kılığına girmiş, eylemci bir örgütün içine yerleşerek politize olmuş ve şiddete yol açmış paranoya biçimleri… Müslüman, Yahudi, Hıristiyan ve Sih örnekleriyle Tanrı adına öldürenler yani paranoyanın en güçlü hali (Bu bölümün büyük bir kısmının İslamofobiyle dolu olduğunu söylemeye gerek yok)… Hıristiyanlığa Yahudi ve zenci karşıtı bir içerik veren Hıristiyan Kimliği Hareketi, Elijah Muhammed’in beyaz düşmanı İslam Ümmeti, her kötülüğü komünizme yükleyen John Birch Topluluğu, Lyndon LaRouche’nun aşırı mantıklaştırmayla sunduğu komploculuk… Her taşın altında Yahudi parmağı arayan Amerikan radikal sağının savunmacı saldırganlığı, Oklahoma’daki bombalama olayında olduğu gibi kolayca şiddete başvuran Milisler, Komünist cadı avına çıkan McCarthycilik… Ünlü Amerikan paranoyak propagandacıları: Gerald L.K. Smith, David Duke ve JFK filmiyle Oliver Stone…Ve son olarak sadece mesajı taşımakla yetinmeyip, aynı zamanda onun uygulayıcısı ve infazcısı olan ve tarihteki büyük felaketlere yol açan paranoyaklar: Pol Pot, İdi Amin, Josif Stalin. Ve nefretin paranoid yöneticisi, ahlaki liderliği ve hipnotize edici gücüyle Adolf Hitler …
Yazarlar, birçok siyasi facia ve akıl dışı lider ve grup davranışlarını ‘politik paranoya’ başlığı altında açıkladıklarını düşünüyorlar. Ancak bu açıklamanın meşruluğu, popüler psikolojiyle sınırlı ve asla ‘bilimsel’ sıfatına layık değildir. Kitapta sunulan örnek durumlar, birbirlerinden çok farklı, sapla saman karıştırılmış, elmalar armutlar aynı yere toplanmış durumdadır. Birkaç bireysel örnek dışında çoğu durum, yalnızca paranoid zihinsel düzeneklerle açıklanamayacak kadar karmaşık, her birisi apayrı ve birçok bilim dalının katkıda bulunacağı bir incelemeyi hak ediyor. Modern psikiyatri ve psikolojide kabul görmüş olmayan ‘politik paranoya’, belirsizliği, tanımsızlığı ve farklı, karmaşık olguları tek bir nedene indirgemeciliğiyle bilimsel olmaktan uzak bir deyim. Kitaptaki bakış, Müslümanlar gibi bazı toplumların bireysel bir psikiyatrik hastalıkla etiketlenmesi tehlikesi taşıyor.
Kitabın yazarlarına FETÖ tipi yapıları sorsak, şüphesiz yine her derde deva olarak gördükleri “politik paranoya” ile açıklamaya çalışacaklardır. Bize göre sadece bilimsel kisve altında etiketleme girişiminden başka bir şey olmayan, açıklama değeri bulunmayan böylesi sahte-bilimsel kavramlardan uzak durmak, daha tutarlı ve işlevsel kavramları gündeme almak gereklidir.
FETÖ tipi yapılarda ilk dikkat çeken özellik, “kurtarıcılık” atfedilen “seçilmiş” olduğuna inanılan bir topluluk lideri etrafında örgütlenme olarak göründüğünden dikkatimizi ilk olarak bu noktaya çevirelim.
Seçilmişlik iddiası ve psikolojik sağlık
Dinler tarihine bakıldığında, bir kısım insanın, kıyametin hemen öncesinde, olağanüstü güç ve kuvvetle donatılmış bir ‘kurtarıcı’nın zuhur edeceğine inandıkları görülüyor. Zerdüştlük, Hinduizm ve Budizm de dâhil olmak üzere tüm büyük dinlerin inananlarından bazıları, kendi inanç sistemlerinde böyle bir kurtarıcının zuhuratına ilişkin kanıtların peşine düşmüşler. Söz konusu kurtarıcı, Azteklerde “Quatzalcoati”, Eski Mısır’da “Ameni”, Hinduizm’de “Kalki”, Budizm’de “Mytreya”, Zerdüştlükte “Saoşyant”, Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta “Mesih” olarak adlandırılıyor. Beklenen halaskar, delil olarak mucizelere sahip bulunmakla birlikte, son tahlilde insan olan peygamberlerden farklı; özellikleri sadece olağanüstü değil aynı zamanda insanüstü niteliktedir.
Musevilikte kurtarıcı beklentisinin kitabi delilleri olduğu ileri sürülse de, Yahudilerin tarihleri boyunca yerleşip barınacakları bir yurt özlemi çekmelerinin de böyle bir inancı teşvik ettiğinden bahsediliyor. Musevilik içinde yerleştirebileceğimiz Sabetay Sevi’nin izleyicileri ise doğrudan doğruya Mesihlerinin bir gün geri geleceği inancından besleniyor, arada bir deniz ve ırmak kenarlarında “Seni bekliyoruz!” diye haykırıyorlar.
Hıristiyanlık, tamamen Mesih merkezli bir dindir. Hıristiyan inancına göre dünya krallığı kötüdür, eksik bir plana dayanır. Göklerin krallığı gerçekleşmedikçe ilahi plan tamamlanmış olmaz. Tanrı’nın iradesini ve Göklerin Krallığı’nı Mesih temsil eder. Zamanın sonunda Mesih’in nüzul edeceği, Deccal ile Armagedon denen yerde savaşacağı kehaneti, bizzat İncillerde yer alır. (Son yıllarda Yahudi ve Hıristiyan Mesih inançlarını birleştirerek ‘Tanrı’yı kıyamete zorlamak’ şeklinde bir teo-siyaset geliştiren Evangelistleri ve onların Amerikan siyasetindeki temsilcileri Neoconları da bu arada belirtmeliyiz.) Aynı şekilde Şia için de kurtarıcı beklentisi, inançlarının temellerindendir. Mehdi’ye inanmayan Şii olamaz. 12 İmam Şiasına göre, Mehdi, 5 yaşında iken gaybubete karışan, 12. İmam Muhammed el Askeri’dir; tekrar dirilip zuhur edecektir.
Sünni âlimler için Mesih ve Mehdi meselesi, oldukça tartışmalı bir durumda. Hz. İsa’nın ref edildiği makamdan tekrar dünyaya nüzul edeceği hakkında ancak 4 müteşabih ayete gönderme yapılabileceğini ama Kütüb-ü Sitte’de de bulunan bazı hadislerde konunun sarahaten yer aldığını kaynaklar bildiriyor. Lakin her halükârda Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir Mesih inancının İslamiyet’te asla olmadığı, iki dinin arasındaki köklü farklılıkları bulunduğu mutlaka belirtiliyor. Kelime anlamı itibariyle doğru yola girmiş, hidayete ermiş demek olan Mehdi konusunda ise tartışma çok daha şiddetli. Mehdi’nin gelişi veya zuhuru hakkında hiçbir ayet olmadığı hakkında tama yakın bir fikir birliği var. Tartışma, konuyla ilgili rivayet edilen, 40’ının sahih olduğu (ama Buhari ve Müslim’de yer almadığı) söylenen yaklaşık 100 hadisten kaynaklanıyor. İbn Haldun’un Mehdi inancına mesnet teşkil eden haberleri ele aldığı, inancı tarihsel ve toplumsal durumlara bağladığı satırları konuyla ilgili kaynakların hemen hepsinde ele alınıyor. Daha yeni kaynaklar modernist Müslüman Fazlurrahman’ın ‘Mesih ve Mehdi inancının ahlaki zaaflara yol açtığı, beşerin itici gücünü körelttiği’ sözlerini çoğu kere naklediyorlar. Genel Sünni kabulüne göre, Mehdilik’in temel inanç esaslarından olmadığı, bu inanca sahip olmayan bir kimsenin dinden çıkmış sayılmayacağı belirtiliyor. Ama Mehdi/Mesih inancına çok önem veren, bu sayede Müslümanların manevi güçlerinin arttığına, yeryüzünü Mehdi’nin gelişine hazırlayacak şekilde nesiller yetiştirilmesine işaret edenler de var.
Şüphesiz Meshilik/Mehdilik meselesi ilahiyat boyutlarıyla çok geniş ve kapsamlıdır. Bunlar, bizim psikolojiden bir bakışla ilk planda saptayabildiklerimiz. Bu meselde psikolojik bakış çok önemli zira en çok Mesihlik/Mehdilik iddiasında bulunan kimselerle yüz yüze gelenler, onları derinlemesine tanıma imkânı bulanlar biz psikiyatri uzmanlarıyız.
Mesihlik/Mehdilik meselesinin sosyopsikolojik boyutu hakkında çok az konuşuluyor. Bilenleri, hem bilgileri hem meslek ahlakları, (susmaya demeyelim de) konuşmamaya zorluyor. Bilgileri zorluyor çünkü hayatın öyle kolay çıkarımlar yapılamayacak kadar karışık, her insanın psikiyatrik etiketler yapıştırarak anlaşılamayacak uçsuz bucaksız engin bir iç dünyası olduğunu biliyorlar. Meslek ahlakları zorluyor çünkü bugün hırs ve hiddetten burunlarının ucunu göremeyenlerin, pek güvendikleri akılları, yarın ‘imdat’ demeye bile yaramadığında yardım istemek için kapılarını çalabileceklerini düşünüyorlar. Kapılarını herkese, kendilerine saldıranlara bile açık tutuyorlar. Gelgelelim tüm yaşam alanlarımızı psikiyatriyi bir biçimde ilgilendiren fenomenler öylesine doldurmuş durumdaki, profesyoneller de adap ve usul dairesinde kalarak, konunun hassasiyetini bilerek ve kimseyi incitmemeye çalışarak söz almak zorundayız.
“Kandesin sen kande, çık ey mehdi-i sahip zuhur!
