Sivil toplum-devlet ilişkisi üzerine aykırı bir bakış
Dünya küreselleşirken düşünce ufkumuz ve tarih bilincimiz, “futuroloji”ye ve “bilimkurgu”ya rağmen daralıyor; tasarımlarımız teknolojik keşiflerin sunduklarıyla sınırlı kalıyor ya da yine teknolojiye bu kez olumsuz bir bakışla kıyamet teorileri üretmekle yetiniyoruz; tarihteki medeniyetler döngüsüne bakıp onlarca yıl sonra insanlığı bekleyen yeni sanat, düşünce, bilim ve insan-insan, insan-tabiat ilişkilerini belirleyecek medeniyet biçimlerinin neler olabileceği konusunda yeterince akıl yürütemiyoruz. Oysa insanlık olarak, bugün yaşadığımız teknomedyatik cendereden bir açılım sağlayabilmek için böylesi kurgulara ne kadar da ihtiyacımız var! Oysa millet olarak, geleceği yalnızca güç dengeleriyle açıklamaya ve belirlemeye yeltenen stratejilere değil de, “buradan” kendimize ve insanlığa sunacak yeni medeniyetçi perspektiflere ne kadar da ihtiyacımız var!
Ülke’nin Ağustos 1997 nüshasında, Altay Ünaltay, dünyanın mevcut siyasi konjonktürüyle ilgili olarak çok yerinde tesbitler yapıyor ve özetle şu sonuçlara ulaşıyordu: Her ne kadar 4. Yüzyılda Roma İmparatoru Büyük Konstantin, düzeni ve barışı korumak için devleti “Batı” ve Doğu” diye ikiye bölmesinin sonucunda, Batı Roma bir süre sonra batmış, Doğu Roma Ortaçağın sonuna kadar ayakta kalmayı becerebilmişse de, tarihin garip bir cilvesi olarak Batı Roma’nın mirasçısı ABD, bugün yeryüzünün tek süpergücü konumundadır ve ABD’nin dış siyaset stratejilerine F. Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezleri yön vermektedir… ABD’nin görevi, tarihin çamuruna bulaşmış ülkeleri de tarihin sonuna ulaştırarak evrensel uygarlığa katmaktır… ABD, bu politikalarındaki başarılarının doğal sonucu olarak görece küçülmekte olup, yukarıdaki görevine ortaklar bulması gerekmektedir. ABD’nin ortakları, yeni küresel derebeyler, büyük ihtimalle Doğu Roma’nın mirasçıları Rusya ve/veya Türkiye olacak; belki bu şekilde İmparator Konstantin’in düşü bu yüzyılın sonunda gerçekleşecektir.
Bu tesbitlere ve projeksiyonlara katılıyorum; (zaten tüm bu söylenenler, galiba sevgili Altay’la aynı zamanın çocukları olmamızdan kaynaklanan bir gerçeğin etkisiyle, benim daha önce Hegel’in devlete ve tarihe bakışıyla bugün dünyadaki ve ülkemizdeki siyasi alt-üst oluşlar arasında bir bağ kurmaya çalışan düşüncelerime paralellik arzetmektedir) bununla da yetinmeyerek eğer bu tesbitleri düşünce planında da derinlemesine geliştirebilirsek, içini daha sağlam biçimde, tarihsel ve kültürel bir arkaplanla doldurabilirsek, pratik siyasetle siyasi düşünce ve siyaset felsefesi arasında, bizi daha geniş ufuklu ve parlak bir geleceğe taşıyacak sağlam köprüler inşaa edebileceğimize inanıyorum. Bu nedenle şimdi Altay Ünaltay’ın kışkırtıcı zekasının saçtığı kıvılcımı biraz daha arttırır umuduyla, önceki düşüncelerime bir çekidüzen verme girişiminde bulunmak istiyorum.
Altay Ünaltay’ın kısaca eskizini verdiği, “Hegel’in öngörüleri”, “İmparator Konstantin’in umutları”, “Doğu ve Batı arasındaki farklılıklar”, “bir siyasi coğrafya olarak yaşadığımız toprakların özgünlüğü ve taşıdığı umut” hakkında farklı yerlerden ve farklı temaları eksen alarak birçok tez ileri sürülebilir. Ben şimdilik, tüm bu alanlara uzantıları olan ama temelde “sivil toplum” eksenli bir söylem geliştirmeye çalışacağım.
Bugünlerin muteber toplumu: Sivil toplum
“Sivil toplum” kavramı, her nedense günümüzde, siyasi toplumla (devlet) tam bir karşıtlık içinde, çok olumlu çağrışımlarla birlikte anılıyor. Devlet, sanki insanın özündeki kötülüklerin, her türlü melanetin sonucu olarak ortaya çıkmış ama her nedense tarihin şimdiki zamanına kadar ağırlığını hissettirmiş bir anomali; sivil toplum ise, iyiliklerin, güzelliklerin, özgürlüğün kaynağı gibi ele alınıyor. Bununla da yetinilmiyor; devletçi-despotik gelenek Doğu’ya, sivil toplumcu-insanlıkçı gelenek Batı’ya malediliveriyor; dolayısıyla Doğu, insanlığın siyasi tarihindeki (ve hatta tarihteki) kötülüklerin, Batı ise iyiliklerin kaynağı haline geliyor. Biz, böylesi bir sivil toplum anlayışının nasıl olup da böyle hızla tartışılmadan benimsendiğini sorgulamaya çalışan, benimseyenleri de hayretle karşılayan bir bakışa sahibiz. Sivil toplumun bu kadar kısa sürede, bu kadar muteber hale gelmesinin ipuçlarını yakalayabilirsek, siyasi konjonktürün ve geleceğin üzerine daha parlak bir ışık düşürebileceğimizi de sanıyoruz.
Başlayalım.
Sivil toplum, birçok düşünür tarafından farklı anlamlarda kullanılmış, oldukça tartışmalı bir kavramdır. Biz, bu kavramı, modern siyasi düşüncede çoğu zaman yapıldığı gibi, devletin (siyasi toplumun) bir antitezi ve modernliğin ilk evresinde Batı tarihinin sahnesine çıkmış bir yapının adlandırılması olarak ele alacağız. Bu şekilde kavrandığında sivil toplumun ve sivil toplumculuğun Batı için lehte bir durum, ona üstünlük sağlayan bir konum değil, belki onun sonunu getirecek bir handikapı olduğunu ileri süreceğiz. Bu sayede Altay Ünaltay’ın anlattığı gerçek öyküyü tam da bittiği yerden yeniden başlatabileceğimizi, hayallerimizi İmparator Konstantin’in bu yüzyılın sonunda gerçekleşecek düşü olarak gördüğü Amerikancı liberal demokrat yeni dünya düzeninin ötesine taşıyabileceğimizi düşünüyoruz.
Devam edelim.
