Prof. Dr. Erol Göka: Türkiye, Merhamet Medeniyeti Umudunun Çiçek Tarlasıdır
Ülkemizin saygın organik aydınlarından Dr. Erol Göka*, sadece mesleği olan Psikiyatri alanında değil, insana ve topluma dair temel sorunlara olan ilgisi ve özgün fikirleri ile biliniyor. Varoluşsal psikolojiden sosyal ve siyasal teorilere uzanan geniş ilgi alanında bir çok özgün çalışması olan ve tabir caizse bu ülkenin ruh köküyle modern dünyanın sorunlarını kendi inanç ve değerlerimiz temelinde terkib edip derin bir entelektüel yolculuğa çıkaran Sn. Göka ile, insana, insanlığa, medeniyete, maneviyata, ülkemize ve geleceğe dönük geniş bir fikir turu yaptık. İlginize sunuyoruz.
Sayın Göka, Hoşçakal isimli kitabınızda ölüm ve fanilik; Hayatın Anlamı Var mı?’da anlam, anlamsızlık ve özgürlük; Yalnızlık ve Umut’ta ise insanın nihai tek başınalığı, yabancılaşma, umut ve yönelmesi gereken menzilleri ele alıyorsunuz. Batı’da varoluşçu yaklaşımın üzerine bina olduğu ana temaları tartışıyorsunuz. Kalpten/Varoluş merkezimiz Kalp ve temel eylemi merhamet isimli kitabınızda ise, batı düşüncesinde yer almayan ‘kalp’ kavramına odaklanıyorsunuz. Kalp üzerinden akıl, adalet, merhamet, iyilik, aşk, sevgi gibi duygu ve erdemleri yorumluyorsunuz. Kalbi merkeze alan bu yaklaşımınızın nedeni neydi? Varoluşçu felsefeler hatta genel olarak modern düşünce kalp ile kastettiğiniz manalardan neden kopuktu?
Öncelikle gayet güzel özetlediğiniz çalışmalarımda incelenen temaların önemli bir kısmının aslında varoluşçu felsefe ve psikoloji tarafından sıkça gündeme alınmış olduklarını belirtmeliyim. Evet, ben kendimi batılı düşünce (felsefe ve psikoloji) içinde en çok varoluşçuluğa yakın görüyorum. Hatta varoluşçuluk ve ekolojik yaklaşımları, Batı’da modernlik boyunca ortaya çıkan menfi gelişmelere karşı en samimi muhalif anlayışlar olarak değerlendirdiğimi de belirtmeliyim. Ancak iki noktayı özellikle vurgulamalıyım. Birincisi, varoluşçulukla aramızda olan, yalnızca bir yakınlıktan ibarettir. Bu yakınlık, onların her söylediklerinin altına imzamı attığım anlamına gelmediği gibi özellikle Jean Paul Sartre adı etrafında toplanan ateist varoluşçulukla aramızda benzerlikten ziyade farklılık vardır. Ama varoluşçuların insanın diğer varlıklar karşısında ayırt edici özelliklerinin ne olduğu ve insan olmanın getirdiği evrensel varoluşsal problemlere yönelik geliştirdikleri kavramların ve fikirlerin gerçekten ufuk açıcı olduğunu, buradan yola çıkarak batılılara kendilerini ve kendimizi daha iyi ifade edebileceğimizi düşünüyorum. İkincisi, bir Müslüman olarak elbette bana kendi inancım ve fikriyatım yeterlidir. Nihayetinde kendimi “varoluşçu Müslüman” diye değil yalnızca “Müslüman” olarak tanımlıyor, varoluşçuluğun yalnızca batılı düşünce, felsefi ve psikolojik yaklaşımlar içinde yakın hissettiğim ekol olduğunu söylüyorum.Hal böyle olunca ister istemez, Müslüman kültürde yaşıyor olmaktan ve zihnimin ona göre bir işleyiş içinde bulunmasından kaynaklanan konumumun bana bir avantaj sağladığı fikrine sahip bulunduğum kanaati ortaya çıkıyor. Varoluşçulara “Siz insana ve hayata dair kabul edilebilir tespitler yapıyorsunuz, modern zihne ve psikolojiye yönelttiğiniz eleştiriler yerli yerinde lakin tüm bunlar, doğaları gereği eksik kalıyor. Eğer insana ilişkin gerçekten samimi bir bakış içerisindeyseniz, insan varoluşuna diğer kültürlerden getirilen açıklamalara da kulak vermek durumundasınız. Mesela Müslüman kültür dairesinde, sizin dile getirdiğiniz ölüm, özgürlük, yalnızlık, anlamsızlık gibi temalar, sizin fikriyatınızdan daha sağlam ve ihatalı bir biçimde anlaşılacak bir çerçeveye ve yaşantıya sahip olduğu gibi, “kalp” “ibadet” gibi sizin artık yabancısı konumuna düştüğünüz kavramlar vardır. Varoluşçuluğun kapsamını ve derinliğini genişletmek için bunları araştırmalısınız” diyorum. Uzunca bir zamandır çalışmalarımda ele aldığım konularla bir yandan kendi aydınımıza varoluşçuluğu anlatırken aslında içten içe batılı varoluşçularla konuşmaya, onlara bunları söylemeye çalışıyorum. “Psikoloji Varoluş Maneviyat” kitabımda bu söylediklerimi kendi mesleğim açısından somutlaştırmak çabasındaydım.
‘Bilim ve din, felsefe ve ilahiyat arasındaki köprülerden bahsederken şöyle şeyleri dert ediyorum: Modernliğin, modern bilim ve teknolojinin birçok tartışmasız faydasının yanı sıra insanın anlam dünyası, yaşama kalitesi ve tabiatla ilişkilerinde yaptığı tahribatı görenler, haklı olarak itiraz ediyor ama haksız olarak toptancı bir biçimde bilimsel çabaları da silmek istiyorlar. Oysa insanın, şeyler arasındaki ilişkilerin, işleyişlerin maddi bağlantılarını ortaya koyma ve bu bilgiye dayanarak geliştirilen bir teknikle yaşam dünyasını zenginleştirme çabası olarak bilim asla dinle çelişmez.