Millet-i İslamıpamal eyledi ceyş-i fütur” diye haykıran Ziya Paşa, rahatın, huzurun kalmadığı, zulüm ve matemin kol gezdiği zamanda bütün ümidini Mehdi’ye bağlıyor. İslam coğrafyasında, özellikle çok zor zamanlarda halaskar beklentisinin ve onunla birlikte mehdilik iddialarının arttığını görüyoruz. Ama bu demek değil ki, mehdilik iddiaları sadece bu zamanlarla sınırlı. İslam diyarlarında her tarihsel dönemde mehdilik iddiasında bulunan kimseler ortaya çıkmış, kimileri de halk üzerinde oldukça etkili olmuş. Osmanlı’nın en şaşaalı devrinde bile bu tür vakalar var. Oruç Bey Tarihi’ndeki şu ifadeleri dikkatlerinize sunarım:
‘1494 yılı içinde İstanbul’da bir olay meydana geldi: Şehre Acem ülkesinden bir kişi geldi. Bu kişi Mehdi’nin çavuşlarından olduğunu iddia etti. Hayli maceralar oldu. Bu konu âlimler arasında tartışıldı. Âlimler paşalara türlü türlü cevaplar verdiler ve aralarında anlaşıp dediler ki: Her devirde bunun gibi maceralar olur. Halifeler zamanında da olurdu. Arap’ta, Acem’de halifeler bunun gibileri katlederlerdi, âlem halkı fesada varmasın diye. Hem de delile gerek duymadan. Şimdi bunun gibileri ortadan kaldırmak yeğdir dediler. Sonunda âlimlerin ittifakıyla fetva verip katlettiler.’ (İşin ilginç yanı, katli gerçekleştiren makam, vatandaşların talepleri üzerine bu kişi için ileride bir türbe yaptırmak zorunda kalır.)
Bir kez daha söyleyelim, Mesihlik/Mehdilik mevzuunun ilahiyat boyutu konusunda konuşmaktan teeddüp ederiz. Özellikle Tasavvuf erbabı içinde, mehdiyete çok mühim bir özellik atfeden Müslümanlar olduğunun farkındayız. Derdimiz, kardeşlerimizin ne mehdiyet inancı ne ümidi. Mehdi olduğu zannıyla hareket eden, toplumun kendisine bu şekilde inanması için envai çeşit atraksiyonlar yapan, zan’la hakikati karıştıran madrabazların ayıklanması, hepimizin vazifesidir. Bu yüzden usul ve edep dairesinde tehlikeye dikkat çekmek lazım geliyor.
Mehdilik iddiasında bulunan kimselerin önemli bir kısmı, psikolojik bakımdan rahatsızlar. Hatta çok nadir de olsa bazı nörolojik hastalıklarda da bu türden iddialar ortaya çıkabilir. Aşikâr psikiyatrik rahatsızlıkları tanımak, hepimiz için çok kolay. Bu durumdakiler ciddi bir toplumsal ve mesleki yeti yıkımı içindeler; ayrıca tedavisiz ve yardımsız gündelik hayatlarını sürdüremediklerinden ve en önemlisi sergiledikleri diğer rahatsızlık belirtileri gün gibi ortada olduğundan tuhaflıkları hemen anlaşılır. Bu rahatsızlıklara “mani”, “şizofreni”, “şizoaffektif bozukluk”, “hezeyanlı bozukluk” gibi örnekler verilebilir. Psikiyatrik rahatsızlığı olanlar, toplumun ve sağlık çalışanlarının bakımına ve tedavisine muhtaç, bize emanet edilmiş insanlardır ve haddi zatında eylemlerinden dolayı hukuki-cezai ve dini ehliyetleri yoktur.
Yine de psikiyatrik hastalık üstün bir zekâ ile birleştiğinde tıbbi otoritelerin bile teşhis etmekte zorlanabilecekleri vakalar olabilir. Bunlara bir misal yakın tarihimizdeki Mustafa Kâmil Efendi’dir. Mustafa Kâmil Efendi, Denizli/Çal Kadılığı görevindeyken ikinci oğlunun Menderes ırmağında boğulması üzerine melankoliye tutulur. Görevine devam edemez ve memleketi Elbistan’a gelir. Bir süre sonra iyileşince 1906’da Haçin Kadılığına atanır. Ancak bu görevindeyken melankolisi nükseder ve Mehdiliğini ilan eder ve II. Abdülhamid’e de bir menşur gönderir, zaten karışık olan ortalığı bir de o karıştırır.
Topluma yönelik asıl tehlike, tanınmaları çok daha zor ama toplumu cerbezeli özellikleriyle etkilemeleri yüksek ihtimal olan, bariz bir psikiyatrik hastalığı bulunmayan bu tür kimselerin mehdilik iddialarıdır. Bu kimselerde ilk bakışta kendisini ele veren bir psikiyatrik hastalık yoktur ama rahatsızlık onların kişilik yapılarında. Kişilikteki bozukluklar, şahsın çevresinde yaşayanları çok zor durumda bırakır lakin kendisi tarafından fark edilemez bile. Ona göre kendisi en sağlıklı, onun gibi düşünüp davranmayanlar hastalıklıdır. Böyle hastalıklı bakış açıları, her şeye kolayca inanma özelliğine sahip bazı insanlar tarafından benimsenip yayılarak toplumu da ifsat edebilir.
Mehdilik iddiasında olan kimseler, kişilik olgunlaşması açısından oldukça çocuksu, hayalle gerçeği, kendi arzularıyla dış dünyanın taleplerini ayıramayan, dürtülerini denetleyemeyen yapıdadırlar. Tasavvufa göre madde ve mana âlemleri arasında berzah vazifesi ifa eden insan-ı kamilden beklenen yüksek kişilik özellikleriyle zerre miskal alakaları yoktur. Bu şahısların kişilik yapılarındaki ortak özellik, kimi zaman sinsi biçimde seyreden ‘seçilmişlik duygusu’dur. Seçildiklerine inandıklarından, kendileriyle diğerleri arasında keskin ve çok adaletsiz bir ayrım yapar, ona göre davranırlar.
Hepimizin bir kişiliği var ve kişilik yapılarımız hem gelişme, olgunlaşma düzeyleri hem de tipleri, stilleri açısından farklılık gösteriyor. Ne kadar sağlıklı, sevgi dolu, yeri geldiğinde sınır ve kural koyabilen bir aile ortamında büyümüşsek; o kadar kendimizin, sorumluluklarımızın farkında bir insan oluyoruz.
Mehdilik iddiasında olan kimseler, kişilik olgunlaşması açısından oldukça ilkel, çocuksu, hayalle gerçeği, kendi arzularıyla dış dünyanın taleplerini ayıramayan, dürtülerini denetleyemeyen yapıdadırlar. Seçilmişlik hisleri, Mehdilik iddiasında bulunabilecek kadar öne çıkmış insanlarda genellikle çok hasarlı bir kişilik yapısı vardır. Çoğu zaman bu hasarlı kişilik yapısı, birçok başka karakter problemini örneğin psikopatlığı da barındırır. Böyle durumlarda başkalarının çekeceği acı, bu vicdansızlar için hiç önemli olmadığından topluma verecekleri zararlar da misliyle artar. Psikopatlık ihtimalini bir yere not edelim ama Mehdilik iddiasında bulunan kişilerin, kişilik tipi açısından daha ziyade narsistik ve paranoid özellik gösterdiklerini de belirtelim. Şimdi sırasıyla narsistik ve paranoid kişilik özelliklerini ele alacağız.
Narsistik kişiler, kendilerine olan saygılarını ancak başka insanlardan onay alarak sürdürebilen bir kişilik organizasyonuna sahiptirler. Günümüzde bu kişilikteki insanlardan o kadar çok vardır ki; zamanımıza “narsisizm çağı”, gençliğimize “ben nesli” denmiştir.
Narsist kişinin başkalarının onayı olmadan hayatını idame ettirebilmesi mümkün değildir. İçleri adeta boş bir vakum gibidir; iç-dünyalarına dönük bir bakışları, kendileri hakkında eleştirel bir kavrayışları yoktur. Psikolojileri, ideallerini belirleyebildikleri bir ilkeler bütününü oluşturmaktan yoksundur. Bu nedenle sağlam, kendine özgü bir karaktere, kimliğe sahip olmak yerine güzellik, ün, alkış, zenginlik, itibar gibi dışarıdan görülebilir nitelikler peşindedirler. Görünüş gerçekliğin, imaj özün yerini almıştır. Jung’un “persona” dediği kişiliğimizin dünyaya gösterilen yanı, hakiki varlığımızdan daha önemli ve daha güvenilir bir hale gelmiştir.
Tüm narsistlerin ortak yönü, içsel bir yetersizlik, utanç, zayıflık ve aşağı olma duygusu ve/veya korkusudur. Ancak onların bu zavallı halleri dışarıdan bakanlar için hemen görülemez, daha doğrusu onların kişilik organizasyonu bu içsel gerçekliği örterek dışarıya göstermemek için yapılanmıştır. O kadar şan, şöhret, başarı peşinde koşmaları bu nedenledir. Öyle ki ekonomik, sosyal, siyasi, askeri, mesleki alanlarda başarılı olan narsistleri, toplum çok beğenebilir, örnek almaya çalışabilir. Bilmezler ki narsistlerin başarıları büyük bir içsel bedel karşılığında olmaktadır. Ve onlar amaçlarını gerçekleştirmeye çalışırken kime, ne kadar zarar verdiklerini hiç ama hiç önemsemezler. Onlar için amaca giden yolda her şey mubahtır.
Narsistik kişilik örgütlenmesi olanlarda utancın yanı sıra bir diğer temel duygu, hasettir. Çaresizliği, çirkinliği, güçsüzlüğü görülecek ve utancından yerin dibine geçecek diye korkan narsist, başkalarının sahip olduğu hiçbir şeyi beğenmez, herkesi küçümser, acımasız biçimde eleştirir ve karşısındakini tahrik etmeye yönelir.
Kendine çakılı olan ve sürekli olarak başkalarından onay ve alkış bekleyen narsistin en acınacak yanı, sevme kapasitesinin yeterince gelişmeden kalmasıdır. Başkalarına duydukları ihtiyaç çok derin, sevgileri ise çok sığdır. İç dünyalarında sürekli bir inkâr mekanizması işlediğinden pişmanlık ve şükran gibi insani hasletler onların semtlerine uğramamıştır. Sıradan kimselerin sayesinde beşerlikten insanlığa yükseldikleri içten özür dileme ve teşekkür etme davranışlarını onlardan hiçbir zaman göremezsiniz.