Batı tarihindeki modern zamanların en ayırdedici niteliklerinden birisi, önceki devirlerde (ve siyasi düşüncede) belli belirsiz olan, devlet ve toplum arasındaki makasın giderek artan oranlarda açılmasıdır. Önceleri bu konuda düşünürler arasında büyük tartışmalar olmuşsa da, bugün üzerinde tamamen fikir birliği sağlanmıştır ki, devlet-toplum karşıtlaşması, apaçık bir gelişme göstergesidir. Zira ancak devlet ve toplumun birbirine karşıtlaşması sayesinde, İngiltere, Fransa, Hollanda ve İtalya’da başlayan, soyluların ve din adamlarının feodal devletine karşı üçüncü sınıf olarak ortaya çıkan burjuvazinin önderlik ettiği yeni toplum mücadelesi başarıya ulaşabilmiştir. Yeni sınıf burjuvazi, toplumu bir “ulus”, kendisini de eski devlete karşı toplumun tamamının haklarını savunan bir “ulusal temsilci” olarak sunmuştur. Bu tarihsel durumun düşünce hayatındaki yansıması, ilk olarak devlet kavramının karşısına sınıf kavramını çıkartan Locke’da görülmüş ve “sivil toplum lehdarlığı” giderek tüm Batı bilincini kapsamıştır. Öyle ki, bugün Yeni Sağ ve Yeni Sol, devletin sivil toplum lehine geri çekilmesinde, çok farklı programatik gerekçelerle de olsa, hemen hemen anlaşmış durumdadırlar. Onlar öyle yapar da biz geri kalır mıyız? Bizde de gerek sağdan gerek soldan, gerek İslamcılar gerek Kürtçüler arasından, her zaman olduğu gibi yine henüz kavrama bir netlik kazandırmadan, hangi ilkelerde anlaştıklarını belirlemeden, hemen sivil toplumcular türemeye başlamıştır?
Biz, durum saptamalarına zaman zaman katılmakla birlikte, yukarıda söylediğimiz gibi, gerek dünyadaki gerek ülkemizdeki “sivil toplumcu” yönelim konusunda aykırı bir bakış açısına sahibiz.
“Sivil toplum”, Batı için geçici bir çözümün olduğu kadar kalıcı bir sorunun da adıdır
- Yüzyılın sonlarına kadar Avrupa geleneğinde sivil toplum (societas civilis) kavramı, hemen hemen devlet ile aynı anlamda -üyesi olan bireyin aynı zamanda bir devletin yasalarına boyun eğmek durumunda kalan bir yurttaş olduğu- kullanılmasına rağmen, bu zamandan sonradır ki, modern Batı (artık Amerika Birleşik Devletleri bilfiil vardır) hayatındaki büyük çatlak oluşmuş; sivil toplum, devlet ve birey değişik yönlere savrularak, birbirlerinin merkezkaç güçleri haline gelmişlerdir. Bir yanda sivil küre, bir yanda siyasi küre; bir yanda “pays legal“, bir yanda “pays reel“; bir yanda yasallık, bir yanda birlik… Bu çatlama, tarihsel bir ilerilik halini temsil edebilir ama aynı zamanda yaşamakta olduğumuz birçok sorunun kaynağını da teşkil etmektedir.
Bize göre, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezlerince hareket eden ABD dış politikasının tam bir zafere doğru yürüdüğü bir gerçektir ama bu, mevcut gerçeğin yalnızca bir parçasından ibarettir; diğer tarafta ABD’nin şampiyonluğunu yaptığı liberal-demokrat program, birçok zaafa da sahiptir. Başta ABD olmak üzere, günümüz reel liberal toplumları, “siyasi iyi” ve “ahlaki iyi”, “genel iyi” ve “tikel iyi” ve demokrasi ve liberalizm arasında, kökeninde sivil toplum-devlet çatlağının bulunduğu şifa bulmaz çelişkilerle doludur; dış politikada başarıdan başarıya koşan siyasi akıl, bu çelişkiler yüzünden çok yakın gelecekte olmasa bile, kendi kendisini yıkıp parçalayacağı irrasyonel bir infilaka doğru da ilerlemektedir. Batı modernleşmesi, devlet ile sivil toplum arasında meydana getirdiği bu çatlak yüzünden, bir bakıma kendi mezarını kazmaktadır. Zapatistalar’ın lideri Marcos ile Fransız devlet danışmanı Attali’yi aynı anda feryat ettiren işte bu gerçeklerdir.
Kimileri, günümüzün uluslar-ötesi iktidar gruplaşmalarını, siyasal ile toplumsalın, kamusal ile özelin nerede başlayıp nerede bittiğinin bilinmediği şartlarını öne sürerek, Doğu Avrupa hariç Batı toplumları için, bildik bir sivil toplum ve devlet ayrımının artık önemini yitirdiğini söylemektedirler. Ancak bu tez henüz çok zayıftır ve pratik siyasete bigane kalmış sığ bir akademizmin ürünüdür. Bu cılız sese karşı, Keynesci refah devleti politikalarının başarısızlıklarını, Batılı ekonomilerin savaş sonrası güç yitimine uğrayıp, yeniden yapılanma sürecine girmelerini ve feminizm, barış hareketi, ekoloji hareketi ve dini cemaatlerin kabarması gibi toplumsal kıpırdanmaları gerekçe göstererek sivil toplum-devlet ayrımının Batı siyasi düşüncesindeki temel gündemi koruduğunu ifade eden düşünce, zaten varolan gücünü arttırarak sürdürmektedir. Modern Batı hayatındaki devlet, sivil toplum ve birey arasındaki çatlak, ekonomideki ve siyasetteki uluslararasılaşmalara, bilimsel ve teknolojik gelişmelere, cazibeli liberal ideallerin yapıştırıcı işlevlerine rağmen, hızlı bir ivmeyle büyümektedir. Bu durum, adeta bebeğin doğuştan getirdiği bir anomalinin onunla birlikte büyümesine benzemektedir.
Çatlağını yamamaya çalışan Batılı bilinç
Elbette Batılı bilinç, bu çatlağının farkındadır ve türlü biçimlerde onu gidermenin çabası içerisindedir. Bu açıdan bakıldığında, neredeyse “Batı’nın modern siyasi tarihi, sivil toplum-devlet ayrışmasını ortadan kaldırmaya çalışmanın tarihidir” demek bile mümkün görünmektedir. Biz, Batı tarihindeki devlet-toplum-birey ayrışmalarını yalnızca, birçok soruna kaynaklık eden temel bir çatlak olarak görmüyoruz fakat aynı zamanda Batı’nın modern siyasi tarihinin de, çeşitli coğrafyaların (özellikle Almanya’nın) özgünlüklerini hesaba katan geniş ufuklu bir bakışa sahip olmak şartıyla, pekala, sözkonusu bu çatlağın ortaya çıkardığı gerilimleri, bir biçimde giderme çabalarının tarihi olarak okunabileceğini söylüyoruz. (Batı’nın modern siyasi tarihini bu tarz bir okuma, daha önceki kendi Duraklama sonrası makus tarihimizi Batı’nın meydan okumasıyla başedebilme mücadelesinin tarihi olarak okumamıza karşılık gelmektedir.)
