Neden öfkemizi bir türlü yenemiyoruz?
Peki, madem bu kadar zararlı ve hiç değilse bu dert kronikleşmeden, henüz başlangıçta bunu biliyoruz, neden o zaman öfkemizi yenemiyoruz? Öfkeye sahip çıkmamızın, onu bırakamamamızın birçok nedeni var:
Ya öyle öğrenmemizden ya da önceden haklı çıktığımız bazı denemelerimiz nedeniyle sanıyoruz ki, “Yeterince kızdığımı gösterebilirsem, sonunda benden korkup çekinirler ve sonunda isteğimi yaparlar.” Zaten bu dünyada herkes, başkalarını kontrol altında tutmak, herkese istediğini yaptırmak peşinde değil mi? Bu muhteşem (!) gücü bize öfke sunuyorsa ondan neden vazgeçelim?
Öfke sayesinde çoğu kere sorumluluğu başkasının üzerine atarak, başkalarını suçlayarak kendi davranış ve tercihlerimizin sorumluluğunu almaktan kaçınıyor olmayalım? Eğer öyleyse neden öfke müptelası olduğumuzu anlamak zor olmasa gerek…
Öfkelerini arada bir kılıç çeker gibi çekiverenler, sakız patlatır gibi patlatıverenler, acaba temel iletişim becerilerini bir türlü öğrenemeyen zayıf iletişimciler olmasın? Etkin iletişimi başaramayanların hem kendilerine hem başkalarına yoğun öfke duydukları öteden beri bilinen bir husustur. Ne yapıp edip duygularımızı paylaşmayı, açık-net konuşmayı, istek ve ihtiyaçlarımızı dile getirebilmeyi, “Ben” diye söze başlayıp söylediklerimizin sorumluluğunu üstlenmeyi, etkin dinleyici olmayı öğrenemezsek öfkeyle daha uzun süre dost kalacağız demektir.
Bilen bilir, anlayan anlar, dikkatli bakan herkes görebilir: Öfke bir “duygu kalkanı”dır. O kadar gürültülü ve güçlüdür ki; başka şeyleri görmenizi engeller. Sevgi ve yakınlık duyma arzusu, endişe, üzüntü gibi taşıması ve ifade etmesi çok daha zor başka duyguların görülmesini engelleyen, dolayısıyla insanlardan kaçmayı sağlayan bir sis perdesidir. “Öfkeli” olmakla bilinen insanlar nezdinde öfke, âdeta tek meşru duygudur. Onların dünyasında bir zayıflık işareti diye bilinen endişe, üzüntü, utanç, suçluluk ve mutluluk gibi “banal” duygulara yer yoktur. “Kimse üzüldüğümü, ağladığımı görmemeli ama öfkemi görmek serbest!” diye düşünürler.
Öfkesini, gerek doğduğu yeri, gerek anne-babasının özelliklerini öne sürüp “Bu benim huyum!” diye sunmuş olanlar, kendi kendilerini takdimlerinin kurbanı olarak öfkelerine mahkum kalabilirler. Öyle ya, aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık; bıraksan bir türlü, bırakmasan bir türlü… Öfkemiz artık bizim bir parçamız olmuş, onsuz kimliğimizin, kişiliğimizin bir yanı eksik kalır en iyisi bırakmamak…
Öfkeyi denetlemeyi öğrenmemişsek, içimizde bir yanma hissiyle başlayan öfke bulutlarının neden olacağı sel basmalarına hazır olmamız gerekir. Öfke bir merdiven gibidir. En yukarıda artık taşmış, sel haline gelmiş, gözü dönmüş hiddet bulunur, aşağıya doğru şöyle sıralanır: Kısmen kontrol edilebilen şiddet, üzerine gitmek ve engellemek, talepler-tehditler, küfür edip, bağırıp çağırmak, suçlayıp karalamak, ilgisiz görünmek, sinsi öfke… Dikkat edilecek olursa yukarıya doğru tırmandıkça giderek zorlaşsa bile, sel haline gelmeden, ok yaydan çıkmadan öfkeyi denetleyebilmek mümkündür. Ama onu önceki basamaklarda tanıyıp söndürebilecek, yaz yağmuru çiselemesi gibi geçiştirmeyi sağlayacak bir ego gücü gerekir. Bu güç çoğumuzda vardır ama potansiyelimizi harekete geçirmeyi öğrenememişsek bir süre sonra bu gücümüzün olmadığına kendimiz de inanmaya başlarız.
(Bu yazı, Doç. Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte yazdığımız Kapı Yayınları’ndan çıkan GEÇİMSİZLER kitabından alınmıştır.)