Paranoid kişiliklere gelince… Bu kişilik yapısına sahip olanların temel özellikleri; şüphecilik, mizahtan yoksunluk ve büyüklenmeciliktir. Tüm ruhsal enerjilerini, sezme gücüne yatırdıklarından zaman zaman bazı gözlemlerinde doğruluk payı bulunması, onları paranoid olmaktan çıkarmaz.
Paranoidlerin iç dünyaları, öfke, alınganlık, kin gibi düşmanca duygularla ve onların ürettiği korkularla boğuşur durur. En büyüklenmeci paranoid kişi bile başkalarının ona zarar verebileceği hissini yaşar ve tüm kişiler arası ilişkilerini aşırı bir ihtiyatla takip eder.
Utanç, narsistlerde olduğu gibi paranoidler için de büyük tehlikedir; farklı olan, utanca neden olacağını düşündükleri zayıflıkları görülmesin diye başvurdukları mekanizmalardır. Narsistlerin en kibirli olanları bile, belli açılardan bilinç düzeyinde utanç duygularına maruz kalırlar ve bu belli olmasın diye diğer kişileri etkilemeye çalışırlar. Paranoid kişiler ise kendi iç gerçekliklerini tamamen reddederler ve olumsuz özelliklerini başka insanlara yansıtırlar. Onlarda utanmadan zerre miskal eser bulunmaz. Paranoidlerin enerjileri, kendilerini utandırmaya, aşağılamaya niyetli olarak gördükleri kimselerin çabalarını boşa çıkarmaya harcanır. Narsistler, başkalarının onlardaki yetersizlikleri göreceklerinden endişelenirlerken, paranoidlerin korkuları başkalarının onlara yapacakları kötülüklere odaklanır.
Utancın yanı sıra paranoidlerde görülen bir diğer temel duygu suçluluktur. Paranoid kişilerin büyüklenmeci hisleri (megalomani), onların aynı zamanda dayanılmaz suçluluk duygularına kapılmalarına neden olur. “Ben bu kadar güçlüysem, o zaman çevremde hatta dünyada yaşanılan, her türlü korkunç olay da benim hatamdan kaynaklanıyor.” diye düşünürler. Onların bu ikircimli kişilik özellikleri arasında kendilerine saygılarını arttırmak için bulabildikleri yegâne yol, otoritelere ve belli bir nüfusa sahip kimselere karşı kendi güçlerini bir biçimde göstermeye çalışmaktır. Haklı çıkma ve zafer kazanma hissiyatı, paranoidlere geçici de olsa bir rahatlama, güvenlik ve ahlaken doğru yolda oldukları hissini sağlar.
Kanaatimize göre bugünün dünyasında Mehdilik iddiasında bulunanlar, anlatmaya çalıştığımız narsistik ve paranoid kişilik özellikleriyle donatılmışlardır. Ve günümüz toplumunun değer(sizlik)leri ve bunların edinildiği çocuk yetiştirme pratikleri ve aile sistemindeki çözülmeler, olumsuz aile ortamları, her gün bu tipleri haiz yüzlerce insan üretir.
Alfred Adler, yetişkinliklerinde toplumsallıkla sorumluluklarını yerine getirmede sorunla karşılaşacak çocukları üç gruba ayırır: Yetersiz organlarla dünyaya gelen, bebeklik döneminde çeşitli hastalıklar geçiren, değişik nedenlerle güçsüz kalanlar birinci gruptur. İkinci grup, şımartılmış, istekleri çevresi tarafından kanun gözüyle bakılan çocuklardır. Üçüncü grubu ise, sevginin ve toplumsallığın ne olduğunu öğrenme fırsatı bulamamış, dünyayı düşman olarak gören ihmal edilmiş çocuklar oluşturur.
Tıbbi teknolojilerdeki ve hijyenik koşullardaki iyileşmeyle birlikte belki yalnızca fiziksel sağlık bakımından daha iyi çocuklara sahip olduğumuz söylenebilir. (Ki dünyamızın zengin ve yoksul kesimlerini, bu kesimler arasındaki farkın giderek arttığını göz önünde bulundurduğumuzda bunu da söyleyemeyiz ya, haydi neyse!) Peki, tüketim toplumun isteklerini karşılamayı ibadet haline getirdiği ikinci grubu ve kendilerinden başka kimseyi sevmeyen üçüncü grup çocukları azaltabildik mi? Hayır yapamadık, tam tersine gün geçtikçe daha da artıyor onlar. Mehdilik iddiasında bulunanlar, olumsuz bir aile yaşantısından, özellikle alayın ve eleştirinin aile ilişkilerine hâkim olduğu veya bir çocuğun günah keçisi yapıldığı, aşırı hırpalayıcı ortamlarından geliyorlar. Bu özelliklere sahip aileler de, buralarda yetişen çocuklar da arttığına göre, Mehdilik iddialarında bulanan kişiler de artacak demektir.
Manevi topluluklar ve psikolojik sağlık
Beşerî bilimlerin fizik bilimleriyle aynı nitelikleri haiz olduğunu ve tıpkı onlar gibi işlemesi lazım geldiğini savunan pozitivizmi savunmuyorsak Müslüman dünyanın kendine özgülüğü nedeniyle buradaki toplumu ve insanı, insanlık hallerini anlayabilmek için modern beşeri ve (tıbbi) bilimlerdeki bakışa önemli ilaveler yapılması gerektiği açıktır. Müslüman dünyanın üzerine yükseldiği sosyokültürel zeminde, manevi iklime göre çeşitlilik arz eden hakikat tasavvurları, sadece Batılı bakışın tekeline verilemez. Müslüman toplumlar ve onlardan birisi olan toplumumuz, insanımız, kendine özgü bir gerçeklik içinde yaşayıp gidiyorlar. Buradaki gerçekliği anlayabilmek için burayı derinlemesine kavramaya matuf bir bakış ve bilgi türü gerekiyor. Ama burada da bireysel psikolojiler gibi topluluk psikolojileri de hasarlanıyor. Nasıl elimizdeki modern psikiyatrik bilgiyle tek tek insanımızdaki hastalıkları teşhis edip tedaviye çalışıyorsak ve topluluklardaki sağlıksız olduğunu sandığımız halleri tespit edip uyarmak görevimiz var. Elbette kimse bir topluluğa psikiyatrik bir teşhis koyup tedavi etmeye kalkamaz, kalkmamalıdır. Modern psikiyatrinin kendisi de asla bu iddiada olmamıştır. Ama toplum sağlığına yarayışlı olacak bilgiyi paylaşma mesuliyetimizi de görmezden gelemeyiz. Usulü dairesinde manevi topluluklardaki psikolojik sağlık meselesini ele almak durumundayız.
Toplumun, toplulukların davranışlarındaki sağlıksız yanlar (psikopatoloji), akademideki bilgi dallarından hiçbirisi tarafından tam manasıyla konu edinilmiyor. Psikanalizin ve grup psikoterapisinin içinde toplulukların davranışlarını ele almaya müsait çok güçlü bir damar, bilgi ve tecrübe birikimi var ama bu dallar da akademinin içinde önemli bir yer işgal etmiyorlar. Sosyal psikoloji ve politik psikoloji, sanılanın aksine, toplumun psikolojik durumunu ve rahatsızlıklarını anlamayı amaç dahi edinmeyen çok farklı bir bilim nesnesine ve yöntem bilgisine sahipler.
Psikiyatri, her ne kadar, psikolojik hastalıkların nedenleri ve tedavileriyle ilgili olarak insanın toplumsallığını hesaba katan teorilere sahipse de esasen bireye (tek bir insana) ve onun hastalıklarına odaklanmıştır. Psikiyatrinin toplumu, toplulukları ilgilendiren konuların nasıl ele alınacağı konusunda henüz bilimsel bir çerçevesi ve kavramlaştırması bulunmuyor. “Çifte delilik” (folie a deux) diye bilinen bir hezeyan tablosunu kişinin çok yakın çevresinin de aynen paylaşması, bazen tüm ailenin aynı hezeyanın pençesine düşmesi (folie a famille) gibi az rastlanan durumlarla ilgilense bile topluluklara sirayet eden düşünce ve inançlar, psikiyatrinin değil kültürün alanı olarak görülüyor.
Hem bilimsel konumları hem de mesleğin etik ilkelerini göz önünde bulundurulduğunda, psikiyatrlar, çoğu kere toplum ruh sağlığı konusunda sessiz kalmayı yeğliyorlar. Doğru da yapıyorlar. Sessizliklerinin nedeni, bilimin kendisinden ve etiğinden gelen kısıtlılık… Ama manevi topluluklarla ilgili olarak söz alınmazsa, ortalığı kerameti kendinden menkul kişilerin sözüm ona bilgilerinin ifsat etmesi tehlikesi var.
Maneviyat alanı, insan varoluşunun en soyut, yüksek ve kapsayıcı özelliğidir. Öyle ki, insanlık tarihini, en kısa biçimde “inançlar tarihi” diye ifade etmek mümkündür. Böyle olunca, maneviyatı esas alan yapıların, modern zamanlarda da bu kadar ilgi çekmesinde şaşılacak bir durum bulunmuyor. Aynı nedenle insanı varoluşuyla, “Hakikat” ile karşılaştırmayı vaat eden maneviyat alanına bin bir çeşit gerekçeyle yığılmalar oluyor. Çok ilginç, şaşırtıcı, psikolojik sağlık açısından endişe verici birey ve topluluk manzaraları ortaya çıkabiliyor.
Bu konularda çok sayıda yayın var. Kanaatimize göre bunlardan en iyilerinden birisi Bir Alman psikolog olan Werner Gross’a ait: “Tarikat ve ibadet gruplarının yıkıcı olma niteliklerini değerlendirici psikolojik kriterler”…Gross, yazısına şöyle bir giriş yapıyor: “Almanya’da toplam 1,5-2,5 milyon üyesi olan 300 kadar dini tarikat, kendine özgü inançları olan topluluk ve insan psikolojisini hedef alan inanışlara sahip grup olduğu iddia ediliyor ve bunlara sürekli yenileri ekleniyor… Adeta balta girmemiş bir ormanla karşılaşıyoruz. Ancak bu orman sürekli değişiyor ve yeni, eşi benzeri olmayan filizler veriyor.