Batılı varoluşçuların bir eksikliği de eleştirilerinin yalnızca modernlikle sınırlı kalması, geleneksel dünya insanının bakış açısının ve kavramlarının bir türlü gündemlerine girmemesidir. Bazılarının bunu aşmaya çalıştıkları doğru ama onlar da daha ziyade Hinduizm, Budizm gibi sekülerlikle kolayca eklemlenebilecek alanlardan gelen seslere kulak kabartıyorlar. Batı akademisinin ve düşünce dünyasının Müslüman dünyayı görmezden gelme tavrı onlarda da sürüyor. Oysa bana göre geleneksel dünyanın bakış açısını en sahih biçimde Müslüman âlimler temsil ediyorlar, üstelik başta Eski Yunan olmak üzere kadim düşünceyle etkileşimden asla vazgeçmiyor, onları yok saymıyorlar.“Kalp” ve “kalple akletmek” kavramları, tüm bunları dile getirebilmek için anahtar niteliği gösteriyor. Bazıları, geleneksel dünyada ve Kuran-ı Kerim’de kalp bahsinin basit bir tıbbi hata olarak yer aldığını, modern bilimdeki gelişmelerle bu hatanın düzeltildiğini ileri sürüyorlar. Sanıyorlar ki, düşünce organımızın beyin olduğunu kadim dünyanın insanları bilmeden, cahilane biçimde konuşuyorlar, kalbe olmadık hasletler yüklüyorlar. Elbette modern bilim ve tıp sayesinde insan beyninin işlevlerini ve bir dolaşım sistemi organı olan kalbin çalışmasını, işleyişini çok daha iyi biliyoruz. Bizim bilmediğimiz ve gereksiz biçimde üstünlük tasladığımız husus, geleneksel dünyadaki paradigmanın modern zamanlardan tamamen farklı olduğu, biz modernlerin pek aklımıza düşmeyen, şu fani dünyada, erdemli bir insan olarak en iyi nasıl hayat süreceğimiz meselesinin onlar için belirleyici niteliğiydi. Akıl tartışmasını da buna göre sürdürdüler. Beynimizin kafatasımızın içinde işe yaramayan peltemsi bir oluşum olduğunu hiçbir zaman düşünmediler, insan beyninin bize katkılarının farkındaydılar ama onları, ahlak ve erdemler daha çok ilgilendiriyordu. İnsanı insan yapan asıl özelliklerin hakikat arayışı (epistemoloji), etik ve estetik olduğunu, bu hususiyetlerin beyin araştırmalarıyla ortaya konamayacağını zira verili, ontolojik özellikler taşıdıklarını düşünüyorlar, bunları ifade edebilmek için göğüs kafesimizin içindeki organın haricinde manevi bir kalpten bahsediyorlardı.Ben de çalışmalarımda modern bakışın ürettiği bilgiye esasen bir itirazımız olmadığını ama bu bilgilerin insana ve insanlığa yıkıcı özelliklerinin ortadan kaldırılması için bir süzgece ihtiyacımız bulunduğunu anlatmaya gayret ediyorum. Eskilerin “kalp” dedikleri işte bu süzgeç olduğunu göstermeye, varoluşçulara kalbi anlamazsanız söyledikleriniz boşa çıkar, bir zemin bulamaz demeye çalışıyorum.
Nasıl diğer erdemlerin aslında merhametten köken aldığı ileri sürülüyorsa sevgi ve aşk da pekâlâ merhametin türevleri olarak ele alınabilir. Kalp ve temel eylemi merhamet sayesinde yan yana gelmelerinden öcü gibi korkulan psikolojik bilimler ve ilahiyat arasında sağlıklı ve sağlam bir ilişki için imkân doğabilir, diyorsunuz. Bu bağlantı neden önemli? Genel olarak bilim ile din, felsefe ile ilahiyat arasında o kadim tartışmanın sağlıklı bir terkibe kavuşabileceğine inanıyor musunuz?
Evet, kalp üzerine inceleme ve düşünmelerim sırasında idrak ettiğim şeylerden birisi de kalbin en önemli işlevinin merhamet olduğu, merhametin de diğer tüm erdemlerin temelinde bulunduğuydu. Bunu “Kalpten” kitabında uzun uzun ele aldım. Sorunuza gelecek olursam. Elbette onları birbirine özdeşleştirmeden, birbirlerini inkâr etmelerinin önüne geçerek bilim ve din, ilahiyat ve felsefe arasında sağlam köprüler kurulabileceğine, buna imkan olduğuna inanıyorum. Yok yok, kastım, “kutsal kitaptaki şu ayette ileri sürülenleri bu bilimsel araştırma doğruladı” gibi tezler öne sürmek değil, hatta bu konularda tam tersini, bilimin ve dinin pek de öyle birbirlerinin alanlarına girmemeleri gerektiğini düşünüyorum.Bilim ve din, felsefe ve ilahiyat arasındaki köprülerden bahsederken şöyle şeyleri dert ediyorum: Modernliğin, modern bilim ve teknolojinin birçok tartışmasız faydasının yanı sıra insanın anlam dünyası, yaşama kalitesi ve tabiatla ilişkilerinde yaptığı tahribatı görenler, haklı olarak itiraz ediyor ama haksız olarak toptancı bir biçimde bilimsel çabaları da silmek istiyorlar. Oysa insanın, şeyler arasındaki ilişkilerin, işleyişlerin maddi bağlantılarını ortaya koyma ve bu bilgiye dayanarak geliştirilen bir teknikle yaşam dünyasını zenginleştirme çabası olarak bilim asla dinle çelişmez. Dikkatini daha ziyade “nasıl” sorusunun cevabına vererek çalışır bilim insanı. Ancak modern bilimin göz kamaştırıcı başarıları, maalesef tüm hakikat arayışının, etik ve estetik değerlerin de tamamen bilim üzerinden yürütülmesi gerektiği anlayışına yol açtı. Bilim, “nasıl”ı bıraktı, “niçin”e cevap vermeye çalışmaya başladı, önce dini ve ilahiyatı, sonra da felsefeyi işlevsiz hale getirmeye kalktı. Bunlar hayli gereksiz, tarihin ve insanlığın renksizleştirilmesi, grileştirilmesi, anlamsızlaştırılması dışında sonucu olmayacak girişimlerdi…Bilimin kapitalizm koşullarında üretilmesi, sorgulanamaz, dizginlenemez bir teknolojiye sebep olarak ilk bakışta görülmeyen handikaplar ortaya çıkardı. Artık nasıl yaşamamız gerektiğini de “iyi hayat” meselesini de kapitalist rekabetin sonuçlarına göre düşünüyor, ona göre çözdüğümüzü sanıyoruz. Tüm bu olup bitenler, aslında siyasal alandaki demokrasi ve özgürlükler tartışmasını da boşa çıkarıyor. Zira siyasal alan, çoktan kapitalist rekabetin ve teknolojik aklın basit bir meşrulaştırılma sahasına dönmüş durumda ama içeridekiler yani siyaset profesyonelleri farkında bile değiller.Sonuç olarak bir bilim eleştirisine, bilimin sınırları tartışmasına ihtiyacımız var. Bu ihtiyacı ancak “niçin” sorusunun gerçek sahibi olan felsefe ve ilahiyat giderebilir. Bilim dünyası da bilimden değer üretme gibi beyhude bir çabadan vazgeçmeli, nasıl hayatın içinde sanatın, hukukun ve siyasetin yerini almaya çalışmıyorsa (inşallah öyledir) akademide ve düşünce dünyasında da felsefe ve ilahiyata yer açmalı, varlıklarını onaylamalı, takdir etmelidir.
Akıl kavramı da başka bir tartışma konusu. ‘Geleneksel dünyada, mantık yürütme, nedensel bağlantılar kurma, işlem yapma sırasındaki düşünce ile ahlâkî karar verme sırasında yürürlükte olan düşünme (akıl) arasındaki fark sürekli korundu. Özellikle ahlâkî akıl yürütmenin, yargılamanın beyin değil kalp tarafından yapıldığına inanıldı.’ Öte yandan, Kur’ân’daki “kalb” kavramı -kalple akletme-akleden kalp-“logos”tan çok daha derin, kuşatıcı ve berrak anlam alanına sahip, yani “pathos” ve “ethos”u da kapsıyor. Modern bilimin bu kalp yerine beyin merkezli biyolojik akıl tanımı üzerinden ilerleyip geliştiğini ve geleneksel akleden kalbin bilim yapıcı olmaktan çok ahlaki bir yargı varsayımı olduğu iddiasına ne dersiniz?
