Sartre”ın yanılgısı
Hayatı sahici bir biçimde, halisane yaşayalım” sözü kulağa hoş geliyor. Kimileri de “hayatı dolu dolu yaşamak”tan bahsediyor. Hayat hakkında hep böyle cümleler kuruyoruz muhtevalarını fazlaca düşünmeksizin. İnançlardan bağımsız bir hayat anlayışı imkânsız… İster halisane, sahici, ister dolu dolu yaşayalım, inançlarımız hayat tarzımızı belirleyecektir.
İki insan düşünelim: Birisi, kendisini dünyaya düşmüş, fırlatılmış hisseden, dolayısıyla bu dünyada var olmayı katlanılması zor bir ağırlık veya tam tersine pek de ciddiye alınmayacak, dayanılmaz hafiflikte ince bir tül gibi gören inançsız biri. Hayata tıpkı J. P. Sartre gibi ateist bir varoluşçu olarak bakıyor… Diğeri ise inançları gereği hayatını kendisine yapılmış bir lütuf, bir armağan olarak gören bir insan. Kötülüklerden kaçınmaya, iyilikleri egemen kılmaya çalışan bir yaşama tarzı var… Bu iki kişinin hayat tarzları da sahicilik anlayışları da aynı olabilir mi?
Sartre”a göre Tanrı yoktur; dolayısıyla, göğe kaydedilmiş özler, objektif değerler de yoktur. Bu durumda iş başa düşer. Değerleri insanın kendisi yaratır, seçimlerini kendisi yapar. İnsan, bir yosun, bir karnı bahar ya da çürümüş bir nesne değildir. Bir geleceğe doğru atılan ve bu atılışın bilincine varan bir varlıktır.
“Bulantı” romanının kahramanı Roquentin, Sartre”ın hayatı sahici olarak yaşayan ideal insanını temsil eder. Roquentin, deniz kıyısında eline aldığı çakıl taşına ya da parkta bir kestane ağacının köküne baktığında bulantı ve tiksinti hisseder. Bu hissiyat, Sartre”ın varoluşçu felsefesinin esasını oluşturur. Roquentin, bulantı ve tiksinti hisseder çünkü o bir insandır. Bilinç sahibidir, “kendisi için varlık”tır. İnsanın çevresini ise eşya yani “kendinde varlık”lar kuşatır. “Kendinde varlık”, hiçbir şeye dayanmaz, sebepsizdir, saçmadır. Bu saçma nesneler, bilincinin alanına girdiğinde insanın içi bulanır. Çevresindeki saçma nesneler dünyası, anlamsızlığa batmışlık insanı çileden çıkartır.
Ne belirlenmiş bir amaç, ne bu amaç doğrultusunda yaratıcı bir Tanrı, ne bir inanca bağlı bir değerler bütünü… İnsan, fırlatıldığı bu saçma dünyada sürekli bulantı halinde, özgür ve yalnızdır. Hayattaki anlamları kendisi bulmak, kendi projesini oluşturmak durumundadır. Üstelik oluşturduğu projenin sorumluluğu da tamamen kendisine aittir. Kendisi için ve tüm insanlar için sorumludur. Bunlardır Sartre”ın ateist varoluşçuluğunun ilkeleri.
Entelektüeller arasına pek revaçta olan Sartre”ın kavramlarının ne kendi hayatımda ne dinlediğim binlerce insanın hayatlarında karşılığı olduğunu gördüm. Böyle bir bakışın içine “sorumluluğu” hele hele diğer insanlara karşı sorumluluğu nasıl yerleştirdiğine hep şaşırdım. Sanki Sartre, anlamsız ve amaçsız bir yaşamın beyhudeliğini anlamış da, teoriyi kurtarmak derdiyle sorumluluğu monte etmiş diye düşündüm.
Ateist varoluşçu bakış, inançlı bir insanın, bir Müslüman”ın bakışına taban tabana zıt. Sartre, varlığı hiçliğe bağlayarak, onu akılla tanımlayarak ve Yaratıcı”dan kopararak maddi dünyayla sınırlıyor. Sartre”a göre, varoluş özden önce gelir. Oysa bir Müslüman”a göre varoluş değil, özdür önce gelen. Bu öz, Yaratıcı”dır. O”nun “kün” (ol) emri ile varlığa ait bilgi, fiziki âlemde var olma aşamasına geçer. Mutasavvıflar, varoluşun tecelli ile olduğuna, yani varlığın, özellikle insanın Allah”ın isimlerine, sıfatlarına ait izlerin taşıyıcısı, dışavurumu, göstereni olduğuna inanırlar. Evrende bulunan her varlık, İbn Arabi”nin deyişiyle “canlıdır. Çünkü varoluş âleminde her varlık, Allah”ı zikretmektedir. Fakat onların tesbihi anlaşılmaz. Bu, sadece manevi keşif yoluyla anlaşılabilir. Allah”ı ancak diri olan varlık zikreder.” Zahiri yönüyle varlık, sadece insana hizmet etmekle kalmaz, asıl işlevi olan Yaratıcı”nın tecellisinin sonucu olarak insanı Yaratıcı”ya ulaştıran bir işlev yüklenir.
Tasavvufi bakışa sahip olmayan Müslümanlar da, âlem, insan ve Allah arasında kopmaz bir bağ olduğu inancındadırlar. Göklerin ve yerin nuru olan (Nur/35) Allah, insana kendi ruhundan üflemiştir (Hicr/29). Sabah akşam Allah”ı tesbih eden tabiat ve evren de tıpkı nefsimiz gibi Allah”ın ayetlerindendir (Fussilet/53).
İnsanın kendi dışındaki âlemin Müslüman zihindeki tasavvuru ile Sartre”ın bulantı uyandıran “kendinde varlık”ı arasında hiçbir ilişki yoktur. Sartre”ın hiçlik ve anlamsızlık içinde kendini inşa etmeye çalışırken her nasılsa sorumluluk üstlenen insanıyla yeryüzünün halifeliğini kabul ederek (Bakara/30) göklerin, yerin ve dağların üstlenmediği emaneti yüklenen (Ahzab/72) Kur”an”ın insanı, aynı öze sahip olsalar da hayata bakışlarıyla bambaşka varlıklardır. Bu kadar farklı varlıkların hayatı aynı sahicilikte yaşamaları mümkün mü?
Kaynak: Yeni Şafak