Modernlik, insan-merkezli mi?
İslamiyet’in yayılma hızı, çok kısa bir sürede tüm Asya, Afrika ve Avrupa’nın güneyine ulaşması ve birçok kültürel renk farklılığını içeren bir medeniyete dönüşmesi hala şaşkınlık uyandırıyor. Ama kabul etmek gerekir ki, sömürgecilik ve emperyalizm gibi yollara başvursa da modernliğin başarısı da olağanüstü. Üç yüz yıl içinde Avrupa’dan tüm dünyaya yayılma istidadı gösterebildi ve hala artarak büyüyor. Modernlik sadece farklı coğrafyaları ve kültürleri aynileştirmekle kalmıyor, yaşama tarzında galebe çaldığı yerlerde kendi insan tasavvurunu da hâkim kılıyor. Modernliğin Hıristiyanlık inancıyla irtibat noktaları henüz tam manasıyla aydınlatılamamış bir konu lakin “Avrupa merkezli” bir uygarlık olduğu tartışma götürmez.
Modernlik, “Avrupa merkezli” olmasının yanı sıra “insan-merkezli” olarak nitelene geldi. Gerek insan aklı ve emeği odaklı bakış açısı gerek insan hakları, özgürlükler ve demokrasi söylemleri, bilim ve teknolojinin insan hayatını kolaylaştırıcı, sağlığını ve ömrünü artırıcı etkileri nedeniyle böyle deniyordu. Son 20-30 yılda olup bitenlere bakarak, kendi adıma artık modernliğin “insan-merkezli” bir uygarlık olduğunu düşünmüyorum. Anlatmaya çalışayım.
Modernliğin insan tasavvuru, son yıllarda akademide “insan-sonrası” (post-human) ve “insan-ötesi” (transhuman) görüşleri altında yeniden tartışmaya başlandı. Kimileri yeni bir humanizmden bahsederken birçokları, “insan”ın ve “tarih”in bittiğinden söz ediyor. Biz bu tartışmaları ve tavrımızı sonradan “İnternet Ve Psikolojimiz: Teknomedyatik Dünyada İnsan” kitabına aldığımız (https://www.yenisafak.com/yaza… gibi) yazılarla aktarmaya çalıştık. Modern yaşama tarzının ve insan tasavvurunun şöyle veya böyle Müslüman dünyada da etkin olması nedeniyle bu tartışmalara bigâne kalmamamız gerektiğini söyleme gayreti içinde olduk. Ne mutlu ki, gelişmeleri yakından takip eden bazı akademisyenler de durumun farkında. İLKE ve İlmi Etütler Derneği, konuyla ilgili çalıştaylar düzenliyor, kitaplar yayınlıyor. Son kitapları “İnsanı Yeniden Düşünmek”in editörü de olan Lütfü Sunar hocanın, kendi makalesinde ifade ettiği düşünceler ve ulaştığı sonuçlar, benim modernliğin neden aslında insan-merkezli olmadığı fikrimi açabilmeme de bir imkân hazırlıyor.
Lütfu Sunar hocanın “Modern zamana geçerken bedenleşen insan: John Locke’un beden, emek ve mülkiyet kuramının bir eleştirisi” adlı makalesi, tek kelimeyle fevkalade. Başlığın tüm muhtevasını ziyadesiyle işleyip tüketiyor. Meraklısına ısrarla öneririm. Ama benim için makale, “Aydınlanma düşüncesinin gerçek kurucusu”, “modern düşüncenin ortak atası” diye anılan Locke’un düşüncelerinde tenakuz gibi duran temaların aslında diyalektik bir bütünlük oluşturdukları teziyle ayrıca önem kazanıyor. Şöyle ki, Locke, insanın kendi bedeni üzerindeki dolaysız egemenliğine dayandırdığı mülkiyet hakkını, yaşam hakkı ve özgürlükten bile daha önemli görür ve sosyal sözleşmenin temeline oturtur. “Doğa durumu” ve “doğal hukuk” anlayışının pirlerinden olan üstadın emek değer teorisi, klasik ekonomi politiğin, sivil toplum anlayışı ise liberal demokrasilerin esasını oluşturur. Buna rağmen Locke, düşüncesinin diğer tarafında toplumsal bir evrim anlayışına sahiptir. İnsanla ve haklarla ilgili söyledikleri bu yüzden sadece batılılar için geçerlidir. Batı dışında kalanların önce ehlileştirilmeleri gerekir. Bu yüzden dönemindeki köleliliği ve sömürgeciliği meşrulaştırmış, bununla kalmayıp bizzat köle ticaretine katılmıştır. Tenakuz sanılan, araştırmasının başlangıcında Lütfü Sunar hocanın da öyle gördüğü yer burasıdır. Nasıl olur da liberal insan hakları anlayışının temellerini atan bir teorisyen aynı zamanda kölelik ve sömürgeciliği de savunabilir? Oysa bunda şaşılacak bir şey olmaması gerekir. Bugünlerde gayet net ve açık biçimde görüyoruz ki, bu durum, batı zihniyetinin aslı esasıdır.
Benim modernliğin aslında insan-merkezli olmadığı şeklindeki tezim de Sunar hocanın Locke’dan giderek modernlikte saptadığı duruma hayli benziyor. Modernlik, insanı öne çıkartıyor gibi görünse de insanı tahrip edici bir yan içeriyor. Bu yan, modernlik ve kapitalizmde geleneksel değerlerin ve aile gibi yapıların güç kaybetmesiyle ilgili değil yalnızca, doğrudan doğruya temel düşünce yapısıyla da irtibatlı. Bu yan; dünyanın âlemin merkezinde olmadığı teziyle Kopernik’in, insanın varlıklar hiyerarşisinin en üstüne bir gaye ile konulmayıp evrimin doğal neticesi olduğu teziyle Darwin’in ve onlardan sonra bilincin değil bilinçdışının esas olduğunu vurgulayan kendi psikanalizinin insani narsisizme darbe indirdiğini söylerken Freud’un işaret ettiği yan… Bugün insanın bir özü olmadığını, tarihin bittiğini ve insan-sonrasına gelindiğini ileri süren teorilerin revaçta olmasının nedeni modernliğin bu yanı… Biz ise insanı hala, diğer hiçbir varlığın kabul etmediği emaneti üstlenen, ahseni takvim üzere yaratılmış, eşrefi mahlûkat olarak görüyoruz ve modernliğin bu tahripkâr yanıyla epeyce işimiz var!
Kaynak: Yeni Şafak