“Kalpten” kitabının temel iddiası, ilk sorunuzda anlatmaya çalıştığım gibi tamamen budur. İnsanı insan kılan epistemolojik, etik ve estetik hususiyetlerin ontolojik yani insanın yapısı gereği oldukları, asla modern bilimsel araştırmayla tamamen tüketilemeyecekleridir. İnsan, yapısı gereği hakikatin peşine düşer, her kararında ister istemez ahlaki yargı içindedir ve güzeli arar. “İyiye, güzele, doğruya” diye bilinen son zamanlar dışında insanlık tarihi boyunca bize yön veren motto da bunu kast etmektedir. Biz kaba bilimci ve materyalist indirgemeci bir anlayışla beyni ve maddeyi bakışımızın temeline koyunca, insanı, âlemi ve hayatı kavramaktan uzaklaştık; insanın ve hayatın tüm ince ve güzel yanlarını teknolojiye kurban verdik. Akleden kalbin, aslında sürekli bize “her düşüncenizi ve eyleminizi manevi bir süzgeçten geçirin, insana ve tabiata, güzele ve iyiye hizmet edecek mi yani ahlaki mi bakın” diyen iç ses olduğunu bir türlü anlayamadık. Manevi kalbin asıl vazifesinin ahlaki yargı daha doğrusu kararlarımızın ahlaka uygun olup olmadığının mütemadiyen iç denetimi olduğunu bir türlü idrak edemedik. “Bu eski insanlar da ne safmışlar, kalbi düşünce organı sanmışlar haa haa haa” diye gülüp geçtik. Niye eski âlimler aklı birçok türe ayırarak incelediler diye bir an bile düşünmemize modern kuruntumuz müsaade etmedi.
İbrahim Kalın’ın Akıl ve Erdem eserindeki, aklı “ortada duran bir mihenk taşı” olarak gören yaklaşımını eleştirirken, ‘Kalın, akla uygun olan şeylere “makul”, onun karşısında olanlara ise “akıl-dışı” (irrational) demektedir. Ona göre bazı şeyler aklın üzerinde ve ötesindedir, yani “akıl-üstü”dür (supra-rational); yine başka bazı şeyler ise aklın aşağısında yani “akıl-altı”dır (sub-rational). Bu tasnif, hayli sorunlu ve fazlaca modern fikriyatın etkisi altında gibi görünüyor. Kanaatimce kalın’ın akla duyguları denetleme vazifesi vermesi de bu sorunlu tasniften kaynaklanıyor.’ Diyorsunuz. Bu eleştiriyi biraz açar mısınız? Aklın ve duyguların ilişkisi ve akıl dışının tasnifi konusunda yaklaşımınız nedir?
Öncelikle bir hakkı teslim etmeme izin verin. İbrahim Kalın’ın çabası ile benim gayretlerim hemen tamamen paralel ve aynı gayeye yöneliktir. Sözünü ettiğiniz, burada da sürdüreceğim eleştiri, esasa taalluk etmez ve arızidir.Biraz da mesleki olarak tamamen konunun içinde yaşıyor olmak ve duygu-düşünce arasındaki etkileşimler alanındaki nörobilim araştırmalarını yakından takip etmek hasebiyle duyguları aklın karşısına ve beyin işleyişinin aşağı katmanlarına koymaya hep itiraz ettim. Yüzyılın başındaki evrimsel beyin araştırmalarının çıkarımlarından birisiydi bu. Bilim dünyasındaki beynin ön ve üst kesimlerinin fikir üretimiyle, alt ve orta kesimlerinin ise duygusal alanla ilgili olduğuyla ilgili sanıldığı tespitlerinin düşünce dünyasında da birçok entelektüel yansımaları oldu. Bugün çok daha iyi biliyoruz ki, düşünce süreçleri duygulardan bağımsız değil ve bu konular sandığımızdan çok daha karmaşık… Akıl mı duyguları, duygular mı aklı denetliyor ayırt edecek durumda değiliz…Ben kendi adıma beyin araştırmalarında kullanılan yöntem ve kavramlara da birçok itirazım olduğunu belirtmeliyim. Beyin araştırmalarının henüz emeklemeye bile başlamadığı alanlar, hakikat arayışı, etik ve estetik konularıdır. Keza duygu ve düşünce bağlantıları, sevgi ilişkileri sorularımıza cevap vermekten çok ama çok uzaktır. Hala niye uyuduğumuz, niye rüya gördüğümüzü, niye sevdiğimizi bilmiyoruz. Kelimeler ve kavramlar yani insanın simgeleştirebilme yetisi hakkında akademide henüz cılız esintiler dışında yaprak kımıldamıyor. Ortalık öyle karman çorman kan revan ki, yazmaya niyetlendiğim son kitabım “Benlik Bilinç İrade” için kalem oynatmaya bir yıldır bir türlü başlayamıyorum. Beni durduran asıl şey, bu kadar çok bilgi arasında işe yarar olanları ayırt etmeye çalışmak; ayıklamaktan yazmaya vakit bulamıyorum…Biz mesleki bakımdan işin içinde olanlar, bırakın konuşmayı, kekelemeyi bile başaramamışken, neyin akıl içinde neyin dışında kaldığıyla ilgili fikirler biraz afaki kalıyor. Bu arada yeri gelmişken asıl korkumu da belirteyim. İşi ciddiye alanlar benlik, bilinç, irade konularında cümle kurmaktan dahi imtina edecek bir tereddüt içindeyken ne yazık ki teknolojik aklın hegemonyası her yanı sarıyor. Nasıl dijital teknolojideki gelişmeler ve günlük hayatımıza kattığımız cihazlar, sanal ve hakiki iletişim arasındaki farkı hiç bilmeyen nesiller ortaya çıkarmışsa, korkarım yakında yapay zekâ, bizatihi aklın kendisi, robotlar bırakın insanı, insan-üstü varlıklar olarak zihinlerimize ve hayatlarımıza yerleşmeye başlayacaklar. Bizden uzaktan bas bas bağıracağız: “İyi ama biz daha aklın ne olduğu tartışmasını bitirmemiştik”!…
Akıl, ahlak ve siyaset ilişkisi de bir diğer önemli tartışma konusu. Bu noktada ahlaki iyi ile siyasi iyi arasındaki ayrımdan beslenen ve hem ahlaki hem de akli bir tutarsızlığa yol açan modern düşüncelerin çelişkisine önemli vurgular yapıyorsunuz. ‘‘Bize göre ahlâk ve siyasetin birbirinden kopması nedeniyle Carl Schmitt’in siyaset felsefesini bir Nazi hukukçusu olarak üretmesi de ‘öteki’nin filozofu olarak bilinen Levinas’ın son tahlilde Yahudilerin zulüm politikalarına ortak olması da kaçınılmazdı. Oysa ahlâkî olan, âdil olandır ve içimizdeki adalet duygusundan köken alır. Âdil olmak, basit, niceliksel bir tutum değil, sürekli varoluşsal bir gerilim hattında yaşamaktır.’ Diyorsunuz. Buradan adalet kavramına gelelim. Adalet ile akıl ve ahlak ilişkisini hangi temelden kuruyorsunuz. Yani siyasalın bu en temel sorununa çözümünüz nedir?
