Şimdi Fanon zamanı
Hatırlarsınız, 2005’te Paris banliyölerinde büyük bir isyan patlak vermiş, entelektüeller, o zaman dahi, isyancı göçmen gençlerden yana tavır almıştı. Böyle zamanlarda hep Cezayir’de sömürgeciliğe karşı isyanı anlamaya çalışan, destekleyen Fransız psikiyatr Franz Fanon gündem oluyordu. Aydınların çoğu, onun tezlerinden yola çıkarak Paris banliyölerinde sömürgelerden gelen “sözden dışlanmış çocukların” isyanını ve yakıp yıkmalarını “görünür olma, saygı görme, kısaca tanınma talebini yansıtıyor” diye yorumluyorlardı. Maalesef onlardaki bu cevvalliği, İslamofobi karşısında göremiyoruz. Söz konusu olan Müslümanlık oldu mu (ki Paris banliyö isyancılarının çoğu, dini kimliklerini ön plana çıkarmamış Müslüman gençlerdi) onların insan olarak haklarını savunmak konusunda, bir hevessizlik baş gösteriyor. “Biz insan haklarını savunuyoruz savunmasına ama bu, modernlikle bir türlü başları hoş olmayan Müslümanları da savunacağız manasına gelmiyor” diye konuşuyorlar sessizlikleriyle…
İslamofobi üzerine çok yazılıp çiziliyor ama tüm bunlar bir işe yaramıyor, İslamofobi, İslam karşıtlığı şeklini alarak yükselmeye devam ediyor. Bize göre Batı’da ırkçılığın yerini hızla İslamofobi alıyor; demokrasi ve insan hakları görünümünün altında sömürgeci zihniyet sürüyor. Sömürgeci zihniyetin Batı’nın kolektif bilinçdışında köklü bir yeri var.
Fanon*, daha psikiyatri asistanlığından başlayarak Batı zihnindeki ırkçılığı sergilemeye, ona karşı mücadele etmeye çalışır. 1952’de yazdığı “Kuzey Afrika Sendromu” başlıklı yazıda, toplumun ve tıbbın içinde yuvalanmış ırkçılığı şiddetle eleştirir. Profesör Porot, 1918’de “Müslüman Psikiyatrisi Üzerine Notlar’’ makalesinde “Biçimsiz bir ilkel insanlar kütlesi, çoğu zaman cahil ve ahmak; bizim düşünce biçimimize ve tepkilerimize çok uzak, bizim ahlaki tutumlarımızın hiçbirini kavramış değil, en basit sosyal, ekonomik, siyasi ilgilerimizi dahi anlayamaz” diye yazar. Ona göre Kuzey Afrika yerlisinin üst beyin işlevleri gelişmemiştir, “bu ilkel yaratığın temelde bitkisel ve içgüdüsel hayatı” beynin alt bölümlerince yönlendirilir. Buna benzer güya bilimsel kılıklı ırkçı fikirler, Batı’da, açık veya örtük, hep oldu. Mesela 1950’lerde İngiliz koloni psikiyatrı Carothers de “beyin incelemeleri göstermektedir ki, Afrikalının korteksinde sekse ayrılan yer beyazlarınkinden çok fazla, öte yandan bilişsel işlevlere ayrılan yer ise çok azdır” diye kasıla kasıla, bilim namına yazdı.
Fanon, Afrikalı’nın sömürgeci efendiye isyanının altında, topraklarından sonra zihinlerinin de işgaline karşı direnme çabasını teşhis etti. Sömürgeci efendi, kendisinden başkasını insan olarak görmüyor; köleler ancak kendisine benzedikleri takdirde tanınmayı hak edebileceklerini düşünüyordu. Bu bakış karşısında köleler de, insan olduklarını onlara gösterebilmek, kendilerine saygılarını koruyabilmek için tek çareyi başkaldırıda buldular.
“Prospero ve Caliban: Sömürgeciliğin Psikolojisi” kitabının yazarı psikanalist Octave Mannoni’nin sömürge olanların “bağımlı” tabiatları nedeniyle kendilerinin böyle olmasını istedikleri şeklindeki analizine, Fanon şiddetle karşı çıktı. Ama onun sömürgeci Avrupalıların psikolojisine ilişkin söylediklerinde epeyce doğruluk payı buldu. Mannoni’ye göre, Avrupalı, kolektif bilinçdışında güçlü bir aşağılık duygusu ve misantropi (insan nefreti) taşıyordu. Sömürgecilik, bu saiklerin neticesiydi. Avrupalıların okyanuslarda adalar bulmak için ülkelerini terk etmelerinin psikolojisinde, insandan duydukları nefret, dünyayı insandan temizleme arzusu vardı. (İnsanın öldüğünü, “insan-ötesi bir toplum”a yöneldiğimizi söyleyen Francis Fukuyama’yı bir de Manonni’nin perspektifinden okumalı!) Avrupalı okuyucunun büyük bir zevkle adeta içtiği “Robinson Crusoe” ve “Gülliver’in Seyahatleri” gibi klasik eserlerde kaybolmuş, gemisi batmış Avrupalılar, vardıkları kıyıda kültürlerinin üstünlüğü sonucunda hâkimiyeti ele geçirir, yerlilere boyun eğdirirler. Bu uzak diyarlardaki yerliler, tıpkı Avrupalı psikiyatrların onları gördükleri gibi, yarı-insan, tekâmül etmemiş, ahmak yaratıklar olarak resmedilirler. “Avrupa’da” der Fanon, “siyah adam kötülüğün simgesidir. İşkenceci siyahtır. Şeytan siyahtır, ister bedensel isterse ahlâkî olsun birisi kirliyse, siyahtır.”
Bize göre Fanon’un bu tespitleri çok haklıdır ama önceleri “kötülük”, daha ziyade “siyah adam”la simgelenirken şimdi onun yerini daha ziyade “Müslüman” almış durumda.
Niyetimiz haksızlık etmek değil. Şüphesiz aynı Batı’da güçlü bir demokrasi ve insan hakları geleneği de var ama kabul edilmeli ki, Manonni’nin tespit ettiği gibi, kolektif bilinçdışı, kendilerine benzemeyenlere karşı nefret dolu. 50 yıl önce bu nefret çok açık görülüyordu ama şimdi sömürgeci zihin, demokrasi ve insan hakları tülüyle örtülü. Üstelik sömürgeci zihnin “kötü” imgesine tamamen uyan Müslüman figürler icat edildi ve rollerini yerine getiriyorlar. Tüm bunlar, İslamofobiyle, Batı’nın ırkçı kolektif bilinçdışı arasındaki sıkı bağı ve geçişi gizliyor. İşte bu yüzden namuslu aydınlar bile İslamofobiye karşı çıkma konusunda tereddüt ediyorlar. İşte bu yüzden onları uyarmak için bize de görev düşüyor. Orada olduklarını bildiğimiz ve kendilerine güvendiğimiz dostlarımız ve biz, hepimiz, bir an önce Fanon’u, Aime Cesaire’ı, Sartre’ı, Edward Said’i hatırlamalı ve sömürgeci zihniyetin İslamofobik hortlamasına karşı durmalıyız.
*Fanon’un görüşlerinin ayrıntısı için bizim de çok yararlandığımız Prof. Dr. Kemal Sayar’ın ilgili makalelerine bakınız.
Kaynak: Yeni Şafak