Genelleme yapmanın ve basite indirgemenin hatayı ve eksikliği beraberinde getireceğini bile bile, sırf düşüncemizin yol alabileceği bir kulvar açılacağı umuduyla, bir formülasyon geliştirmemize izin verilirse, bu aykırı okumayı şöyle sürdürebiliriz:
Liberal, muhafazakar ve sosyal demokrat olmak üzere modern Batı siyasi düşüncesinin, siyasi pratiklerini belirleyen üç kalın çizgisinin ortak noktaları, devletin aklın ürünü ya da akli bir toplum olarak kavranması; devlet ve sivil toplum ayrımının daha baştan vazgeçilemez veriler olarak kabul edildiği “ikici bir model”in benimsenmesidir. Batı’nın modern siyasi düşünce tarihinde devlet, son zamanlara kadar, şöyle ya da böyle, temel ve vazgeçilemez bir öge olarak benimsenmiştir. Bu üç kalın çizginin aralarındaki fark ise, esasen sivil toplum ve devletle ilgili öncelikler meselesidir. Liberaller ve bir kısım muhafazakarlar sivil toplumdaki kendiliğinden süren hayatın gelişmenin ve refahın ana motoru olduğuna, devletin temel ve hatta biricik görevinin sivil toplumdaki bu bereketi korumakla sınırlı kalması gerektiğine inanırlarken, yine bir kısım muhafazakarlar ve sosyal demokratlar, sivil toplumun her türlü musibetin kaynağı olduğunu ve bu nedenle devletin koruyuculuk görevinden önce sivil topluma bir nizam vermekle yükümlü bulunduğunu savunurlar. Onların hepsi de gerek devlete gerek sivil topluma ayrı ayrı meşruiyet tanımakta, onlar arasındaki gerilimin uyumlu ve ahenkli bir şekilde yumuşatılabileceğini düşünmektedirler. Liberaller ve sosyal demokratlar, siyasi küreyi esasen bir “Rechstaat” (hukuk devleti) olarak görür, siyasi ve sivil küre arasındaki boşluğu yasallık (legitimation) sayesinde gidermeye çalışırlarken; muhafazakarlar ise devletin Hegelyen anlamda bir etik dayanağa, yani “Sittlichkeit“a ihtiyacı olduğunu, sivil toplum içinde kök salmış bu nesnel ahlak sayesinde devlet otoritesinin meşrulaşacabileceğini savunmaktadırlar. Ama devletle sivil toplum arasındaki ilişkinin açıklanması, bu siyaset teorilerinin her birinde mümkün olsa da, şüphesiz bu “ikici model”in şahikası, siyaset felsefesini güçlü bir tarih felsefesiyle de desteklemiş olan Hegel’inkidir. (Hegel yalnızca çok güçlü düşünce sistemiyle değil, öykümüzün ve ABD dış politikasının ana kahramanlarından Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezine esin kaynağı olması nedeniyle de apayrı bir ilgiyi haketmektedir ve bu ilgi bu yazıda gösterilecektir.) Ama biraz sonra göreceğimiz gibi, Hegel’inkiler başta olmak üzere devletle sivil toplum arasındaki dansı açıklamakta çok başarılı olan bu teorilere rağmen modern Batı siyasi pratiğinde eşler sık sık birbirlerinin ayağına basmakta, bu geçimsiz çiftleri boşamak için kimi zaman daha radikal öneriler gündeme gelmektedir. Ancak bu radikal önerileri ele almadan önce, kavram kargaşasının ve yanlış anlamanın önüne geçebilmek için bir adım daha atmamız gerekmektedir.
Dikkat edilecek olursa, Batı siyasi düşüncesinin kalın çizgileri arasında sosyalizm ve Marksizm sayılmamıştır: Bu, bir ihmalden dolayı değil, sosyalizmin ve Marksizmin bizim tarafımızdan Batı siyasetinde, sözkonusu çatlak nedeniyle hiçbir zaman pratiğe geç(iril)ememiş, tıpkı anarşizm gibi marjinal düşünce akımları olarak görülmesi nedeniyledir. Sosyalizm ve Marksizm, düşünce ekolleri olarak tartışmasız biçimde Batılıdırlar ama gündelik yaşam pratikleri anlamında Batılı bilinç için hep ekzantriklikler taşımışlar ve sınıf mücadelesi pratiğinde ütopya olarak bayraklaştırılmalarına rağmen gerçek hayatta asla denenmeye değer bulunmamışlardır. Marx’ın İngiliz işçi sınıfından devrim beklentisini boşa çıkaran gerçek, bundan başkası değildir; devlet-toplum ve bireyin farklı merkezkaç güçler olarak yaşandığı Batılı bilinç için, üretimin toplumsallığıyla üretim araçlarının özelliği arasında yaşanan çelişki, tek başına, dayanışmaya dayalı yeni bir organizasyon adına ayağa kalkmaya yeterli olmamaktadır. Zaten Marksizmi pratiğe aktarma cesareti gösterebilen toplumlar, yapısal ve tarihsel olarak dayanışmaya daha yatkın olan Doğulu toplumlar olabilmiş ama haklı olarak eleştirildikleri gibi, onların Marksizmlerinin Batılı Marksizmle ve Marx’la bir alakası kalmamıştır.
İşte bu nedenle biz, Batılı Marksizmi devletle sivil toplum arasındaki çatlağı kapayabilmek için ileri sürülmüş radikal önerilerden birisi olarak görüyoruz. Marx’ın Hegel’e itirazı çerçevesinde, aslında, sözünü ettiğimiz pratikte işe yaramayan, devleti akılcılaştıran bu “ikici model”e karşı, devleti sivil toplumun içerisindeki sınıf mücadelesinin ve bunun sonucunda sınıfların kalkmasıyla ortadan kalkacak (daha doğrusu gereksizleşerek sönecek) bir üst-yapı kurumu olarak gören yepyeni bir düşünce gelişmiştir. Marx’ın Batı siyasi düşüncesinin sınırlarını zorlayan, devletin sivil toplum lehine ilgasını öngören bu tezi, Batı siyasi düşüncesinde son zamanlara kadar romantik ve ütopik etkilerini saymazsak, ciddiye alınır kalıcı bir pratik etki yapamamıştır. (Zaten salt Batılı gözlüklerle baktığımızda, Marx’ın tezi, proleterya diktatörlüğü vurgulu Leninist-Stalinist çizginin sayesinde, bir bumerang etkisiyle, Hegel’in devleti mutlaklaştıran kucaklayıcı çizgisine dönüp gelmemiş midir? Hegel de devlet müdahalesinin meşru olduğu şartlardan birisi olarak, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki oligarşik tahakkümünü sayarak, sınıf mücadelesine devlet adına son vermeye çalışmıyor muydu? Hegel için de “tarihin amacı”, özgürlük değil midir?)