Özellikle Gazze soykırımıyla birlikte, tüm dünyanın gözünün önünde her şeyin, her türlü zalimliğin bile kılıfına uydurulan bir hukuk anlayışıyla meşrulaştırıldığını görünce bu sorunuz çok önem kazanıyor.Hak, hukuk ve adalet mefhumları olmadan insan ilişkisi ve toplum hayatı söz konusu olamaz. Öyle ki, adaletin her toplulukta şu veya bu ölçüde bulunduğunu, aksi takdirde kolektif hiçbir işlevin yerine getirilemeyeceğini söylüyor bazı düşünürler. Haksız değiller. Her değer adaleti gerektirir; her toplum onu talep eder. Adalet olmadan meşruiyet de gayri-meşruiyet de olmaz. Kaldı ki, adaletin olmadığı yerde hemen zulüm baş gösterir. İla nihai zulümle payidar olmak ise insan şerefine, haysiyetine aykırı olup mümkün değildir.Adalet kavramının ahlaki ve psikolojik boyutları üzerinde durmadan, bir erdem olarak adaletin psikolojimizdeki yerini aydınlatmadan adaleti ve onun zirvesi demek olan “hakkaniyet”i anlayamayız, Aristoteles’in “hakkaniyet, yasaya göre doğru olan değil, yasal adaletin düzenleyicisidir” sözünün künhüne varamayız. “Haklı olan güçlü kılınamadığında güçlü olan haklı kılınır”; “çıkarı adalete boyun eğdirmek gerekir yoksa adaleti çıkara değil” sözleri bizim için bir anlam taşımaz. İşin özünü anlamadığımızda, adaleti yasallıkla ve yasalar karşısında eşitlikle sınırladığımızda, yasaların adil olmaması halinde ne olacağını, ne yapılacağını, psikolojimizin nasıl tepki vereceğini konuşmamız mümkün olmaz. Tüm bunlar için, ahlak ile psikoloji arasındaki yüksek gerilim hattında kafa yormamız gerekiyor. Adaleti yalnızca hukuki ve toplumsal bir gereklilik olarak değil fakat aynı zamanda psikolojimizde yerleşmiş bir erdem olarak mutlaka ele almamız gerekiyor.Bir hüküm, bir davranış, siyaseten doğru olabilir, hukuken meşru bulunabilir ama pekâlâ ahlaken uygun olmayabilir; içimizdeki adalet terazisinin tartısından geçer not almayabilir. Siyasi olanın gerçekten doğru, hukuki olanın sahiden meşru olabilmesi için ahlakın da uygunluk onayına ihtiyaç var. Siyaseti ve hukuku, kitabına uydurmak kabilinden anlamak, sadece bir tekniğe indirgemek istemiyorsak kalplerin de mutmain olacağı bir şekilde kavramaya mecburuz. “İçimizdeki adalet terazisi” ve “kalplerin mutmain olması” gibi ifadeler, modern insana pek yabancı… Ya bu kavramlardan hiç bahsetmeyeceğiz ya da bütünüyle sahiplenip modernliğe bir eleştiri yönelteceğiz. Benim tercihim elbette ikincisi…Eski Yunan’da “Ahlaki davranışın nihai amacı nedir?” sorusuna, genellikle “Bizatihi ve en yüksek iyi olan mutluluktur” diye cevap veriliyor. Bizatihi ve en yüksek iyi olan mutluluğun ise şimdilerde pek çoklarının karıştırdığı gibi “haz” ve “keyif” ile bir alakası yok. Mutluluk, erdemlerle alakalı olarak ele alınıyor. Mesela Platon’a göre, insanda “akıl, öfke ve şehvet” olmak üzere üç meleke ve her bir melekeye karşılık gelen bir erdem var. Aklın erdemi bilgi, öfkenin erdemi yiğitlik, şehvetin erdemi ise iffet… Bu üç erdemin mutabakatı ve insicamından meydana gelen bir diğer temel erdem ise adalet… “Adalet, diğer erdemler gibi bir erdem değil. Hepsinin ufku adalet ve onların birlikte var olmalarının yasası…” Platon, mutluluğun adalete, doğruluğa uygun davranmakla ortaya çıkacağını, mutsuzluğun ölçüsüzlük ve adaletsizlikten kaynaklandığını düşünüyor. Hazlardan, mal mülk, şöhret ve güç sahipliğinden mutluluğun sadır olması imkânsız… Kısacası “adalet, mutluluğun yerini tutmaz ama adaletten muaf mutluluk da olmaz.”Eski Yunan filozoflarının, kutsal metinlerin erdeme dayalı mutluluk anlayışını Farabi, İbni Miskeveyh, İbni Sina, İbni Hazm, Ragıp el-İsfehani, İmam Gazali gibi Müslüman düşünürler de sürdürdü. Onlar gerek kendilerinden önceki gerekse aynı çizgiyi devam ettiren sonraki Batılılardan farklı bir şekilde, gerçek mutluluğun dünyevi değil uhrevi olduğuna, en büyük mutluluğun (seadetü’lgusva) ahretteki güzel hayatta bulunduğuna da inandılar.Diyeceksiniz ki, tüm bunları, mutluluğu “her şeyden alabildiğince keyif alma”, “kendine iyi bakma” dışında derdi olmayan günümüz insanına anlatamazsınız. Haklısınız ama yine de devam edelim zira ben sorduğunuz sorulara günümüz insanının perspektifinden cevap veremem…Demek ki adalet hem temel hem de tek başına tanımlanması çok zor ancak diğer erdemlerin harmonisiyle birlikte ve onların yanı sıra ortaya çıkan bir erdem… Bu dört temel erdemi, yani bilgiyi, yiğitliği, iffeti ve adaleti insan vicdanının ana koreografları olarak belirlersek, vicdan sayesinde beşer olmaktan insanlığa yükseldiğimizi de hesaba katarsak, öyle veya böyle adalet hissinin varoluşumuzda demirlemiş olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Adalet hissi sadece varoluşumuzda demirlemiş olmakla kalmıyor, fakat aynı zamanda tüm davranışlarımıza da ayar veriyor.Hükmümüz ve eylemimiz, ekonomik olarak çıkarımıza, siyaseten oy toplayıcı, hukuken meşru olsa bile ahlaken uygun değilse ya da katı bir ahlakçılık diğer alanlarla bütünlüğümüzü koparıyorsa, hemen içimizdeki adalet hissi devreye giriverir. Ki erdemler, iç dünyamızda tam da adalet hissinin üzerinde ikamet ederler. Adaletin timsali olan terazi, esasen iç dünyamızdadır. Kantarın topuzu kaçtığında, mizan bozulduğunda yani adil olunmadığında, içimizdeki adalet terazisinin sismografı kayda geçer. Vicdanımız sızlamaya başlar. Adil olmayan yargılamalardan sonra, hepsi bundan ibaret olmamalı dedirten, “ilahi adalet”in varlığından bizi emin kılan işte vicdanımızın bu kayıtları ve sızısıdır.Bu söylediklerimiz, “Adalet nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere koymak. Zulüm nedir? Lâyık olmadığı yere koymak…” diyen Mevlâna Celaleddin’in sözüne bir parça açıklık getirebilir. “Adilleri adil yapan adalet değildir, adaleti adiller yapar; adalet onu savunacak adil kişiler var olduğu sürece değerlidir” ifadeleri artık bizim için daha anlaşılır ve gerçekçi hale gelir. Adaletin en nihayetinde erdemli insan işi olduğunu kavrarız. Ve tabii gerçek adalet için biricik vazifemizin erdemli insanlar yetiştirmek olduğunu da… Ahlaktan ayrılmayan siyaset de öncelikle bu vazifeye odaklanmak, her tavrında yeni nesillere örnek olmak durumundadır. Böyle yapmayıp içindeki adalet terazisini kırıp atacaksa ille kazanmaya, güç gösterisine odaklanacaksa zaten en baştan onun ahlakla bir ilişkisi kalmamıştır.
‘Hak, hukuk ve adalet mefhumları olmadan insan ilişkisi ve toplum hayatı söz konusu olamaz. Öyle ki, adaletin her toplulukta şu veya bu ölçüde bulunduğunu, aksi takdirde kolektif hiçbir işlevin yerine getirilemeyeceğini söylüyor bazı düşünürler. Haksız değiller. Her değer adaleti gerektirir; her toplum onu talep eder. Adalet olmadan meşruiyet de gayri-meşruiyet de olmaz.’