Bu tür gruplaşmaları değerlendirmeye yarayacak kriterlerin ise yetersiz olduğu görülüyor. Bir grubun sorun olabilecek türden veya tehlikeli olup olmadığını nereden anlarız? Yıkıcı, tahripkâr bir ibadet ve inanışa sahip olup olmaması neye bağlıdır? İnsanları bağımlılığa sürükleyen, onları sömüren ya da hatta insanlıklarını yok eden yönlerini belirleyen, hangi özellikleridir? Bütün bunlara etken olan hangi mekanizmalardır?… Bu tür grupların yarattığı sorunlar ve tehlikelilik düzeylerine ilişkin kabaca bir profil oluşturabilmek amacıyla bu kriterlerin belirlenmesi gerekmektedir.”
Gross, manevi topluluklarda yıkıcı etki yapan hususların başında “ideolojik söylem”i sayıyor ve şunlara özellikle dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor:
- a) Öğretileri sayesinde kısa sürede dünya cenneti kuracaklarına ya da “yeni insan”ı yaratacaklarına dair abartılı fikirler. Büyüklük ve her şeye hâkim olma fantezileri. b) Dünyada olup bitenleri sadece kendilerinin en doğru biçimde görüp açıklayabildiğine inanarak gerçekleri tekeline alma. c) Düşünce ve eylem biçimlerinin, mütemadiyen siyah-beyaz, iyi-kötü veya doğru-yanlış kalıbı şeklinde olması. d) Dünyanın sonunun geldiğine dair hezeyanlar. e) Dünya dertlerinin tedavi yöntemlerini içeren reçete şeklinde kurtarma planları. f) “Dünyayı biz kurtarmalıyız” söylemini yayma ve bunun yayılacağına dair inanç.
Gross’un manevi topluluklarda ideolojik açıdan sorunlara ve tehlikelere işaret edebilir diye sunduğu hususlar bunlar. Bizim düşeceğimiz bazı şerhler var. Karşımızdaki insanın düşüncelerinde daha savunma biçiminden, hal ve hareketlerden başlayarak bir terslik olduğunu hep sezeriz ama hangi fikirlerin sağlıklı, hangilerinin abartılı veya hezeyan boyutunda olduğunu ancak erbabı bilebilir. Bu meseleleri konuşmak kolay ama sağlıksızlığı adını koyarak teşhis etmek çok zordur. Manevi topluluklar, tabiatları icabı, bazı iddialar taşırlar, ayırt edici vasıfları haiz olduklarını, misyonlar üstlendiklerini söyleyebilirler. Önemli olan bunların ne ölçüde gelenekle uyumlu, makullük sınırları içinde ve bağlıların gündelik hayatlarını altüst etmeyecek ölçüde olduklarıdır.
Gross’un manevi topluluklarda yıkıcılık potansiyeli açısından değerlendirilmeli dediği ikinci husus, merkezi figürün yani liderin konumu. Bu konuda özellikle “lidere tapınma” adını verdiği bahis çok önemli. Merkezdeki kişinin çok güçlü, olacakları önceden gören ya da olağanüstü güçlere sahip birisi olduğunu öne sürülmesi ve ardından ona karşı hâşâ, Yaratıcıymışcasına ibadet ve itaat tavrı içine girilmesi, tetikte olunmasını gerektiriyor. Eleştirilemeyen, tartışmasız bir otoriteye ve gerçeğin tekeline sahip olduğunun kabul edilmesi, efsaneleştirilmesi; liderin de bağlılarından kayıtsız sadakat beklentisi içinde olması sorun riskini arttırıyor.
Bu sözlerin ima ettiği gerek liderlik gerek bağlılık biçimleri, modern psikoloji zaviyesinden, kişilik olgunlaşmasında çok geri yapıları ima ediyorlar. Bizce topluluk, kendisini tasavvuf geleneğine bağlı olarak addediyorsa ve lider-topluluk ilişkisinin görünümlerini bu yolla meşrulaştırıyorsa, o noktada biraz durmak lazım geliyor. Zira tasavvufta mürşit-mürit ilişkisinin ve seyri sülük yürüyüşünün kendine özgü bir tarzı olduğu bilinmektedir. Tasavvuf çevresi, “İlahi aşkla kendisinden geçmiş olduğuna inandığı evliyaya dil uzatmak ve karşı çıkmaktan çekinir. Ama onlar da muhik (haklı) ve mubtil (batıl) olan arasında ayrım yapmak gerektiğini söylerler. Muhik, o kadar mubtil tecellisini andırır ki, bu ayrımı da ancak ilimlerin en incesi ve en dakikine sahip olanların basiret gözündeki nur yapabilir…” Tasavvuf literatürünü ve bu türden sözleri, mürşit-mürit ilişkisinin özel niteliğini göz önünde bulundurmak gerektiği şeklinde anlamamız gerekir. Aşina bir göz, geleneksel tarikatlardaki merkezi figüre gösterilen saygının özgünlüğünü, kişiye tapıcılıktan farkını kolayca ayırt edebilir.
Bu iki hususla ilgili, (kendisinin de bağlısı olduğu) “Rifailik” üzerine muhteşem bir antropoloji doktora tezinin sahibi Can Ceylan’ın hususi yazışmamızdaki sözleri şöyle:
“Manevi toplulukların birçoğu hatta hemen hepsi, mahremiyetlerini kendilerine özgü sınırlar olarak görmenin ötesinde, bu mahremiyet anlayışlarını dünyaya bakışları olarak algılıyorlar. Manevi mahremiyetlerini belirleyen sınırlar dışındaki dünyaya kapalı hale gelmenin ötesinde, böyle bir dünya ve/veya dünyalar olduğu gerçeğini görmezden gelme kolaycılığına düşüyorlar. Böylece yaşadıkları zamandan ve bu zamanın getirdiği şartlardan da uzaklaşıyorlar. Dışarıya kapalı oldukları için kendileri dışındaki dünya ile yabancılaştıklarını fark edemiyorlar. Bir sonraki aşamada da kendileriyle yabancılaştıklarını fark edemez hale geliyorlar, çünkü kendilerini kıyaslayacakları başka dünyalar ve dünyaların bireyleriyle iletişim kuramayacak kadar uzaklaşıyorlar. Fiziken onlarla aynı ortamları paylaşsalar da kendi dünyaları içinde kapalı olmanın verdiği refleksle tasavvufî öğretimin temel esaslarından biri olan ‘ben dememe’ prensibini ‘benden başkası yok’ şeklinde deforme ediyorlar. İşin daha kötüsü bu kadar yanlışın mesuliyetini de ‘mürşit’ dedikleri kişinin omuzlarına yüklüyorlar.”
Werner Gross, maneviyat topluluklarında psikolojik sağlık açısından tehlike sinyali olarak değerlendirilebilecek işaretlerden bu ikisi haricinde, manevi topluluklarda bulunması halinde dikkatli olunmasını gerektiren dört madde daha sıralıyor.
Manevi topluluğun grup yapısı, bir seçkinler, seçilmişler topluluğu olma özelliklerini taşıyorsa, grup üyeleri dışarıya karşı kendilerini kapatmış, yalnızca birbirlerine güvenen, dilleri bile özelleşmiş, sınırları kesin ve keskin bir sistemin içine batmışlarsa, bu açık bir tehlike sinyalidir. Grubun yapısının bir manevi toplulukta asla olmaması gereken bir örgüt yapısını andırması, bir hiyerarşinin, emir-komuta zincirinin, istihbarat sisteminin var olması tehlikeyi iyice arttırır. Artık manevi bir topluluktan ziyade illegal bir örgüt olan yapıda grup üyeleri, kendilerini, dünyayı ve insanlığı kurtaracak olan seçkin kişiler olarak görürler. Grup bilincini misyonerlik anlayışı ve/veya kahramanlık ideolojisi belirler. Böylesine bir adanmışlık psikolojisi içinde olan insanları sömürmek çok kolaydır. Grup üyeleri, maddi açıdan veya ucuz işgücü olarak kullanılmayı çoğunlukla gönüllü olarak kabul ederler. Grup, kendilerinin yasaların üstünde yer aldığı inancıyla üyelerini (açıktan veya gizlice, gerekirse tehditle) yasadışı işler yapmaya zorlayabilir.
Manevi topluluğun asıl amacından uzaklaştığını ima eden bir diğer tehlikeli husus, üyelerini etki altına almaya, bilinçlerini kontrol etmeye çalışmasıdır. Bunun için bireyin kendisini tamamen teslim etmesi istenir. Birey değil, grup ve ortak hedefler daha önemli hale getirilerek bireysellikten uzaklaştırılır. Beslenme, giyinme, temizlik, günlük işler konusunda bağlayıcı kesin kurallar konur. Topluluğa ait mekândan çıkışlar sınırlanır ve başkalarıyla ilişkiler kısıtlanır. Telefon ve mektuplar kontrol edilir. Karşı cinsiyetle ilişkiler ve cinsellik talimatlara bağlanır. Grup üyesinin kendine ait malı veya parası olmayacağı hissi yerleştirilir. Yaptığı işler için ücret almaz, herhangi bir sigortası yoktur. Pasaport ve ehliyet gibi kişisel kimlikler topluca saklanır. Bireyin kendi ailesi, eşleri ve arkadaşlarıyla ilişkilerini koparması; okul, eğitim, meslek bağlarından uzaklaşması istenerek kişisel geçmişinden koparılır. Grup üyesine yeni bir ad verilir. Tamamen grupla birlikte ve grup içinde hareket eder, sahip olduğu değerler tamamen değiştirilir. Bu şekilde gerçeklerle ilişkiler tamamen koparılır, grup dışındaki yaşam anlamsızlaştırılır. Bu yolla psişik bağımlılık yaratılır. Tüm bunların gerekçesi, kaderle ve ilahi iradeyle açıklanır.