Biraz sonra görüşlerini daha ayrıntılı olarak ele alacağımız Hegel, devletin müdahalesinin bir başka meşruiyet alanını ise, halkın evrensel çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi olarak belirliyordu. İşte Batı siyasi tarihinde kalın bir çizgi haline gelemese bile, etkisi belki onlarca yıl kendisini hissettirecek olan, devlet-sivil toplum çatlağının kapatılması için öne sürülmüş bir başka radikal öneri, Hegel’in bu görüşleri üzerine yükseldi ve üstelik diğer ve karşıt öneri Marksizmden farklı olarak o pratiğe geçme fırsatı da yakaladı. Birinci Savaş’ın külleri üzerinde yükselen Doğulu proleterya diktatörlüğü denemesinden yirmi beş yıl sonra, bu Hegelci meşruiyetten köken alan açık devletçi çizgi devreye girecek, kendini topyekün devlet diktatörlüğü şeklinde örgütlemekte gecikmeyecektir. Faşizm (aralarında belirgin farklar olmasına rağmen bu kavramı Nazizmi kapsayacak şekilde kullanıyorum) denemesi de İkinci Savaş felaketiyle son bulmuş; Batı’nın ölümcül çatlağı, yine kapanmadan kalmıştır.
Şu halde, Marksizm ve faşizm, daha önce sözünü ettiğimiz devlet ve sivil toplum arasındaki çatlağın meydana getirdiği gerilimin, toplumu veya devleti diğerinin lehine söndürmek yoluyla, radikal bir biçimde tamir edilmesi çabaları olarak okunabilirler. Biz, öyle okuyoruz.
Buraya daha sonra döneceğiz. Şimdi Batı’daki devlet-sivil toplum çatlağının nedenleri konusunda birtakım akıl yürütmelerde bulunacak, Hegel’in mirasından dünyadaki ve ülkemizdeki mevcut siyasi duruma sıçramaya çalışacağız.
Hegel: Modern Batı’nın kristalleşmiş aklı ve Devlet: Bütünsel aklın kristalleşmesi
Modernliğin Batılılaşmadan farklı olarak beşeri bir durum olduğu yolundaki öneriyi dikkatle izlemekle birlikte, modern medeniyetin kökensel olarak Batı medeniyeti olduğunu tartışmasız kabul edenlerdenim. Modern medeniyeti Batı’ya ait kılan, onun kökenlerini ortaya çıkarmaya yönelik bir arkeolojinin sonucunda, Batılı düşünme ve yaşamanın temelleri olarak Hrıstiyanlığı, Roma hukukunu ve Yunan felsefesini bulmamız gerçeğidir. Batı, Rönesans ve Reform hareketleriyle, muharref bir Hrıstiyanlaşmadan kaynaklanan ve giderek her alanda gerilemeye ve açmazlara sebeb olan meselelerini, din-dışı tarihsel kökenlerine, Roma’ya ve Yunan’a dayanarak çözmeye çalışmış ve bu çözümün başarısı, ona modern medeniyeti getirmiştir. Aslına bakarsanız “ilk günah” adı altında kadın düşmanlığı yapan, dünyevi hazlara hayat hakkı vermeyen bir münzeviliğin peşine düşen, Teslis inancının ve ruhbanlığın otoritesine dayanan Katolisizmin ve Ortodoksinin cenderesinde sıkışıp kalmış Batı dünyası için, dini bir çözüm imkanı da bulunmamaktadır; Ortaçağ, Batı için büyük siyasi ve toplumsal kaosun ama aynı zamanda Hrıstiyanlık için uzun bir ilahiyat krizi döneminin adıdır. İmparator Konstantin’in hülyalarının boşa çıkmasında, bu ilahiyat krizinin rolü temel önemdedir.
Anglikan, Lutheryen ve Kalvinist tüm cephelerden Protestanlaşma hareketi, Hrıstiyan Batı’nın kendini Romalı ve Yunan köklerine tutunarak yenilemeye çalışmasının hem doğal bir sonucu, hem mütemmim cüzüdür. Modernlik ve kapitalizm başarısını, doğrudan doğruya protestan zihninin açtığı yenileyeci ruha borçludur. Protestanlığın bu hakkı teslim edilmeli ama herşeyin bu noktada bitmediği vurgulanmalıdır. Modern akıl, tek başına bir protestan akıl değildir; onun bir başka yenileştiriciye; Harıstiyanlığın yüzlerce yıllık büyüsünün protestanlıkla bozulmasından sonra, büyü tasını asar-ı atikaya fırlatıp atacak gerçek bir düşünce devrimcisine daha ihtiyacı vardır. Bu düşünce devrimcisi, Hegel’den başkası değildir.
Hegel, Huntington’un siyasi mücadeleler tarihinde gördüklerini çok önceden tarihte ve düşüncede görmüş, Batı ve Hrıstiyanlık adına bir sistemli tarih felsefesi kurmaya girişmiştir. Hegel, Batı tarihinin temel temalarına sahip çıkan sistemli, modern bir felsefe kurma konusundaki çabalarında fevkalade başarılıdır; o kadar başarılıdır ki, modernliğin karakteristiğini oluşturan bireyin kendini mutlak referans olarak alması ve kendi üzerine düşünmesi, onda tarihten felsefeye, sanatdan dine, insanın ve tüm evrenin anlamını açıklığa kavuşturabilecek bir yetkinliğe ulaşmıştır.Bu anlamda Hegel, modernliğin filozofudur; Hegel felsefesinin temel problemi ise, modernliktir. Ancak Hegel modernliği sac ayağında bulunan Hrıstiyanlıktan ayrı olarak değil, bizzat Hrıstiyanlığı da içerecek bir tarzda felsefeleştirmektedir. Hegel’in selefi, Aquinolu Thomas’tır; bu yüzden ona “son skolastik” denir. Hegel, Aquinolu’nun modern-öncesinde Hrıstiyanlık adına yapmak istediğini, dini olandan bir kopuş anlamı da taşıyan modern zamanlarda yapmak istemekte, Tanrı’yı da içine alacak sistemli ve mutlak bir meta-anlatı inşaa etmek, Tanrı’yı yeryüzüne indirmek için çabalamaktadır.
Hegel’in bu modern Hrıstiyan Batı’nın temsilci filozofu olma başarısının arkasında, modernleşme trenine en son atlayan bir devletin vatandaşı olması gerçeği bulunmaktadır. O, Anglosakson dünyadaki ve bu dünyanın düşünce alanındaki tüm modern gelişmeleri eksiğiyle gediğiyle izlemenin yanısıra düşüncesini daha dün Roma İmparatorluğu’nun varisi olduğu halde, kendi yaşadığı zamanda tarihsel olarak nispeten geri duruma düşmüş olan Almanya’da geliştirmiştir: Hem yapılan hem yapılması gereken üzerine düşünmüştür. Hegel, hem Kant’la başlayan felsefenin Almancalaştırılmasına hem de İkiyüz yıl önce Luther’in açtığı Hrıstiyanlığın “dünyevileşme”si yoluna son taşları koymuştur.
- Yüzyıl’ın sonlarında Hegel’e karşı uyanan ilgiden yeni bir akademik Rönesans çıkabilmesi ihtimalinin yüksek olduğu umudunu taşıyan Karl Löwith, Hegel felsefesinin Hrıstiyanlıkla bağlantısını şu sözlerle ifade etmektedir: “Hegel felsefesi, sözcüğü sözcüğüne ve olumlu anlamında, regnum dei et gratia‘nın (Tanrı ve inayet alanı) kavramsal açınlamasını Hegel düşüncesinde bulan Hrıstiyan teolojisinin izinde ve bu teolojinin dünyasallaştırılması (Verweltlichung) olarak görünmektedir”. Hegel’in tam karşı kutbunda yer alan, (bu nedenle Postmodern düşünceye yataklık eden) Nietzsche de Hegel’in bu yanını görmekte gecikmemiş, onun çabasını “Hrıstiyan ideolojisinin akılcı yoldan doğrulanması girişimi” olarak nitelendirmiştir.