‘Merhameti önemseyen, onun acıma hissinden farkını idrak edebilen, önemli bir erdem olarak gören Batılı düşünürler de var ama en insancıl ve özgürlükçü Aydınlanma filozofları bile, Batı-dışında yaşayan insanları sözlerine dâhil etmiyorlar.’ Diyorsunuz. J. Locke, D. Hume, A. Tocqueville gibi batı aydınlanma düşüncesinin kurucu isimlerinin batı dışı insanlığa dönük barbar-geri-ilkel yakıştırmaları, hala aynı kök bakışın ürünü siyasal ve ideolojik oryantalizmin temeli durumunda. Bu batılı kibrin merhametle tedavi edilebileceğine inanıyor musunuz? Merhamet, rahmet, akleden kalp, batılıların ters yansıttığı rafine barbarlıklarına ayna tutabilir mi?
Batılı düşünürlerin merhamet konusunda kafaları gerçekten de çok karışık, acıma (commiseratio), şefkat (misericordia) ve merhamet (compassion) arasındaki farklara ilişkin bize tuhaf gelecek öyle çok şey yazmışlar ki… Elbette Schopenhauer gibi merhameti ahlaklılığın kökeni, en yetkin ve devindirici gücü olarak gören de var; Hannah Arendt gibi “acıma”ya olumsuz bakan Batı külliyatına karşı söz söyleyebilmek için merhameti ondan ayırmaya çalışan da.Çağdaş Fransız düşünürü, “Büyük Erdemler Risalesi” yazarı Andre-Comte Sponville de Arendt’e katılıyor, acıma duyan insanın kibrine, kendini üstün görme hissine dikkat çekiyor. “Merhamet, birinden diğerine, duygusal düzeyden etik düzeye, hissedilen şeyden istenen şeye, olunan şeyden olunması gereken şeye geçmeyi sağlayandır… Merhamet bizi yalnızca tüm insanlığa değil, tüm canlılara ya da en azından acı çekenlere açan tek erdemdir. Merhamete dayalı ve merhametten beslenen bilgelik, bilgeliklerin en evrenseli ve en gereklisidir.” Böyle söyleyen Sponville, merhameti bu yönüyle sevgiye benzetiyor lakin tercihini sevgiden değil merhametten, Hristiyanlıktan değil Budizm’den yana koyuyor. “Gerçek bir insan sevgisine tanık olduğundan kim emin olabilir? Merhamete tanık olduğundan ise kim kuşku duyabilir?… İsa’nın sevgi iletisi daha coşku vericidir; ama Buda’nın merhamet dersi daha gerçekçidir. ‘Sev, sonra da ne istersen yap’- ya da merhamet göster ve yapman gerekeni yap” diyor.Ben “Kalpten”de Müslüman kültür dairesinde merhamet kavramının önemini Besmele’den başlayarak uzunca anlattım. Ama gel gör ki, bizim münevverimiz bunların tam farkında değil. Müslüman dünyada ve Batı kültüründe merhamet ve sevgi yaklaşımları hayli farklı lakin bu konularda henüz bir doktora çalışması bile yapılmamış… Aynı şekilde Batı kültüründe ve Hristiyanlıkta ana tema olan “evrensel sevgi” kavramına tavır almış ve merhametin erdemler içindeki temel konumunu doğru tespit edebilmiş olanların İslamiyet’i muhtemelen bilmemeleri veya hatalı bilmeleri ve sempatilerinin Budizm’e yönelmesi ise şaşırtıcı ve üzücü. Bu durumda batılıların merhamet ve kalp kavramlarını idrak edip entelektüel bir aydınlanma yaşamaları pek mümkün görünmüyor. Benim de böyle bir umudum yok. Ama fırsat olursa açacağım şu parantezi de konuşalım. Gazze soykırımından sonra batılı vicdanda inanılmaz dönüşümler oluyor, zihinsel aydınlanma imkânı bulunmuyor ama pekâlâ pratik vicdani bir fark ediş olabilir diye düşünüyorum. Zira merhamet ve akleden kalp, nihayetinde kalpleri mühürlenmemiş her insan için varlığını ve işleyişini sürdürüyor…
‘Gazze’de soykırım olurken kötülüğün sıradanlığının küreselleşmesinden sonra vicdan da küreselleşiyor; tüm sistemi değiştirecek devrimci bir durum ortaya çıkıyor. Daha dün ruhsuz, duygusuz dediğimiz batılı insanların Gazze soykırımına verdikleri muazzam tepkilerden anlıyoruz ki, Batı toplumları anti-semitizm, İslamofobi, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve teknoloji merkezli siyasetten daralmışlar, insan ve ahlak merkezli dünya görüşüne dönmek istiyorlar.’
“Yine de zorluklara rağmen uzlaşma imkânsız değil. İslam dünyası, tüm sorunlarını Batı’ya fatura etmeden, oryanta-lizme karşı oksidentalizm tuzağına düşmeden yürüyebilir. “Avrupa merkezci düşünce kalıplarından ve liberal-seküler önyargılardan arındırılmış bir İslam-Batı tartışması, modernlik, akıl, birey, özgürlük ve gelenek konularında daha derinlikli ve ufuk açıcı bakış açılarının gelişmesine katkı sunabilir.” Diyorsunuz. Gazze’den sonra gerçekten bu mümkün mü?