“Dış dünyayla ilişkiler, eski üyeler ve eleştirenlere karşı tutum ve tavırlar” da manevi toplulukların amacından saptığına dair işaretler taşıyabilir. Böyle hallerde grup, üye kazanmak için manipüle edici yöntemler kullanır; gerçekçi olmayan sözler verilerek insan avlanır. Bağlılık yemini ettirilir. Grup içi yaşantısı cennet, dış dünya cehennem olarak yorumlanır. Grubu terk eden üyeler kişiliksiz olarak lanse edilirler ve rahat bırakılmazlar. Eleştiri yöneltenler korkutulur. Tehditle, telefonlarla rahatsız etmek yoluyla, mahkemeler ya da fiziki saldırılarla susturulmaya çalışılırlar. Üyelerde takip edilme korkusu hâkimdir.
Werner Gross’un tehlike işareti olarak yorumladığı bu üç husus hakkında sanıyorum bir şerhe ihtiyaç yok. Geleneksel tasavvufi yapılarda ve kişilik olgunlaşmasını amaçlayan sağlıklı manevi gruplarda, gönül bağı ve özgür irade esas olduğundan, daha çok fanatik gizli örgütlerde görülen bu tür özellikler müşahede edilmez. Ama unutmamak lazım gelir ki, sağlıklı manevi topluluklar da en nihayetinde bir grupturlar ve bir grubun işleyişindeki dinamikler orada da geçerlidir. Grup içi dayanışma, liderin ve üyelerin birbirlerini etkilemesi, kendi grubunu dış dünyaya yeğ tutma, makul sınırlarda özveri, her grupta olduğu gibi sağlıklı manevi topluluklarda da olabilir.
Gross’un tehlikeli olabilir diye belirttiği bir hususu ise oldukça tartışmalı olduğu için en sona aldık. Gross, “Kişilik değiştirmeye ilişkin teknikler” adı altında, sürekli tekrarlanan tekerleme veya söz dizileri, meditasyon, hızlı nefes alıp verme vs. gibi, duyguları harekete geçiren, kişiyi kendinden geçirici ve bilinci değiştirici tekniklerden bahsediyor. “Yinelenen dengesizleştirme uygulamaları” dediği teknikler arasında oruç tutma, uykusuz bırakma, bedensel ve ruhsal aşırı yükleme, duyusal yoksunluğa tabi tutmayı bir arada sayıyor. Bu tasnif, oldukça sorunlu ve karışık… Duyusal yoksunluk ve uykusuz bırakmanın psikolojik sağlığı olumsuz etkilediği bilimsel olarak ispatlanmış olduğundan burada bir sorun bulunmuyor ama onları oruç gibi geleneksel ibadetlerle aynı yerde sıralamak kesinlikle uygun görünmüyor. Kaldı ki bugüne kadar kişiliği değiştirebilen bir teknik henüz keşfedilmiş değil…
Gross, manevi topluluklarda tehlike sinyali olarak yorumlanmaya müsait diye bu altı hususu sayıyor. Bir topluluğun bunlardan yalnızca bazılarını karşılıyor olması onun ille de tehlikeli olduğu anlamına gelmez, bu hususlar bir grupta ne kadar çoksa tehlikelilik ihtimali o kadar artar diye de ilave ediyor.
Bu bilgilerden sonra FETÖ’nün psikolojik bakımdan değerlendirmesine geçmeden önce manevi topluluklar ve psikolojik sağlık mevzuunda ülkemizdeki tek bilimsel yayından da kısaca söz etmek istiyoruz. Mehmet Ali Büyükkara’ya ait olan bu makalede ilgili literatürden de yararlanarak hayli önemli bilgiler sunuluyor.
“Böyle bir dinî grupta hayat, aynı zamanda mutlak otoriteye sahip bu lider etrafında döner. Bu kişi son karar merciidir ve onun talimatı grup mensuplarını bağlamaktadır… Her şeyden önce, bir liderin ilminin/bilgisinin vehbî (bahşedilmiş-ilham mahsulü) olduğu ön kabulü, çok önemli sorunlara kapı aralamaktadır… Bu bilgi kutsal sayıldığından, özellikle bunu şifahi olarak liderden (hocadan/üstaddan) alan seçkin talebeler de belli bir mazhariyete sahip olmakta, bu ‘aktarım’ böylece kutsal bir gelenek halinde sürdürülmektedir. Hatta hocayı seyretmenin bile bir bilgi akışı ve aydınlanma sağladığına inanılmaktadır. Hocanın bizzat kendisi ya da seçkin talebelerince yazıya dökülmüş malzemenin de kutsal addedildiği görülmektedir… Liderin rüyalarına da aynı gerekçeyle büyük değer atfedilmektedir. Önemli kararlar onun istihâresine göre şekil alabilmektedir…
Sağlıksız dinî liderliklerin teşhis edilmesi esasen hiç zor değildir: Benlik sevgisi marazî biçimde görünür haldedir. Yürüme, konuşma, selam verme tarzları arasında bu yönden uygunluk vardır. ‘Başkaları tarafından beğenilmek, önem verilmek’, bir beklenti halinde bütün hareketlerine yansımıştır. Etrafını kendi malı gibi görmeye başlamıştır. Aşırı tutkulara sahip olmuştur. Büyük bir hırsla maddi zenginliğin yollarını aramaktadır. Bu şekildeki megalomanik ve narsistik semptomlara bir de hezeyanlı paranoid bozukluklar refakat ediyorsa, patolojik durum cidden ağırlaşmış demektir…
Grup uyumu için ihtiyaç duyulan hiyerarşik itaat, grup baskısıyla telkin ve kontrol edilmekte, şura devre dışı kalmakta, ‘grup düşünmesi’ makul özeleştirilerin önünü kapamaktadır. İhdas edilen üstad silsileleri ve menâkıb edebiyatıyla taklitçiliğin önü açılmakta, bazı diyetler, nafile ritüeller, malî ödemelerle mensuplar bir takım müşterek fedakârlıklara zorlanmakta, bütün bunlardan oluşan grup geleneği sonradan ‘dinîleşmek’ suretiyle dinin asliyet ve sâfiyetini bozabilmektedir. Üyelerin gruptan ayrılışları da problemli olmaktadır… Grup liderlerine hak etmedikleri ölçülerde değer biçilmesi ayrıca önemli bir sorundur. Dinî metinlerin bâtınî yorumuna kapı açılması, liderlerin söz ve yazılarına kutsallık atfedilmesi, ‘seçkin talebeler’in statü bulması, ‘lider sünneti’ne işlerlik kazandırılması, dinî liderliğin yol açtığı muhtemel sorunlardan birkaçıdır…
Kimlik inşası ve bunun muhafazası için dinî grup, verdiği eğitim- öğretimde vazgeçilmez önceliklerini merkeze almaktadır. Dinî önceliklerin ihmale uğradığı bu eğitim sürecinin yanı sıra, ‘ikna iletişimini’ ilerletmek için mensuplar yoğun duygusal mesajların hedefi olmaktadırlar. Ateşli vaazlar, dansvarî gösteriler ve müzik bu duygusallığı sağlayan en uygun araçlardır. Liderin ‘göstererek’ öğretmesine dayanan karizmatik ikna usulleri, mensuplara uygulanan enformasyon kontrolü ve bazı beyin yıkama usulleri, tefekkür ederek öğrenme sürecinden mensupları mahrum etmekte, sağlıklı dinî eğitimin önünü kesmektedir.
Toplumsal felaket ve stres dönemlerinde ‘gerileme’ yaşayan dinî grupların liderliğinin mutlakçı bir kimliğe büründüğü gözlenmiştir. Ortak kimliğini sürdürmek ve ayakta kalmak için her şeyi yapma hakkına sahip olduğuna inanan grup tedhiş ve şiddet kaynağına dönüşebilir ve buna meşruiyet sağlamak için dinî-ahlakî normlar üretir. Yine gerilemeyle birlikte büyüsel, okült inançlar yaygınlık kazanır, olağanüstü ilahî lütuflarla sıkıntı sona ereceği büyük bir beklenti haline gelir. Mesiyanik tasavvurlar yerleşir.”
Büyükkara Hocanın bu makalesinde gerçekten de modern toplumdaki Müslüman dini grupların özellikle sağlıksız işleyişi konusunda çok önemli bilgiler var ama sağlıklı işleyiş, henüz tam manasıyla tarif edilmiş değil. Toptancı olmamak; dinlere, zamana ve topluma göre farklılıkları ortaya koymak ve özellikle “kült” denilen marjinal dini gruplar ile bir geleneğe, nispeten meşru bir bilgi ve tecrübe zeminine dayalı cemaatleri iyi ayırt etmek durumundayız. Din Psikolojisi ve Din Sosyolojisi alanındaki sağlam, titiz, objektif çalışmalarla, dini bir cemaatten ziyade modern bir kült niteliği gösteren FETÖ tipi yapıları, geleneğe dayanan veya inanç mücadelesinin tarihinde meşruluk bulan sahih toplulukları ayırt eden nitelikleri ortaya koymalıyız.
Yöntem sorunlarını, eksiklik ve zaafları ortaya koyduktan sonra artık militan bir ezoterik yapı olarak FETÖ’nün psikolojik değerlendirmesine geçebiliriz.
Modern Haşhaşilik: FETÖ
Şimdiye kadar anlatmaya çalıştığımız ezoterik yapılardaki sağlıksız özellikleri arasında birçok hususu ele aldık ama onların asıl ideallerinin iktidarı ve hatta dünya hakimiyetini ele geçirmek olduğundan hiç bahsetmedik. 15 Temmuz darbe girişiminin muharrik gücü ve temsilcisi olduğu artık ayan beyan olan FETÖ’nün ise ayırt edici özelliği bu noktadır. Kim bilir belki diğer ezoterik yapılarda da bu özellik, kendisini açık biçimde koyamamış, içkin bir husustur ama açıkça ortaya konulmadığından bilgimiz dahilinde değildir. 40 yıla yakın bir zamandır varlığını ve örgütlenmesini sürdüren FETÖ’deki bu özelliği de zaten 15 Temmuz sonrasında görebildik.