Kısaca ne söylemektedir Hegel?
Hegel’e göre felsefe, varlığın salt düşünme yoluyla kavranılmasıdır; varlık ile düşünce aynı özden geldiklerinden felsefi bilgi varlığın özüne ait bir bilgidir; felsefi düşünmenin yolu ise, kavramlar aracılığıyla bir sistem kurmaktan geçmektedir. Hegel’in kavram sisteminin temel kavramı, düşünce ile varlığın aynı özden olduklarını ifade etmek için bulunmuş “ide”, “akıl”, “tin” gibi kavramlardır. Hegel, bu kavramlara dayanarak dev bir kavram sistemi geliştirmiştir: Her şeyin başlangıcında potens halinde, kendi başına olan tin (geist), kendine yabancılaşarak, tabiat haline dönüşmüş ve kör bir belirlenim olarak işleyişini sürdürmüştür. Kendi özgür varoluşuna aykırı olan bu yabancılaşmadan sonraki evrede tin, tarih ve kültür sayesinde yeniden özgürleşme ve kendini bulma imkanına kavuşmuştur. Tin, tek bir insanda henüz eksiktir ve yalnızca subjektif tin olarak kendisini göstermektedir. Tin, gelişiminin ikinci evresinde tarih, toplum ve devlet biçiminde “nesnel tin” olarak tezahür eder. Son olarak sanat, felsefe ve din, tinin mutlak gelişim evresidir…
Bu sözünü ettiğimiz “nesnel tin” kavramı ve onun tezahürleri olan tarih, toplum ve devlet, bu yazıda bizi en çok ilgilendiren temalardır. Hegel’e göre tarih, “tinin kendi eylemi olarak dünya tarihinde kendi öz bilgisine doğru ilerlemesi” sürecinden başka bir şey değildir. Bir başka deyişle tarih, tinin kendi özünü açtığı, dışa vurduğu yerdir. Tin, kendisini sanatta seyir; dinde içgörü ve duygu; felsefede ise düşünce olarak açmaktadır. Devlet ise, tinin kendisini evrensel varoluşa taşıyacak organize bir görünümüdür. Buna göre, devletler de, halklar da tinin, bir bütüne doğru ilerleyen kendi açma sürecinin birer aracı, bu bütünün birer parçalarıdır.
Tüm bu söylenenler, gerçekten de düşünceyle varlğın mükemmel ve uyumlu kucaklaşmasının örneğidirler. Diğer düşünürler, Hegel’in bu kapsayıcı ve kuşatıcı söyleminin etkisiyle sönükleşirler; onları eleştirmek inanmış bir Hegelci için çok kolaydır: “Ne aile ne de devlet bir sözleşme değildir; 18. ci yüzyılın bireyci teorilerinin, Kant’ın aile teorisinin ya da Rousseau’nun toplum sözleşmesi teorisinin yanılgısı, daha üstün olanı yani aile ve devletin tözsel istemini, ancak onun zayıf bir görünüşü ya da fenomenal bir önsezisi olan sözleşme aracılığıyla tanımlamalarıydı.” (Hyppolite, J.)… “Devlet, evrenselin temsilcisi ve savunucusudur. Toplum, devletin temeli, ve belli formlar içinde kalarak anlaşılmak şartıyla, onun maddesi ise de, kendi bilincine sahip akıl tümüyle devlet tarafında yeralır; onun dışında somut ahlak, gelenek, iş, soyut hukuk, duygu, erdem mevcut olabilir, ama akıl olamaz. Yalnızca devlet düşünür ve yalnızca devlet bütünsel olarak düşünebilir.” (Ilting, K.H.)….
Hegel’in nesnel tin’in bir tezahürü olarak devlete, topluma ve tarihe bakışı, “raison d’etat“ın muhteşem bir meşrulaştırımı olarak kabul görmekte gecikmemiş, Batılı milli devletlere sürekli esin kaynağı olmuştur.
Evet, Hegelci siyaset felsefesi, bizim Batı için yukarıda sözkonusu ettiğimiz devlet-sivil toplum çatlağını da, aslında bir çırpıda gidermektedir: “Eğer devleti sivil toplumla zıdlaştırırsak; onu kişisel mülkiyet ve özgürlüklerin korunması ve güvence altına alınmasına yönelik birşey olarak tanımlarsak, bu durumda bireylerin çıkarı, tek başına, onların gerçekleştirmek için biraraya geldikleri en yüce amaç haline gelir ve bir devletin üyesi olmak, isteğe bağlı birşey haline dönüşür. Oysa devletin bireyle ilişkisi bundan çok başkadır; eğer devlet nesnel tin ise (ki öyledir), bu durumda birey ancak onun üyesi olduğu ölçüde nesnelliğe, hakikate ve ahlaksallığa sahip olacak demektir.” (Hegel, G.W.F)… Bu ifadelere insan, ancak şapka çıkarabilir. Zaten Batı siyasi aklının liberal, sosyal demokrat ve muhafazakar temel akımları da öyle yapmış, farklı bakış açılarına rağmen Hegel’in etkisiyle devleti kutsamakta ve onu saf akıl olarak vazgeçilemez görmekte tereddüt etmemişlerdir.
Daha yakından bakıldığında Hegel, Hrıstiyan-Cermen devletini (Prusya) -kimilerine göre Napolyon Fransa’sını- tinin kendisini açmasının son evresi olarak görmektedir. Ona göre, tinin kendini açma sürecinin ilerlemesiyle Hrıstiyan-Cermen devletinin gücü ve bu devletin hukuku altında özgürce yaşayan bireylerin sayısı da artacak, sonuçta aynı anda hem insanın özgürleşmesi hem de Hrıstiyan-Cermen devletinin mutlak egemenliği sağlanmış olacak, “Tanrısal akıl” tarih ve kültür içindeki özgürleşmesini tamamlayarak, ilk haline dönecek, böylece tarihin sonuna gelinmiş olacaktır.
Elbette pratik siyasete ilgi duyan birçok düşünür gibi Hegel de bu tesbitlerinde yanılmıştır; ne Prusya ne de Napolyon Fransa’sı tarihin sonunu getirebilecek bir atılım yapabilmiştir. Ama işte tam da şimdilerde bu tezlere Fukuyama, ABD ve onun yeni dünya düzeni adına sıkıca sarılmıştır. Fukuyama gibileri, modernliğin temsilci filozofu olan Hegel’in tarihin sonuna kendi zamanında, protestan Prusya monarşisinde gelineceği şeklindeki kehanetinin biraz gecikerek de ve Amerikancı liberalizmin egemenliği altında da olsa, şimdilerde gerçekleşmeye yüz tuttuğunu söylemektedirler. Huntington gibileri ise, Hrıstiyan modern medeniyetin galebesine kesin olarak hükmedilebilmesi ve tarihin sonuna giden yolda, son düzenlemelerin yapılabilmesi için Hrıstiyanlığı birliğe davet etmektedirler.