Ben kendimi “umudun askeri” olarak görüyorum. Hekimlikten gelen bir özellik mi bilmiyorum ama benim işim çare aramak, şu berbat dünyada umuda yer açmak için bulabildiğim her ihtimal kapısını aralamaya çalışmaktır. Eski bir Marksist olarak da Müslüman olarak da kafam hep evrensel bir kurtuluş umuduyla işledi. İnsanlık tarihini ve kazanımları da fitne fesadı da batısıyla doğusuyla tüm insanlık için düşünmeye yatkın bir zihin işleyişine sahibim. Gazze soykırımından sonra da batının ve doğunun birlikte yürümesine ilişkin umudum azalmadı tam tersine arttı. Açıklamaya çalışayım:Evet, çok büyük bir değişim, dönüşüm yaşıyoruz. Hatta öyle ki, Ekim 2023 Gazze soykırımı ve direnişinden sonra yeni bir milat ortaya çıktığını, bundan böyle hiç değilse modern tarihin son dönemini “Gazze’den önce – Gazze’den sonra” diye adlandırmamız gerekebileceğini düşünüyorum.Önce bu noktaya gelinmeden son yüzyılda neler olduğunu gözümüzün önüne getirmeye çalışalım: 70 yıl boyunca yüzlerce Holokost filmi, romanı, fikri ile yoğrulduk. Özellikle 2000 sonrası dönemde antisemitizm gerekçeli yasakların giderek arttığı, Siyonizm-Evanjelizm ortaklığının kıyameti beklenen ve hatta zorlanması gereken bir durum diye sunduğu bir konjonktürün içine düştük.Yüzlerce yıl Batı’nın en büyük insani çelişkisi olan Yahudi-Hıristiyan gerilimi, Holokost ve 2. Dünya Savaşı sonrası İsrail’in kurulmasıyla İslam dünyasının kucağına bırakılmıştı. Yahudi sorununun bu transferi, Batı dünyasını karışık hisler içine sokan tuhaf bir çözüm şekliydi. Aslında –mış gibi yapıyorlar, bu yapılanın gerçek bir çözüm değil sadece bir erteleme olduğunu kendileri de biliyorlardı. Ama özellikle Demirperde’nin ve kuzeyden çığ gibi üzerlerine gelen büyük Rus tehdidinin nispeten ortadan kalkmasından ve bu boşluğu ikame etmek için “İslami terör” kavramını icat etmelerinden sonra psikolojilerinin seçim yapması biraz daha kolaylaştı. Artık komünizm umacısı yoktu; kendilerine yeni bir “öteki” bulmaları lazım geldiğini görüyorlardı; bu, “İslam ve Müslümanlar” olacaktı. Bu yüzden başlangıçta istemeye istemeye biraz nazlanarak uygulamaya koydukları Siyonist tezleri ve İsrail devletini, iki kutuplu dünyanın sona ermesinin ardından daha şevkle sahiplenmeye başladılar. Keskin bir dönüşle ezeli düşmanları Yahudileri ve İsrail’i gün geçtikçe daha istekle sevmeye başladılar. Uzlaşmaz teo-politik çelişkilerini iptal etmişler, ezeli Yahudi-Hıristiyan çelişkisini “Yahudi-Müslüman gerilimi”ne çevirmişlerdi. Olacakları izlemeye koyuldular.Öylece baktılar, onlar baktıkça İsrail sınırlarını genişletti, nüfusunu ve katliamlarını arttırdı. Avrupa’nın göbeğinde Bosna Soykırımı oldu. Ortadoğu kan gölüne döndü, Akdeniz zavallı mültecilerin cesetleriyle doldu, onlar sanki hiçbir şey olmamış, tüm bunlarda onların bir dahli yokmuş gibi bakmayı sürdürdüler. Zaman zaman özellikle Katolik ve Ortodoks olanlarının vicdanları tüm bunları kaldıramaz gibi olduysa da Müslümanları “feci yaratıklar” olarak gösteren söylemler türedi, sözüm ona “İslami” oluşumları gerekçe göstererek korkularını karşıtlığa ve nefrete dönüştürmeye devam ettiler. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı giderek yükseldi. Öyle ki hocası, “Yalnız Kalabalık” yazarı David Riesman’ın “dışa-yönelimli tip” diyerek sızlandığı modern batı insanından, Stjepan Mestroviç, Bosna soykırımındaki tepkisizliklerine bakıp tamamen umudu kesti; “duyguötesi toplum” diyerek adeta onları insani tavrın dışına itti.Her şey böyle bir sosyopsikolojik zeminde cereyan ediyor, bir yandan da benim “teknomedyatik” diye adlandırdığım, ontoloji aleyhine ve teknoloji lehine işleyen sürecin güya insanın çıkarlarına, zevkine hizmet adına insanlık ve erdem karşıtı ilerleyişi de eşlik ediyordu.Aile, toplum, sanat hatta bizi kadın ve erkek yaparak kimliğimize temel oluşturan biyolojik yapımız lime lime çözülüyordu. Ayağımızın altından ahlaki zemin kaydıkça, bizi insan ortak paydasında birleştiren asgari müşterekler de anlamını yitiriyordu. “Skandal!”, “Rezalet, olamaz!” dediğimiz ve böyle haller gördüğümüzde bizi birbirimize, daha doğrusu insanlığa yaklaştıran, insan olmanın hakikatini hatırlatan her ne varsa uçup gidiyor, biz skandalsız kaldıkça katı olan her şey buharlaşıyordu. Akademi, artık “insan-sonrası” (post-human) döneme girdiğimizi ilan ediyordu. İnsanla ve toplumla ilgili ne biliyorsak unutmamız ve her şeyi yeni baştan teknomedyatik dünyanın taleplerine göre yeniden düşünüp kurmamız isteniyordu.İşte böyle bir dünyada Gazze soykırımı cereyan etti ve soykırım yanlısı devletlerinin ve yöneticilerinin talepleri ve zorlamaları hilafına insanlık ayağa kalktı diyemesek bile güçlü bir ses verdi. İnsanın göklerle yerin dibi arasında gidip gelen çok değişken bir yapıya sahip olduğunu biliyorduk ama tüm varoluşsal tutamakların birleştiği, insanın nirengi noktasını, mihengini, kilit taşını değiştirmeyi başaramıyorlardı. Söz konusu bu nokta, insanın ontolojisinin dayandığı ahlaktır. Ahlakın merkezi, insanlık tarihi boyunca, tüm geleneklerde “kalp” diye ifade edilir. Ahlak tamamen ortadan kalktığında insan gerçekten tükenecektir ve bu imkânsızdır zira tüm kalpleri mühürlenip kararmasını gerektirir.Gazze soykırımıyla birlikte kalbi olan, kalpleri henüz kararmamış, mühürlenmemiş olan herkesten umutlanmamız gerektiği hakikati bir kez daha kendisini gösterdi. İnsan, “manevi kalb”i nedeniyle en nihayetinde ontolojik olarak ahlaki bir varlıktı. Nasıl maddi kalbimiz kan üretiyorsa mütemadiyen merhamet üreterek insan kalmamızı ve insan ilişkilerini mümkün kılan manevi kalp, bir gün gelecek isyan edecekti, ahlaki çürümeye, dejenerasyona tahammülümüz istiap haddini dolduracaktı.Gazze’de soykırım olurken kötülüğün sıradanlığının küreselleşmesinden sonra vicdan da küreselleşiyor; tüm sistemi değiştirecek devrimci bir durum ortaya çıkıyor. Daha dün ruhsuz, duygusuz dediğimiz batılı insanların Gazze soykırımına verdikleri muazzam tepkilerden anlıyoruz ki, Batı toplumları anti-semitizm, İslamofobi, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve teknoloji merkezli siyasetten daralmışlar, insan ve ahlak merkezli dünya görüşüne dönmek istiyorlar.Şüphesiz gönlümden geçenlerle gözlemlerimden ulaştığım sonuçlar, olmasını istediklerimle olacağını sandıklarım birbirinin içine geçiyor bu söylediklerimde. Yarın tamamen yanıldığım ortaya çıkabilir ama olsun, ben umudun askeri olarak asla Gazze’nin yeni bir milat olduğunu düşünmekten vazgeçmeyeceğim…
Teknomedyatik dünyada bireylerin bağlanacak bir güvence aradığını ve bu modern ihtiyaca paranoid derbeylerinin cevap verdiğini söylüyorsunuz. Kitlelerin bir yandan teknomedyatik telkinler diğer yandan paranoid derebeyler ile sürekli manipüle edildiği bir dünyada kadim olana, fıtri olana, geleneksel değer ve bağlara dönüş veya sahici olanın küllerinden doğması mümkün mü sizce? Nedir artık insanı insana rapteden? İnsanlığın iyi, güzel ve doğru olana, sahici akla, merhamete, adalete yeni bir ev, araba, cep telefonu veya konforlu-eğlenceli-şehvetli yaşam arzusu kadar arzu duyacağına inanıyor musunuz?