Maneviyata bakışı ve duruşu nasıl olursa olsun, her vatandaşın savunduğu fikirleri iktidar yapma arzusu vardır. Bu da onun hakkıdır, kimseye siyaset yasağı koyamazsınız. Lakin bunun yolu, hile ve entrikalarla devleti ele geçirmek değil bizatihi siyaset ise meşru olur. Manevi görünümlü, spiritüel uğraşlarla ilgileniyormuş gibi duran ama aslında ne pahasına olursa olsun iktidarı ele geçirmek isteyen yapılar, bunlardan değil… Bu nedenle FETÖ tipi yapıların temel fikriyatının “militan ezoterizm” olduğunu söyleyebiliriz. “Militan ezoterizm” kavramı, Lenin”’in ve Plekhanov’un sadece sosyalizmi kurmakla yetinmeyip tüm inançları yıkarak yerine materyalizmi yerleştirme amacını “militan materyalizm” olarak adlandırmasından esinlenmiştir. Daha sonra ayrıntılı biçimde ele alacağımız “militan ezoterizm” kavramı, kendine has ezoterik fikriyatını hâkim kılmak için ülkesindeki iktidardan başlayarak tüm dünya iktidarını başta zor olmak üzere her türlü yolu kullanarak ele geçirmeyi mubah ve meşru gören anlayıştır.
Maneviyatı kullanarak örgütlenen ve asıl amaçları iktidarı ele geçirmek olan Mesiyanik yapıları çok iyi tanımak, onlarla mücadele edebilmenin ilk şartı. Sözüm ona manevi amaçlı bu cinnet oluşumlarının hangisine baksak, benzer özellikler görüyoruz. Tarihte içinde iktidar ve dünya hakimiyeti amacıyla yola çıkmış ve mümeyyiz vasfının bu olduğu söylenen iki ezoterik yapı var. Bunlardan biri 11 Yüzyılda Selçuklu coğrafyasında görünen, İsmailiye mezhebine mensup Hasan Sabbah’ın Haşhaşilik olarak bilinen girişimiydi. “Haşhaşilik”, bu tür yapıların işleyişlerini ve toplumsal psikolojilerini çok iyi özetliyor. Nispeten iyi bilinen bu yapı üzerinde fazlaca durmayacağız ama lidere ve ideallere ölümcül bağlılığın, güçlü telkinatın ve adeta haşhaş yutmuş gibi kişilik metamorfozu geçirmenin simgesi olarak “Haşhaşi” tabirinin FETÖ için de uygun olduğunu belirtmekle yetineceğiz. Bizim araştırmamıza göre tarihteki ilk Haşhaşi yapı, 2500 yıl önce Yunanistan’da ortaya çıkan Pisagorculuk (Pythagorascılık). Pisagorculuğun incelenmesi, FETÖ hakkında da bazı anlayışlar ortaya koyabilecek niteliktedir.
Pers işgaliyle birlikte Milet Okulu ortadan kalktıktan sonra felsefenin yeni hayat sahası, o zamanlar Büyük Yunanistan denilen Güney İtalya civarı. Pythagorasçılık, Milet Okulu’ndan hemen sonra ortaya çıkan ilk mühim düşünce hareketi. Bu hareket, felsefe tarihinden daha çok inanç tarihini ilgilendiren özelliklerle dolu…
Pythagoras’ın matematik zekâsı ve bilgisi tartışılmaz ama onun bir de onun az bilinen bir yanı var. Pythagoras, İÖ 530’da,Kroton şehrinde kendi adıyla anılan bir tarikat veya cemaatin kurucusu. Antik Yunan filozoflarının büyük çoğunluğu gibi aristokrasi yanlısı, ama o, aristokrasiyi savunmakla kalmıyor, kendi inananlarıyla yeni aristokrasiyi de oluşturmak istiyor. Birçok yeri dolaşıp çeşitli gizleri, dinleri ve ilimleri öğrendikten sonra memleketi Samos’a geri döndüğünde, yönetici Polykrates ile anlaşmazlığa düşüyor, İtalya’daki Kroton kentine göç edip cemaatini kuruyor. Bu sıradan bir cemaat değil, iktidar olmayı ana hedef olarak belirlemiş bir siyasi topluluk aynı zamanda. O sıralarda Eski Yunan’da böyle birçok cemaat var ama onların iktidar hedefleri bulunmuyor.
Pythagoras, henüz yaşarken talebeleri tarafından efsaneleştiriliyor, buna ses çıkarmayıp tam tersine “ruh göçü” teorisiyle kapı aralıyor. Talebeleri, Pythagoras’ın Apollon olduğuna inanıyor. Heredot’un söylediğine göre ise kendisine Kronos diye tapılmaktaymış. Çok geçmeden ortalıkta Pythagoras’ın kalçasının altından olduğu, Nessos ırmağının Pythagoras’ı selamladığı gibi söylentiler dolaşmaya başlıyor.
Sayıların mükemmelliğine ve maddelerin ilkesi olabilecek kadar rasyonel gerçeklikler olduğuna inanan Pythagorasçıların bu inançlarını sarsan önemli bir darbe kendi içlerinden geliyor. Hippasos, irrasyonel sayıları keşfini dostları ile paylaştığında hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaşıyor. Öğretiyi temelden sarsan bu keşfin bedelini canıyla ödüyor. Bu tür gruplarda, inancı sarsmaya yönelik girişimlere karşı asla tahammül ve hoşgörü gösterilmiyor.
Pythagorasçılıkta, ateşi bıçakla karıştırma, terazinin üstüne basma, tekir balığından ve bakladan uzak durma ve et yememe gibi tuhaf yasaklar ve kurallar var. Grup üyelerini diğerlerinden ayırmak ve farklı kılmak için gerekli bu tür şeyler. Zaten cemaatin üyeleri talep ediyor bunu; aidiyet ve mensubiyetleri belli olsun istiyorlar. Saç, sakal, bıyık şekli, kıyafet tercihi, herhangi bir davranış kalıbı ve simgeler de bu amaçla kullanılıyor…
Pythagoras, hayatı Olimpiyat oyunlarına benzetiyor. Bu oyunlarda üç tür insan var ona göre. Oyunların olduğu meydana bir şey almak veya satmak için gelenler en aşağı tür. Ortadaki tür, Olimpiyatlara yarışmak için gelenler. En üst derece ise yalnızca yarışmaları seyretmek için orada bulunanlara ait. Pythagoras kendisini ve onda tanrısal özellikler gören cemaatini, “seyirci” olarak niteliyor. Hakikate ulaşmak için hadiseleri sadece temaşa etmek gerektiğini ama bu makama herkesin varamayacağını söylüyor.
Temaşa makamına ulaşmış ve Hakikatin istisnai bilgisine, “sır”ra sahip olduklarını sanıyor cemaat üyeleri. Daha girişten itibaren birçok ritüeller oluşturuyorlar. “Dostların malları ortaktır” sözü uyarınca yeni üye, mal varlığını cemaate bağışlıyor. Sonra 5 yıl deneme süresi başlıyor. 5 yıl boyunca bir perde arkasından Pythagoras’ın derslerini dinliyor ve kesinlikle konuşamıyor. 5 yılın sonunda uygun bulunursa cemaate kabul ediliyor ve Pythagoras’ı görme hakkı kazanıyor.
Hakikatin istisnai bilgisinin sırdaşlığı, çok ileri düzeyde bir grup narsisizmi ortaya çıkarıyor. Kendilerini sıradan insanlarla asla eş tutmuyorlar, seçilmiş olduklarına inanıyorlar. Diğer insanları küçümsüyor, alaya alıyorlar. Cemaatlerine verdikleri değer, kendi değerlerinin de bir göstergesi haline geliyor. Aralarındaki bağlar, içe kapandıkça güçleniyor, bu sahte süruru yıkmak neredeyse imkânsız hale geliyor. Sosyal ve siyasi yapıda söz sahibi olmayı arzu ettiklerinden grubu sempatik kılmak ve yeni destekçiler edinmek için çabalıyorlar. Giderek gruba bağımlı oluyor, bireysel otonomilerini neredeyse tamamen yitiriyorlar. Her türlü işlerinde (evlenme, boşanma, işe girme, seyahat, çocuk sahibi olma vs.) liderden veya gruptan onay alma ihtiyacı duyuyorlar.
“Sır” ve “iktidar” amaçlı örgütlenme, haliyle cemaat içinde katmanlı bir yapı doğmasına da sebep oluyor. Cemaat, iki farklı gruptan oluşuyor. “Akuzmatikler”, cemaatin sayısal olarak büyük kısmını teşkil etseler de belirleyici değiller. Onlar, yalnızca cemaatin kurallarına göre yaşamakla mükellefler, daha çok dersleri dinlemekle yetiniyorlar, kol gücünü oluşturuyor, verilen işe koşturuyorlar. Niye grupta olduklarını “olgunlaşmak, erdemli olmak, huzur vs” gibi sözlerle açıklıyorlar ve sahiden de amacın böyle olduğunu sanıyorlar. Zihinsel özerklikleri kalmadığından yapının hiyerarşisini sorgulamayı akıllarından bile geçirmiyorlar. Cemaatin beyni olan “matematikçiler” ise sırlara vakıf olan, merkezi öğretiyi ve hedefleri tamamen bilen üyeler. Herkes, bulunduğu aşamaya göre bir maske takıyor, takiyye yapıyor. Grubun tamamen dışında olandan grubun tamamen içinde bulunana doğru bir derecelendirme sistemiyle, kişilerin karşısında bu maskeler sırayla çıkartılıyor.
Hayatı temaşa ettiklerini söyleyen şakirdler, istenen güç elde edilince eyleme geçiyorlar. Kroton şehrinin önce ekonomisini, sonra idareyi ele geçiriyor ve diğer şehirlere yayılmaya başlıyorlar. Ama Pythagorasçılar, her şeyden çok istedikleri iktidarı bir türlü çok uzun süre ellerinde tutamıyorlar. Hayatın, toplumun içindeki güç mücadelesini, kendilerine karşı olanların tepki göstereceklerini hesaba katmıyorlar ve nitekim hemen ayaklanma ve isyan başlıyor. Kroton’da, ayaklanmadan kaçarak kurtulabilen iki kişi dışındaki bütün Pythagorasçılar öldürülüyor, her yerde kovuşturmaya uğruyorlar.