Gerçekten de Hegel’in önerdiği “hukuk devleti” ile Fukuyama’nın ileri sürdüğü Amerikan liberal demokrasisi arasındaki benzerliği ve liberal demokrasinin dünya ölçeğindeki başarısını görmemek mümkün değildir. Fukuyama, Hegel’e ve ABD’ne dayanarak devlet ve sivil toplum arasındaki sözünü etiğimiz çatlağı da, devletin (ABD) yönlendirdiği bir liberal demokrat bir diyalog sayesinde çözümlediği kanaatindedir. Ama bize göre Fukuyama, bu tesbitleri bazı gerçekleri gözlerden saklayarak, daha doğrusu görmezden gelerek yapmaktadır.
Gözlerimizi karanlığa alıştırmalıyız
Biz şimdi gözlerimizi bu karanlığa daldıracak ve konuşacağız.
Fukuyama’nın Hegelci “Tarihin Sonu” teorisini sevmeyen, liberal demokrasiyi o ABD bile olsa, bir milli devletin inhisarına bırakmak istemeyen ve yeni dünya düzeninden tatmin olmayanlar vardır ve onlar Fukuyama’nın es geçtiği karanlığın sahipleridir. Bu karanlığın sahipleri, Fukuyama’nın devletine karşı şimdi sivil toplum şampiyonluğu yapmaktadırlar; daha doğrusu sınıf olarak ortaya çıktıkları sırada izledikleri stratejiyi şimdi yeteri kadar palazlanmalarının ardından yeniden gündeme getirmişlerdir. Artık devletin arkasına gizlenme gereği duymamakta, hatta devlete karşı, zamanında ilk kez Marx’ın bir imkan olarak işaret ettiği “Dünya Tüccarlar Cumhuriyeti” adına açıkça tavır alma yolunu seçmektedirler.
Kapitalizmin ortaya çıkışı sırasında soylular ve din adamlarından sonra “üçüncü sınıf ” olarak tarih sahnesine çıktığında, toplumu feodal devlete karşı bir “sivil toplum” olarak örgütleme becerisi gösteren ve siyasal alanı ekonomik alandan ayıran yasal ve kurumsal düzenlemeler yapılmasına önderlik eden burjuvazi, bugün “milli devlet”lere karşı yeni bir mücadele başlatmıştır. Bu mücadelede tıpkı Marx’ınki gibi amaçları ve kaynakları ne olursa olsun devletin sivil toplum lehine ilgasını öngören tüm hareketler, düşüncedeki dağınıklığı kronikleştirmekten başka bir işe yaramayan post-modern teoriler, tekelci burjuvazinin ittifaklarıdır. Bu yüzden Charles Taylor gibi bir çok-kültürcülük teorisyeni, sivil toplumun cisimleşmiş şekli olarak görülen Batılı toplumlardaki mevcut durumu bile yeterli bulmamakta, bu toplumlardaki manzarayı, devletle sivil toplumun içiçe geçmesi hali, sivil toplumun önemli kurumlarının hükümetin resmi planlamasıyla bütünleşerek Locke ve Rousseau’nun sözleşmeci modellerine ihanet eden korporatizm tehdidi olarak algılamaktadır. Yalnızca Taylor gibi çok-kültürcülerin değil globalleşmeci, sivil toplumcu, bireyci, anti-Hegelci yeni liberal tezlerin ve egemen sınıfları değil de milli devletleri hedef olarak gösteren toplumsal ve siyasi hareketlerin arkasında, sermayenin uluslararasılaştığı, burjuvazinin tekelcileştiği ve dünya ölçeğinde “milli devlet”lere karşı kendi rasyonalitesini oluşturan örgütlenmelere sahip olduğu bugünün tarihsel ve sosyolojik gerçeği durmaktadır.
Demek ki Fukuyama’nın Hegelci liberal demokrasisinin, her ne kadar ilk bakışta dost gibi görünse de en büyük düşmanı, anti-devletçi tekelci burjuvazi ve onun yeni anarko-liberalizmidir. Fukuyama’nın Hegelci liberal demokrasisinin ikinci büyük düşmanı ise, hala klasik emperyalist paylaşım teorilerine göre hareket eden Avrupalı devletlerdir; çünkü onlar, varlık nedenlerinin doğal sonucu olarak, tek bir devlet aygıtının dünyayı bir başına egemenliği altına almasına karşıdırlar. Başta Çin ve Rusya olmak üzere henüz yeni dünya düzeninde yerleri tam olarak belirlenmemiş “milli devlet”ler, ise bu alt-üst oluşta tavırlarını açık biçimde saptamamışlardır. Altay Ünaltay’ın öne sürdüğü, bizim de katıldığımız görüşleri izlersek, büyük ihtimalle “yeni dünya düzeni” denilen durum, Amerikan liberal demokrasisinin, büyük düşman tekelci burjuvaziye ve onun “büyük tüccar cumhuriyeti” projesine karşı, ikinci düşman konumundaki Avrupalı devletlerden bir kısmının desteğini alarak, milli devletlerle “liberal demokrat ilkeler” çerçevesinde yapılacak ittifaklar ve düzenlemelerin adıdır.
Fukuyama’nın hayali, tekelci burjuvazinin ABD’nin önderliğindeki liberal demokrat dünya idealine isyanını görmezden gelerek, tarihi bu noktada dondurmak, Amerikan liberal demokrasisinin hükümranlığını sonsuza kadar garanti altına almaktır. Ama Batı uygarlığı, bu hayali içten torpilleyecek devletle sivil toplum arasındaki çatlak yüzünden kültürel-tarihsel ve bugün açıkça görünen organizasyonel bir zaafa sahiptir.
Fukuyama’nın hayalinin donduğu noktada ise, bizim hayallerimiz başlamaktadır. Eğer dünyadaki mevcut güç dengesinde henüz kendi etkilerini yeterince hissettiremeyen, kendilerinden yalnızca paylaşım alanları ve “yedek ittifak güçleri” olarak sözedilen Çin, Rusya ve aralarında ülkemizin de bulunduğu “milli devlet”ler, Batı uygarlığının bu zaafının farkına varabilirler, kendi tarihsel geriliklerini hızla aşabilecek yollar bulabilirlerse, tarihin motorlarını Fukuyama’nın durdurduğu yerden yeniden çalıştırabilirler. Çünkü bu devletler, acılı ama engin sosyalizm ve milli mücadele tecrübeleri, geleneklerindeki dayanışma ve adalet temalarıyla insanlığa yepyeni bir yaşama tarzı sunabilecek bir ortak hedef doğrultusunda, birikimlerini ve potansiyellerini biraraya getirebilirler.
Uygarlığın bu yeni yolunun biraz daha netlik kazanabilmesi için, biraz da ülkemizin durumuna bir göz atmalıyız.
Türkiye’de ne oldu?