Evet, şüphesiz, kesinlikle!!! Kalplerimize ve onu merhametle dolduran Sahibine güveniyorum zira…
Bir varoluş ve yeniden diriliş ihtiyacı açısından islama, daha doğrusu bir uygarlık, kültür ve manevi kurtuluş dinamiği olarak islami değerlere özel bir yer veriyorsunuz. ‘İslam, Kuzey’den esen aşırı sekülerizm ve din karşıtı hassasiyet rüzgârının Güney’in varlığını tamamen metalaştırmasına karşı verilen direnişin son kalesidir… Diğer tek tanrılı dinlerle ortak noktaları olmasının ve evrensel medeniyet dediğimiz şeye geçmişte katkıda bulunmasının yanı sıra İslam’ın kendisine has değerinin de hakkını vermek, onları muhafaza etmek ve hayata geri döndürmek zorundayız. İslam, kesinlikleri sorgulayabilen ve hâlâ inşa edilmekte olan yeni bir evrensellik binasına kendi taşlarıyla katkıda bulunabilen atipik bir partnerdir… Bizim hareket noktamız, ortak paydamız Kur’an’da kırk beşten fazla yerde geçen ‘makul bir akıl ile akletmek’tir.” diyorsunuz. Peki, bu nasıl olacak? Kim yapacak? Daha somut bir zeminde konuşursak, bugün için hangi kavramsal çerçevede ve hangi dinamiklerle hala inşa edilmekte olan evrensellik binasına katkı sunulabilir?
Sorular ve cevaplar öylesine arka arkaya dizildi ki, beni tanımayan birisi dini bakış açısını her türlü derde deva gören bir ideologla karşı karşıya olduğunu sanabilir. Elbette öyle değilim. İnsan tekine bakışım nasıl batıdaki varoluşçuluğa yakınsa, toplumsal değerlere ve siyasete bakışım da batıdaki muhafazakâr düşünceye yakındır. Bize hap gibi, reçete gibi basit bir kurtuluş reçetesi verildiği kanaatinde değilim. Dünya hayatının hem bir imtihan dünyası hem bir öğretmen, yaşama gayemizin nefsi olgunlaştırmak olduğunu, anlam ve yorum diyalektiğinin esasın, temellerin korunması kaydıyla değişip durduğunu, toplumun benimsediği değerlerin dikkate alınması, bilimi ve dini, aklı ve inancı zıtlaştırmadan makul bir çizgide, bir orta yolda durmaksızın çalışmak gerektiğini düşünürüm. Benim İslam’a olan vurgum, İslam kültür havzasında yetiştiğim, din olarak hayata ve insana en uygun manevi sistem olduğuna ve evet, bugün modernliğin tahribatına karşı en sağlam kalmış, son kale olduğuna inandığım içindir. Pekâlâ, benim bu fikirlerim karşısında İslam dünyası denilen yerin şu anki durumuyla ilgili olumsuzlukları sıralamaya başlayabilir. Oturur, konuşuruz.
‘İnsanın mükerremliği ve indirgenemez ontolojisi, yaşanılan dünyaya manevi bir itirazın temelini oluşturmalı, insan haysiyet ve şerefini ortadan kaldırmaya çalışan girişimlere şiddetle itiraz edilmelidir. ‘İnsanın mükerremliğinin ve indirgenemez ontolojisinin bir veçhesi de tabiata ve âleme de aynı nazarla bakabilmektir. “Her âdem, bir âlemdir”, her insan kâinatın küçültülmüş bir suretidir. Yani “insan küçük âlem, âlem büyük insan” bakışını muhafaza edebilmek lazım gelir.Bunun için bilimin ve tekniğin faydalarını bilmek ama aynı zamanda teknolojinin ontolojiyi tahribatına karşı durmak gerekir.’
Bir de şunu söylemek istiyorum. Bizim meslekten benim en örnek aldığım ustalar, en nihayetinde teorik değil pratik bir iş yaptığımızı bilirler ve teoriyi pek de işin içine karıştırmadan, adeta teorik bilgilerini askıya alarak, “şöyle bir kişi, böyle bir sorunu var, onu çözmek için ne yapmalıyız?” diye düşünürler. Ben de öyle düşünmeye meyyalim. Dertlerle, sıkıntılarla dolu bir dünyada yaşıyoruz, maneviyat ve insan gibi en temel kavramlar bile tarih boyunca aldıkları muhtevalardan bambaşka anlamlara gelmeye, teknoloji ontolojiye galebe çalmaya, adeta insan, insanlıktan çıkmaya başlamış. Bu durumun nedenleri ve çözüm yolları konusunda kütüphaneler dolusu eser verilmiş. Onlar, orada duruyorlar ama asıl soru da bizim önümüzde duruyor: “İnsanlık olarak Hristiyanlar, Müslümanlar, Hindular, Budistler, Museviler, Deistler, ateistler, doğulular, batılılar, onlarca anadili, etnisitesi farklı kişiler, toplumlar olarak böyle bir dünyada nasıl bir yol izlemeli, ne yapmalıyız?” Ben bu sorunun cevabının “Bizim dinimize girin, kurtulun!” diyecek kadar basit ve kolay olduğunu sanmıyorum. Her yaşam kültürünün zulme ve insanlık-karşıtlığına karşı direnç noktalarının bulunup çıkarılması, dayanışmayla yol alınması gerektiğini düşünüyorum.Müslümanlar olarak ayrıca ne yapmamız gerektiği ise elbette başka bir alt-başlık… Geçenlerde Tezkire dergisinde “İnsan ve maneviyat kavramları içerik değiştirirken düşünmek” yazısıyla bu soruya cevap vermeye çalıştım. Benim internet sitemde (www.erolgoka.net) de yer alan bu yazı şu önerilerle bitiyordu:
- Modernlik bilginin peşinden giderken âlemin, hayatın ve insanın temel yapısını unuttu. Birçok bilgi biriktirdi, onları teknolojiye döktü, hayatı öylesine karmaşıklaştırdı ki, bilgeliği imkânsız hale getirdi. Böyle bir hercümerçte sahici ve sahih olanın bulup çıkarılması, Kutsal’ın doğru anlaşılması çok ama çok zordur. Bu nedenle atılacak adımlarda, maneviyatın geleneksel dünyada dinle hemen hemen özdeş olan yapısının çok değiştiği hesaba katılmalı, her insanın yaşamına yön veren, hayatına anlam katan bir manevi alanı olduğu ve bu alanın, bilim-felsefe-geleneksel dinler ve doğu inançlarıyla durmaksızın harmanlandığı bilinci ve esnekliğiyle hareket edilmelidir.
- İnsanın mükerremliği ve indirgenemez ontolojisi, yaşanılan dünyaya manevi bir itirazın temelini oluşturmalı, insan haysiyet ve şerefini ortadan kaldırmaya çalışan girişimlere şiddetle itiraz edilmelidir.
- İnsanın mükerremliğinin ve indirgenemez ontolojisinin bir veçhesi de tabiata ve âleme de aynı nazarla bakabilmektir. “Her âdem, bir âlemdir”, her insan kâinatın küçültülmüş bir suretidir. Yani “insan küçük âlem, âlem büyük insan” bakışını muhafaza edebilmek lazım gelir. Bunun için bilimin ve tekniğin faydalarını bilmek ama aynı zamanda teknolojinin ontolojiyi tahribatına karşı durmak gerekir.
- Bilimsel olmadığı gerekçesiyle değerden düşürülmüş olan “kalp”, “kalple akletmek” gibi geleneksel dünyanın ana kavramlarını yeniden canlandırmak şarttır. Yine sadece akademik bir alana, etik’e indirgenmeye çalışılan, toplumların oluşumunda ve işleyişindeki önemi reddedilen, geleneksel insan ilişkilerinin temelini oluşturan ahlak ve erdemlerin; iyiliğin, merhametin ve umudun tarihsel değil, evrensel-ontolojik hakikatler olduğunu düstur edinmelidir.
- İnsanın en nihayetinde “aşkın” (transcendental) ve “inanan varlık” (homo religiosus) olduğunda ısrar edilmeli, bilim-din zıtlaştırılmasına karşı durulmalıdır.