Cemaat, kurulduğu günden itibaren esas niyetinin ne olduğunu izhar etmiş olsaydı muhtemelen iktidarı ele geçirebilecek kadar ne yaşayabilirdi ne de gelişebilirdi. Onların felsefi ve manevi gibi görünen doktrinleri, daha ziyade iktidar amaçlarını gizlemek için bir örtü vazifesi görüyordu. Hayatın ve toplumun içindeki güç mücadelesine, siyasetin kendine özgü usul ve yöntemlerindense, bambaşka bir yoldan spritüel hilelerle ulaşmayı deneyebilirdiniz, bunda son noktaya kadar da gelebilirdiniz ama nihai başarı şansınız hiç ama hiç olamazdı. Pisagorcularla birlikte başlayan ve o günden beri, yani 2500 yıldır türlü çeşit kılıkta karşımıza çıkan Haşhaşi kafa, herkesin kolayca fark edeceği, bu basit gerçeği hiçbir şekilde göremiyordu. Şimdi de göremiyor. Her seferinde kendilerini aldatacak, iğrenç emellerini meşrulaştıracak bir gerekçe buluyorlar.
Militan ezoterizm ve spiritüel cinnet
İslam dünyası için konuşacak ve bir formülasyon yapmaya çalışacak olursak… “Militan ezoterizm” diyebileceğimiz aşırı-yoruma ve cinnete varan iktidar arzusuna dayalı oluşumları; geleneği, tarihi, yorumu dışlayan DAEŞ türü yapıları koyduğumuz ucun tam karşısına yerleştirebiliriz. Militan ezoterik topluluklara psikolojiden bakarak düşündüğümüzde, gözümüze ilk şunlar çarpıyor…
Her şeyden önce, bu tür grupların kimliklerinin diğerlerinden çok daha farklı bir biçimde oluştuğunu söylemeliyiz. Elbette her grubu, diğerlerinden ayırt ettiren kendine özgü bazı özellikler bulunur. Ama spiritüel cinnet gruplarında kendilerinin farklılığının mütemadiyen altının çizildiğine, bariz bir grup narsisizmi oluşturulduğuna ve kendi dışlarında kalan dünyaya karşı küçümseme ve nefret hisleri yayıldığına dair işaretler açıktır. FETÖ liderinin “Mesih”, grubun bizatihi şahsi manevisinin “Mehdi” olduğu şeklindeki, kulağımıza gelen rivayetler, böyle bir kolektif “özel misyon” hissi ve katı grup kimliği sınırları için yeter de artar.
Mesihlik ve Mehdilik konusunda ortaklaşılan ve belli ölçülerde toplumla da paylaşılmasında sakınca olmayan “sır”, aynı zamanda, bu uğurda her ne yapılacaksa, onun daha baştan meşrulaştırılmasına sağlam bir zemin oluşturuyor. Dahası, grup kaynaşmasını; birbirini hiç tanımayan, kişilik ve karakterlerini dahi bilmedikleri insanların arasındaki “kardeşlik” hissinin gelişmesini ve pekişmesini temin ediyor. Maddi ve manevi adanmayı kolaylaştırıp, hızlandırıyor. Örgütlenme, devlet de olduğu kadar toplumda da paralel zümreler meydana getirecek kadar güçlendiğinde, sadece “kendilerinden olanlar”ın elinden tutma, onlara yardım etmenin esas alınacağı bir davranış kalıbı ortaya çıkıyor. Kendi okuluna, kendi yurduna gitmekle başlayan motivasyon, yaygınlık kazandıkça, kendi bankası, kendi gazete ve televizyonu, kendi hastanesi ve sağlık kuruluşu, kendi taşıma, dağıtım ve turizm şirketi, kendi mağazalar zinciri ve sadece kendilerinden olan esnaftan alışverişe kadar uzanıyor.
Maddi ve manevi çıkarlar iç içe giriyor ve giderek ayırt edilemez hale geliyor. Açık biçimde yapılan haksızlıklar, hırsızlıklar, sonunda menfaat sağlayanın “dava” ve “kendilerinden” olması nedeniyle mazur görülüyor. Liyakat sisteminin canlarına okudukları halde, “adalet” diye bağırabiliyorlar. Bu tip ahlaki dejenerasyonlar ve hukuki ihlaller arttıkça, mafiyöz yapılarda gördüğümüz davranışlar ortaya çıkıyor. Ahlaksızlığa ve suça ortak olma duygusu, beklenenin aksine birbirlerine kenetlenmelerinin daha da güçlenmesini sağlıyor. Ve evrensel kural çalışıyor: Suç ne kadar artarsa, hiyerarşiye saygı ve itaat de aynı ölçüde artıyor. Liderlerine ve birbirlerine sıkıca yapışıyorlar.
FETÖ tipi örgütlerde, başka topluluklarda göremeyeceğiz istisnai haller ve davranış kalıpları ortaya çıkar. Dünyevi çıkar ile uhrevi kurtuluş ideali öylesine iç içe geçer ki, birbirlerini kollamak için her türlü hukuksuzluk ve ahlaksızlığı mubah hale getirirler. Ortak grup yaşantısı ve aynı lidere tapınma, üyeleri yüz ifadeleri, jest ve mimikleri açısından bile giderek birbirlerine benzeştirir ama aynı ölçüde bulundukları toplumdaki diğer insanlardan uzaklaşmaya başlarlar. Farklılaşmalarının görünür hale gelmesinin önüne geçebilmek amacıyla takiyyeye başvurmak zorunda kalırlar. En büyük takiyyeyi kendilerine yaparlar. Neresinden bakılırsa bakılsın bir gizli örgüt oldukları açık olduğu halde, bir dini cemaat ya da hayır amaçlı bir camia olduklarına inanmak için nefslerini zorlarlar. İçeride başka, dışarıda başka olan, takiyyeye dayalı bir yaşama tarzı, onların ahlak ve karakterlerindeki dejenerasyonun temelini oluşturur.
Dershanelerin, yüksek puan peşinde olan gencin ve çocuğuna dini eğitim aldırmak isteyen ebeveynin kullanılması… Üyelere yararlanabilecekleri bir çıkar ağı oluşturulması… “Türkçe Olimpiyatları”, Abant Platformu… Siyasete uzak olduğunu söyleyip her siyasi partide yer almaya çalışma… Tüm bunlar, paralel devlet yapılanması; özellikle eğitim, idare, yargı ve ordu ve poliste alınabilecek tüm yerlerin zapt edilerek son vuruşun yapılacağı, “nihai an”a hazırlanmak içindir. Önemli olan sadece budur. İktidarın üzerlerine yürüdüğü, kendileri için kriz dönemleri başta olmak üzere gizli kalabilmek esastır. Kendilerine farklı toplumsal ve siyasi kimlikler edinmeye, insanlarla oradan temas kurmaya çalışmak onlar için ayıplanacak değil takdire şayan bir davranıştır. Kâh bir tarikatın kâh bir partinin üyesiymiş, kâh kendilerine çok ters bir ideolojik akımın savunucusuymuş gibi davranıp ona uygun roller icra etmelerinde hiçbir sakınca yoktur.
Dünya hayatlarını bir yalan sahnesine çeviren şakirtler, iki şeyden asla vazgeçmezler. Vazgeçmeyecekleri ilk şey elbette, onları birbirlerine bağlayan sağlam tutkal olan “sır”dır. Liderleri belledikleri kişiye ve kendi topluluklarına ait bilgidir bu sır. İkinci olmazsa olmazları, kendilerine rakip olarak gördükleri manevi benzerlerine (FETÖ’nün haricindeki Müslümanlara) mütemadiyen düşmanlık üretmek, onların düşmanlarıyla her hal ve şartta işbirliği yapmaya hazır bir pozisyon almak ve her fırsatta işbirliği yapmaktır. Böyle bir davranış pusulasında elbette “vatan”, “millet”, “din kardeşliği” gibi kavramlara yer bulunmaz.
Militan ezoterizme dayalı spiritüel cinnet grubunun üyelerinde görülen en yıkıcı etki ise, öyle “beyin yıkanması” vs. gibi kavramlarla açıklanamayacak olan kişilik silinmesidir. Nasıl dünya hayatlarını bir yalan sahnesine çevirip çeşitli kimlikler içinde rol yapıyorlarsa, süreç içersinde onların gerçek kişilikleri de tedricen ortadan kaybolur. Kişilik, insan psikolojisinin en kalıcı yapısı olmasına rağmen beyin işleyişinin bozulduğu hallerde ve alkol ve madde kullanımlarında değişiklik ve bozulma geçirebilir. Militan ezoterik grupların üyelerinde de buna benzer bir kişilik dejenerasyonu hali ortaya çıkar. Kişilik özellikleri, sözüm ona Mesihlik ve Mehdilik gibi büyük ideallerinin baskısı altında silinip gider.
Öyle ki, 15 Temmuz darbe girişiminde örneğini gördüğümüz üzere sınırsız bir vahşet sergileyebilirler; iftira, yalan, tuzak, kumpas onlar için vaka-i adiye, sıradan davranışlar haline gelebilir. Ama gerçek kimlik ve ideal sahiplerinde gördüğümüz metanet, dirayet, cesaret gibi erdemlerin zerresini onlarda mikroskopla arasanız dahi bulamazsanız. Hayatları hayat, idealleri gerçek ideal olmadığı için gerçek kişiliklere karakterini veren erdemler onların hanesine uğramaz. Aileden getirdikleri sağlıklı özellikler ifsat olur, var gibi görünen erdemler de sathi ve halin icabı olup gerektiğinde tam tersi bir hale dönüşüverirler.