Bizim inanılmaz badirelerden geçerek varkalma mücadelesini sürdüren, yarım yamalak modernleşen, bir sivil toplum bile oluşturamadığı için henüz demokrasiye reva görülmeyen, insan hakları konusundaki uygulamaları ve hantal, despotik bir devlet aygıtına sahip olması nedeniyle sürekli eleştirilen, kendine özgü bir tarihe ve kadere sahip olan toplumumuz, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu”nu getirdiği dünyadaki güçler mücadelesinde insanlığın ortak geleceği için bir katkıda bulunabilir mi? Sonu geldiği söylenen tarihte, bu topraklarda yaşanan tarihin söyleyeceği bir söz kalmış mıdır? Bu yazıda dilimizin döndüğünce bunu söylemeye, üstelik ne anlama geldiği pek belli olmayan bir sivil toplumculuk yaparak, bilinçli veya değil Batı’daki büyük çatlağın peşine takılanlardan apayrı bir tarzda söylemeye çalışıyoruz. Ama önce şu yaptığımız “tuhaf” okumayı biraz daha detaylandırmalı, bugünün reel-politiğine ilişkin olarak yaptığımız bir başka “tuhaf” okumayla tamamlamalıyız.
Bizim “milli devlet” ile “tekelci burjuvazi” arasında çelişki olduğunu farketmemizi sağlayan fırsat, belki de, Türkiye’de yaşamakta olduğumuz gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bu çelişki, belki dünyanın başka hiçbir yerinde, geçmişle gelecek arasındaki gerilimin çatlama noktasına geldiği ülkemizdeki kadar ayan beyan görülmemektedir. Bu nedenle Almanya, tarihsel geriliğini aşmak için hem Anglo-Sakson dünyada önlerine serilmiş geleceği görmenin hem de ülkelerinde yaşıyor olmanın yarattığı tarih duygusunun ortaya çıkardığı gerilimle, bir bilinç sıçraması yapan düşünürler çıkarabilmişse, bizim ülkemizde de şimdilik felsefi düşünce planında olmasa bile, Altay Ünaltay gibi durugörü sahipleri bulunmaktadır.
Bakalım bizim böylesine olumluluklar yüklediğimiz bu ülkede yaşananlar nelerdir?
Batılı anlamda bir sivil toplumun asla olmadığı, siyasal alandan bağımsızlaşmış bir ekonomik alanın ve merkezi otoriteye karşı bugün heterodoksik ve Kürtçü hareketlere tarihsel zemin oluşturan yerel kalkışmaların dışında bir şeyin bulunmadığı Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı Cumhuriyetimizin etnik, dilsel ve dini bakımlardan çeşitlililik arzeden tarihsel-kültürel mirasından bir millet teşkil etme zorunluluğundan sonra, ilk farkına vardığı ve belki de ona devletler ailesinde asıl özgünlüğünü kazandıran faaliyeti, Batılılaşma’nın gerektirdiği bir burjuva sınıf yaratmaya girişmesidir. Batı tarihinin doğal bitki örtüsünün ürünü olan burjuvazi, bizde devlet fideliğinde özenle yetiştirilmiş, bu nedenle gelişmesin her aşamasını özenle saptama fırsatı olmuştur. Ama devlet bürokrasisi, fideliğinde yetiştirdiği bu yeni gücü bir yandan da denetlemeyi hiçbir zaman ihmal etmemiş; devletin denetimini, burjuvazinin egemenliğini artırma çabası, 12 Eylül sonrası yapılan 1983 seçimlerinde olduğu gibi, kimi zaman siyasi mücadelenin temel rengi olmuştur.
12 Eylül öncesine kadar, skolastik Marksist solun tüm iddialarına rağmen, Türk burjuvazisi siyasi arenada asla “egemen sınıf”tan beklenen refleksleri göstererek temel bir güç olamamış; tam tersine sosyalist kampın zorlamalarına karşı devleti (devletini değil) kendisine siper edinmiştir. Burjuva değerlerin erdeminden bahseden tek bir düşünce kırıntısı bile henüz ortalıkta görünmemektedir.
Gerçi Demokrat Parti programında belirgin liberal çizgiler, katı devletçi bürokrasiye karşı demokrat bir tutum vardır ama bunlar gelişen burjuvazinin etkisinden ziyade, konjonktüre göre şekillenmiştir ve zaten uygulamada Demokrat Parti’yle CHP’i ayıran en belirgin çizgi, Cumhuriyet’in din politikalarında bir restorasyonun gerekip gerekmediği noktasındadır.
Ancak 12 Eylül sonrası yapılan 1983 seçimleri sırasındadır ki, Özal’ın ANAP’ının söylemiyle birey ve toplum, devletin karşısında bir güç olarak ortaya konmuş, devletin küçültülmesi gerektiği açıkça ifade edilmiştir. Zenginliğin ve tüketimin erdeminden, serbest piyasanın aklından bahseden Özal ve ANAP’la birlikte, burjuvazi, önceleri yalnızca gazete ilanlarıyla sesini duyurmaya çalışırken, bu kez doğrudan doğruya siyasetin söylem dünyasına girmiştir. Elbette siyasi aktör (Özal ve ANAP) ile söylem arasında birebir tekabüliyet yoktur ama gerçek budur.
Siyasi söylem dünyasına burjuvazi, yalnızca siyasi aktörler aracılığıyla değil, organik aydınları aracılığıyla da girmiştir. Burjuvazinin organik aydınları, doğrudan doğruya burjuvaziye siyaset yapma biçimleri öneren raporlar, “ulusal kalkınmacılığın iflası”ndan ve yeni bir özgürlük ve tüketim kültürü yaratmanın gerektiğinden bahisle kitaplar yazmışlar; hiçbir şey yapamayanları bile “askeri darbelerin önlenmesi için Özal’ın ve anlayışının tek çare olduğunu, zira onun sivil toplumu temsil ettiğini” söylemişlerdir. Burjuvazi, kendi organik aydınlarını daha ziyade, sosyalizmin devrilen arabasından sağ çıkan yol yorgunu “demokrat”lardan devşirmiş, sadece Marksistler değil, yukarıda gösterdiğimiz gibi bizzat Marksist teorinin kendisi de, “bürokratik-despotik devlet aygıtının ortadan kalkması için öncelikle güçlü bir burjuvazi ve sivil toplum gerekir” anlayışına dayanak olduğundan, burjuvazinin kullanımına girmiştir. Bir kısım eski sağcı aydın, açıkça artık “liberal” olduklarını bu dönemde söylemişler, örgütlenme ve düşüncelerini yayma faaliyetlerine girişmişlerdir.