- Dinin insan için olduğu, her beşerin inanç sayesinde insanlaşabileceği idrak edilmeli; tüm beşere olabildiğince bu bilinç ve hoşgörüyle yaklaşılmalıdır.
Bu bağlamda islam dünyasının Daeş’le özdeşleşmiş bir dini fanatizm ile sözde bu fanatizm bahaneli islamofobia arasında nasıl bir çıkış yolu olabilir. Demokrasi, hukuk devleti, akleden kalp, siyasi ahlak ve adalet kavramlarına önemli vurgular yapıyorsunuz ve bunların üreteceği yeni bir iyi-güzel-doğru sanat ve estetik sonuçlar için gerçekten bir umut ve imkan olduğunu söylüyorsunuz. Bunu Merhamet medeniyeti olarak tanımlıyorsunuz. Peki bu mümkün bir hedef mi, hayali bir metafizik idea mı? Ve “Türkiye vardır” dediğiniz anlamda Türkiye, bu hedefin, ideanın neresinde sizce?
DAEŞ’le ve Müslüman mutedilliğinin, “Doğrusunu Allah bilir” diyen müphemliğin karşısına konumlan(dırıl)an her türlü fanatik din anlayışıyla köklü biçimde hesaplaşan, dini alandaki paranoid derebeylerini reddeden, ortalama insanın dine bakışını savunan bir aydın çıkışı, çıkışları lazım. Onlarca, yüzlerce Taha Abdurrahman gerekli. Çeşitlilikten korkmayan, tam tersine zenginlik olarak gören bir anlayışa ihtiyacımız var…“Yürek katılığından, katı yüreklerden merhamet doğmaz. Merhamet, kalbin yumuşamasıdır, kalbin üzerinden kara mührün kalkmasıdır. İnançtan doğar merhamet, kendi putunu ve bütün putları önce gönülde kırmaktan doğar. Nefslere değil, ruhların açılımına yardım elini uzatır merhamet. Şüphesiz nefslere de o ruhlara yataklık yapmak için merhamet edilir. Halis niyetin verimidir merhamet. İkiyüzlülük ve art niyet taşıyan hiçbir fiil, merhametin repertuvarında yer alamaz. Kimse, başkalarının kendisinin merhametine muhtaç olduğunu sanmamalı. Tam tersine hepimiz merhamete, merhamet ruhuna muhtacız…” Sezai Karakoç üstadın bu sözlerinde dile gelen böyle bir merhamet anlayışının hayata geçirilebilmesi için merhamet medeniyetine lüzum var diye düşünüyorum. Bunun için de tüketime karşı ihtiyacı, uçlara karşı mutedilliği, güce karşı insanı ve adaleti öne çıkaran medeniyet siyaseti, siyaseti böyle bir anlayışla yapacak siyasetçiler gerekli…Demeyeyim, zanla hareket etmeyeyim diyordum ama haydi söyleyeyim. Merhamet medeniyeti de, medeniyet siyaseti de, bu siyaseti hayata geçirecekler de çıksa çıksa Türkiye’den çıkar. Türkiye benim için sadece vatanım değil, bin yıldır bin bir tohumunun toprağa serpildiği umudumun çiçek tarlasıdır.
Son olarak mesleki alanınıza dair ama aslında insana dair en temel ve yaygın soruna gelelim; Ölüm korkusu, kaygılar, yalnızlık, anlamsızlık, nevrotik kişilikler, şizofreni, sosyopati, bağımlılıklar, kimlik krizleri ve çatışmaları, grup asabiyesi, şiddet eğilimi… Daha birçok bireysel ve toplumsal sorunla baş başayız. Kentleşme ve daha genelde milletleşme sorunları ile bencil bireycilik yerine kişilikli şahsiyet yetiştirme noktasında ciddi sıkıntılar var. Bu anlamda hem bireysel hem toplumsal sağaltım için neler önerirsiniz? Giderek çürüyen hastalıklı bir toplumsallığın siyasalı da deforme eden tahribatına karşı bir hekim ve bir münevver olarak nasıl bir tedavi önerirsiniz?
Biraz önce Faslı bir münevverin adını zikrettim, Taha Abdurrahman’dan çok daha fazla sayıda olması gerektiğini belirttim. Gerçekten de her söylediğini onaylamasam, bakış açısını zaman zaman dar (sığ değil dar) bulsam da düşünme faaliyetini layıkıyla ele almasına hayranım bu düşünürümüzün. Geçenlerde ülkemize de geldi. Kendisine sorulan sorulardan birisi, “İslam’a bu kadar değer veriyorsunuz ama Müslümanların hali pürmelali de ortada. Bu çelişki nasıl aşılacak?” mealindeymiş. Üstat, “Ben insandan, Müslümandan bahsederken somut kişilerden, reel durumdan söz etmiyorum” gibi bir cevap vermiş. Benim öyle bir lüksüm yok, ben pratisyenim. Hayatın içinde psikolojik sorunlar yaşayan, sıkıntılı, endişeli insanların dertleriyle boğuşuyorum. O yüzden de sorunuza cevap vermek zorundayım.Cevabım sanıldığı gibi uzun değil. Yine sanıldığı gibi siyasi ve toplumsal çare önerileriyle dolu olmayacak. Tek tek biz değişmezsek, asla beklenen dönüşümün olmayacağı fikrindeyim zira. O yüzden kendimizi nasıl değiştirebileceğimiz üzerine birkaç cümle söylemek istiyorum.Alıştığımız kolaycı, toptancı, basit ve ucuz çözüm reçetelerini bir kenara bırakarak işe koyulmalıyız. Modernlik bizim tezimiz değildi şüphesiz ama modern dünyanın içinde yaşıyoruz ve bu dünyanın kurumlarını da kavramlarını da kategorilerini de kurucularından daha iyi bilecek değiliz. O yüzden modern dünyanın içinde, kurumlarında, ortamlarında bulunalım, çalışalım, yaşayalım ama bu yaşantı hep eleştirel bir konumda olsun (ki bence Müslümanın her yaşam ortamındaki vazifesidir eleştirellik. O bir hoşnutsuzluk, sızlanma değil, daha iyisi ne olabilir diye düşünme refleksidir).Temel inançlarımıza ters düşmeyen tüm faaliyetlerde en iyisini yapmaya çalışalım, en iyisini ancak bizim yapabileceğimize zira insanın mükerremliğine bizim inandığımızı güvenen bir duruş sergileyelim. Eleştirelliğimiz yaptığımız iş kadar bizatihi kendimize de yönelsin, sürekli kendimizi onarmaya, daha iyi insan olabilmek için neler yapmamız gerektiğine odaklanalım.Biz işini en iyi yapan, örnek insanlar olduğumuzda başta ailemiz, iş yerimiz, sosyal çevremiz olmak üzere her yerde umut ışığı yanmaya başlayacaktır.Durun daha somut söyleyeyim: Biz bulunduğumuz yerin en iyi kişisi olursak, Müslüman olmak iyi, çalışkan, sanat zevki yüksek insan olmak manasına gelirse, tüm dünyanın takdir ettiği düşünürler, bilim insanları, hekimler, hâkimler, mühendisler, sanatçılar, akademisyenler, komşular Müslüman olursa güneşin doğması pek yakın demektir. Yoksa siyasetçilerin, kolaycı ideologların, güzel konuşmaktan başka marifeti olmayan belagat ustalarının, kerameti kendinden menkul paranoid derebeylerinin, cingöz Recailerin peşinden daha çok uzun yıllar koşarız…
Teşekkür ederiz.
Kaynak: kritikbakis.com