Kişiliklerindeki silinme, “nasıl oluyor da başkalarının haklarını kolayca görmezden gelen, liyakati tarumar eden davranışların içine battıkları halde ‘haram lokma yemedik’ diye ortaya atılıyorlar?” sorusunun da cevabıdır. Zihin işleyişleri ve düşünceleri, gerçek hayatın içinde yer alan gerçek insanlarınkine benzemez. Sürekli kendilerini temize çıkarmaya çalışır, hiçbir şey olmamış gibi yapar, kolayca yalanlar üretir, bir süre sonra kendi yalanlarına inanırlar. Mesela 15 Temmuz şanlı direnişine, bunların önde gelenlerinden birisi, “O gece sokakta olan Suriyeliler ve IŞİD elemanları… Suriyelilere işte bu yüzden vatandaşlık vermeyi planlıyor” diye yazabilir. Yalan olduğunu bilir ama önce diğer bağlıları inandırır, sonra kendisi de inanmış gibi yapabilir bu yalana. Sahip oldukları düşünce örgüsü, psikiyatri uzmanlarının ve kitaplarının bile bildiği formda değildir. Öyle ki, psikiyatri, hezeyan ile yalan arasında, ikisinin birbirine karıştığı ve ayırt edilmesi zor olan, belki “hezeyalan” diyebileceğimiz yeni bir semptom tanımlasa yeridir.
Örgüt içinde kimliklenmek
Bir süredir, basketbol hayatını ABD’de sürdüren Enes Kanter’in, FETÖ liderine dönük sevgi ve bağlılık ilanları gündemde yer alırken oğlunun kandırıldığını iddia eden baba Mehmet Kanter: “Enes’in FETÖ terör örgütü tarafından hipnotize olduğunu ve kullanıldığını düşünüyoruz. İnsanlar yanlışlıklar yapabilir. Yanlıştan dönmenin erdem olduğunu defalarca söyledik ancak ikna edemedik. Ben babası ve bütün Kanter aileleri olarak FETÖ terör örgütü tarafından yapılan çirkin darbeyi kınıyor ve lanetliyoruz. Enes’i başta ben babası ve Kanter aileleri evlatlıktan reddediyoruz” dedi. Bu evlatlık reddine Enes Kanter, tam da beklendiği şekilde, o kötü beceriksiz, belagat yapmaya çalışan, meydan okuma diliyle cevap verdi:
“Yaz tarih! Ey Kâinat duy sesimi. Bugün 24 senedir ana, baba, kardeş dediğim ailemi ve tüm akrabalarımı kaybettim. Kendi babam soy ismimi değiştirmemi istedi. Beni doğuran anne beni reddetti. Beraber büyüdüğümüz kardeşlerim beni artık yok sayıyor. Akrabalarım beni bir daha görmek istemiyorlar…
Hocaefendi yolunda anam, babam, kardeşlerim, tüm sülalem feda olsun. Bu dava uğrunda bir değil saçlarım adedince başım olsa yine veririm feda olsun. Rabbim benim ömrümden alsın her saniyesini yiğit hocama versin. Hizmet yolunda cennetim feda olsun, cehennemlere güler geçerim. Canım hocamın sevgisi ana, baba, kardeş bütün sevgilerin üzerindedir… Enes (Kanter) Gülen”
Baba-oğul gerçekte ne yaşıyorlar? Birbirlerine kamuoyu önünde böyle şeyler söylemekten ne murat ediyorlar? Bunları bilmemize imkân yok. Sadece hukuk sistemimizde ‘evlatlıktan ret’ diye bir müessese olmadığını, ebeveynin evladını ancak mirasından ıskat edebileceğini, bu didişmenin hukuki bir karşılığı bulunmadığını biliyoruz. Zaten baba ve oğul arasına daha fazla girmemizin bir manası da yok. Olup biten, bizi esasen, spiritüel bir cinnet örgütünün başarılı bir genç insanı ne hale getirebileceği açısından ilgilendiriyor. Bu örgütün nasıl olup da bağlılarının vicdanlarını ve kişiliklerini, battıkları onca ahlaksızlıktan sonra, bir de demokrasimize darbe yapacak, kendi halkına ateş açacak kadar silip ortadan kaldırabiliyor sorusuna, bir de Enes’in hikâyesini ekliyoruz.
Kişilikte böylesine büyük bir metamorfoz nasıl mümkün oluyor? Bu sorunun cevabı, örgütün yapısında ve liderliğinde olduğu kadar aynı zamanda kimlik inşasında yatıyor. Kimlik, insanın adeta ruhsal derisi durumundadır. Kimliğin bireysel ve toplumsal boyutu var; en hassas sinir uçlarını ise, etnik, dini ve milli kolektif unsurlar oluşturuyor.
Etnik kimliğin belirleyicisi ana dilin, örf ve adetlerin içine doğuyoruz. Toplumsal davranış ortaya çıkmasında dini kimlik de etnik kimlik kadar önemli. Dini kimlik unsurlarıyla da çok erken karşılaşıyoruz ve bu karşılaşma zihniyet ve davranış dünyamızı formatlıyor. Milli kimliğimizin oluşumunda daha ziyade eğitimin payı bulunuyor. Sonuç olarak temelleri, yaşamımızın ilk yıllarını geçirdiğimiz aile ortamında atılan kimliğimiz, esasen ergenlik ve gençlik dönemindeki arkadaş ve yaşam çevresi tarafından şekillendiriliyor. Aramızda birçok farklılıklar olmasına rağmen, er veya geç toplumun ortak bilgi havuzuna dalabiliyor, benzerliklerimizi görüp kolayca “biz”leşebiliyoruz.
Ne ki bazılarımızın kimlikleşme serüvenleri, böyle olmuyor. O bazılarımız, etnik ve dini kimlikleri, toplumun genelinden farklı olarak, örgütsel yapılarda formatlananlar… Deyim yerindeyse örgütsel yapıların içine doğanlar; bir örgütün ideolojisini etnik ve dini kimlik diye benimseyenler… Elbette modern zamanlarda her toplumda, çocuklarını kendi inançlarına göre yetiştiren, genele göre marjinal kalan kesimler var ama bizde durum biraz daha farklı. Örgütsel yapıların içinde kimliklenenler, diğer toplumlara göre hayli fazla. Dünyanın en büyük etnik ve spiritüel terör örgütleri bizde. Bazı aile ve ortamlarda kolektif kimlikler, bu şekilde biçimleniyor. Buralarda yetişenlerin milli kimlikleri de doğal olarak ya olmuyor ya pek zayıf kalıyor. Nedenlerini ayrıca tartışabiliriz ama kabul etmeliyiz ki, bu ülkede kolektif kimliklerin inşasında, toplumun genel akışından oldukça farklı bir işleyişe sahip olan örgütsel yapılar, özellikle FETÖ çok etkin. Bu tabloya bir de yokluktan, yoksulluktan ya da sınav kazansın diye ergenliklerinin baharında FETÖ’nün kucağına teslim ettiğimiz çocuklarımızı da eklersek, manzaranın dehşetini daha iyi anlarız. Bizim dinimiz, milletimiz için ancak yapacaklarımızı, onlar hocaları için kolayca yapabilecek durumu getiriliyorlar. Enes Kanter’in cinnete hazır haleti ruhiyesinde, halkına ateş açan asker kılıklı teröristin acımasızlığında, maalesef onları evlatlıktan reddetmekle geçmeyecek sorumluluklarımız var.
Kaynaklar
Beyazyüz M. “Pisagorculuk”. Almıla, Yaz 2009 “Dinde siyasette cemaat”.
Büyükkara M.A. “Dini grup yapılarında dine ilişkin muhtemel anlama ve temsil sorunları”. http://www.usuldergisi.com/img/_2123341552013_.pdf
Ceylan C. Dergah’tan Akademi’ye Rifailik ve Kenan Rifai. Akademi Titiz Yayınları, İstanbul, 2014.
Çınar M. Tarihte ve Günümüzde Mehdilik. Rağbet Yayınları, İstanbul, 2013.
Göka E. Toplum ruhsal bir hastalığa yakalanabilir mi? Stratejik Analiz, Temmuz 2001, 15: 157-161. ayrıca Virgül, Eylül 2001, 43:13-17
Göka E. İnsan Kısım Kısım: Topluluklar, Zihniyetler, Kimlikler. Aşina Kitaplar, Ankara, 2006
Göka E. Yedi Düvele Karşı:Türklerde Liderlik ve Fanatizm. Timaş Yayınları, İstanbul, 2009.
Göka E. Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları. Kapı Yayınları, İstanbul, 2016.
Gross W. “Tarikat ve ibadet gruplarının yıkıcı olma niteliklerini değerlendirici psikolojik kriterler”. Çev. R.S. Uluç, Türk Psikoloji Bülteni 4 (9) 103-106.
Krupkaya N. “Lenin’in ‘Militan materyalizmin Önemi Üstüne’ makalesine ilişkin anılar. http://kutuphane.halkcephesi.net/Krupskaya/krupkaya_3.htm
Lasch C. Narsisizm Kültürü. Çev. S. Öztürk, Ü.H Yolsal, Bilim Sanat Yayınları, İstanbul, 2006.
Lewis B. İslam’da Radikal Bir Tarikat. Çev. K. Sarısözen, Kapı Yayınları, İstanbul, 2016.
Oruç Bey. Tevarih-i Ali Osman. Yayına Haz. N. Öztürk, Bilge yayınları, İstanbul, 2014.
Özalp Ö.H. Elbistanli-Nakiboglu-Kadi-Mustafa-Kamil-Efendi. Özgü Yayınları, İstanbul, 2007.
Plekhanov G. Militan Materyalizm: Bay Bogdanov’a Cevap. Çev. M. Korkmaz, Ser Yayınevi, İstanbul, 1977.
Robins R.S, Post J.M. Politik Paranoya: Nefretin Psikopolitiği. Çev. İnci Kurmuş, Doğan Yayınları, İstanbul, 2001.
Türkoğlu E. Hasan Sabbah: Alamut Kalesi ve Cennet Fedaileri, Tutku yayınevi, Ankara, 2013.
Twenge J.M. Ben Nesli. Çev. E. Öztürk, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2009.
Willey P. Alamut Kalesi Haşhaşiler, Hasan Sabbah ve Fedaileri. Çev. İ. Kaya, Nokta Yayınları, İstanbul, 2012.
“Farklı Boyutlarıyla FETÖ/PDY” içinde. DİB Yayınları, Ankara, s.193-223.