Ama Marksistler devlet konusunda her zaman olduğu gibi yine yanılmışlardır; Özal ve ANAP, umdukları gibi çıkmamıştır. Bu arada sivil toplumculuk yurttan ve dünyadan epey taraftar bulmuş, Özal sonrası, devlete karşı olan herkes (elbette sivil toplumun düşman kardeşleri alevilerle İslamcıları asla biraya getirilemediklerini belirtmeliyiz), “sivil toplum örgütleri” adı altında biraraya gelmeye başlamıştır. Refahyol hükümetinde İslamcılara sunulan iktidar nimetleri, zaman zaman Fethullah Erbaş gibi Refah’ı temsil etmeyen Refahçılarla İnsan Hakları Dernekleri’nin “örgütten esir askerler için ricacı olma” gibi ortak eylemler olduysa bile, “sivil toplum” içerisinde Kürtçü İslamcı ittifakını torpillemiştir. Bu arada inanılmaz bir olay daha olmuş, laik Cumhuriyetimizin korunması için “asker” önderlikli çabalara ülkenin en büyük “sivil toplum örgütleri” sonuna kadar destek veren girişimlerde bulunmuşlardır. İşte bu ülkenin en büyük “sivil toplum örgütleri”nin girişimleriyle kurulan Postmodern bir darbeden bahsedilen günümüz koşullarında ise, “sivil toplum” alanında “devlet”e karşı bırakın ittifakı, laik-antilaik, alevi-sünni, sağcı-solcu gibi kisveler altında bir boğazlaşmanın ön-hazırlıkları yapılmaktadır. “Devlet”, “sivil toplum” içerisindeki boğazlaşmalarının önüne geçebilmek için pusuya yatmıştır; ama bu kez eski hevesinden eser yoktur; nazlanmakta, davetiye çıkarılmasını beklemektedir. “Sivil toplum” bir türlü o beklenen hamleyi yapamamakta, bu da ona bel bağlayanlarını hayal kırıklığına uğratmakta, öfkeye garketmektedir.
Burada, Türkiye’de devlet nerede başlamakta, sivil toplum nerede bitmekte belli değildir; aynı şekilde bireyle toplum (millet) ve/veya toplumsal segmentler arasındaki sınırlar alabildiğine fludur. Burada bildik teoriler, karanlıkta el yordamıyla yürürken ışık sağlamak bir yana, bizi karanlığın dibine doğru çekmektedir. Bu karanlıkta ışıksız kalmanın şaşkınlığını sivil toplumcu merkezler de ziyadesiyle yaşamaktadırlar. Örneğin Berlin Özgür Üniversitesi Siyasi Bilimler Dalı Ortadoğu Bürosu, klasik sivil toplumcu teorinin buralarda pek işe yaramadığını farketmiş; “Ortadoğu’daki sivil toplumsal akımlar özellikle de milliyetçilik ve İslamcılık gibi, bayraktarlığını yaptıkları birlik fikri içerisinde farklılıklara izin vermeyen ideolojilerle mücadele etmek zorundadırlar. Bu yüzden bu yörede bir sivil toplumun gelişmesi sadece çoğulcu yapıların inşaasını değil, siyasi hoşgörünün yaygınlaşmasını da gerektiriyor” demek durumunda kalmıştır.
Modern proje, yalnızca Batı için tamamlanmadan kalmıştır
Onlar, burayı aydınlatmaktan uzak teorileri ve modelleriyle, buradaki devletin kadrimutlaklığına karşı, nasıl sivil bir özerk yaşam alanı yaratarak, onu zayıflatacaklarının hesaplarını yapadursunlar; biz, Batı’nın çatlayan ve çürüyen yanlarına değil, insanlığa sunduğu gerçek mirasa sahip çıkmalıyız. Batı’nın insanlığa sunduğu gerçek miras, insan aklına dayanarak Ortaçağ’ın aşılabileceği; dünya hayatını daha insana yakışır biçimde yaşamak için büyüyü değil gerçeği esas alan bir düşünümsellik ve mücadele gerektiğidir. Bu miras, Batılı anavatanında, postmodern ve postyapısalcı teorisyenlere göre farklı biçimlerde açıklansa da, bize göre Batı toplumunun sınıf varlığına ve mücadelesine dayalı yapısı ve ondan köken alan devlet-sivil toplum karşıtlığı nedeniyle, layıkıyla değerlendirilememiş ve bir süredir, “teknomedyatik büyü”nün örtme çabalarına rağmen, çürümeye yüz tutmuştur.
Dünyanın zihin ve yaşama tarzı bakımından Batılı olmayan bölümleri, aynı zamanda modernleşmenin yeni vatanlarıdır. Modernlik buralara, bir bakıma emperyalizmin ideolojisi olarak girdiğinden, Batılılaşma sanılmış ve tepki ideolojilerinin doğmasına neden olmuş ama pratikte, ülkemizde çok net biçimde görüldüğü gibi, emperyalist Batı’ya ve Batılılaşmacılığa karşı modern-milliyetçi yepyeni devletler ve toplumsal formasyonlar ortaya çıkmıştır. Şimdi Batılı olmayan dünya, şöyle ya da böyle modernleşme çabası içerisindedir ve modernleşmenin buralardaki akibetinin ne olacağı, tam olarak kestirilememektedir. Bizim iddiamız, buralarda, özellikle büyük medeniyetlere beşiklik etmiş Avrasya’da, modernleşmenin, Batılı olan biçiminin aksine, daha sağlıklı yollardan gelişme ve tekelci burjuvazi ve devletle (ABD) “kıran kırana” süren mücadelenin belirlediği konjonktürden kaynaklanan fırsatlarla, yeni bir siyasi oluşuma yol açma şansının bulunduğudur. Dikkatli bakılırsa ve icazetli teorilerin yaydığı sis perdesi yırtılabilirse, ülkemizin ve bizim gibi dünyanın geri kalan kesiminin kendine özgü bu karmaşasından insanlığın geleceği için çatlağını onarmada yorgun düşmüş Batı’dan daha fazla olumlu potansiyeller çıkarılabileceği, Altay Ünaltay’ın eskizlerini verdiği siyasi-stratejik hattı besleyecek, Batı’nın gerçek mirasını sağlıklı bir gelecek kurgusuyla birleştiren tarihsel-kültürel bir zeminin varlığı görülecektir. Bu potansiyellerin ve zeminin varlığı, Batı düşüncesinin kendi anavatanında devam ettirme imkanını, sivil toplum-devlet ayrımı yüzünden tükettiği mirasını, buralarda sosyalizm tecrübesinin ve Batı-dışı geleneğin devrimci yanlarının mirasıyla birleştirerek sürdürebilme ve Aydınlanma’nın Batı’da imkansızlaşmış ideallerini burada restore edilebilme tarihsel fırsatıyla güçlenmektedir.
Artık sözkonusu olan, duy(urul)maya hep alıştığımız biçimde Batı’dan neşet eden ve evrensellik iddiasında bulunan tezlere karşı, kof bir gelenekçilik ve kültürcülük adına, ilkel, despotik Doğu imajına bir yer bulunmaya çalışılması değildir. Tam tersine Doğu, olsa olsa yıpranmamış bir gelecek hayalinin, büyük medeniyet geleneklerinin üzerinde gerçekleşme fırsatının siyasi-coğrafyasıdır. Elbette hiçbir kutsal amaç, insan haklarına karşı girişilen hunharlığı, despotizmi meşrulaştıramaz ve yine elbette bireysel özgürlüğün korunması ve temel alınması her siyasal girişimin vazgeçilemez şartı olmalıdır. Elbette sivil toplumculuğa karşı mücadele ederken, leğendeki kirli suyla birlikte çocuk da atılmamalı; sivil toplumcu teoride amaç edinilen insanın yurttaşlık duygusu, kollektif kendine güven ve bireysel potansiyellerini özgürce geliştirme ideallerinden vazgeçilmemelidir. Önemli olan, sivil toplumculuğun “tekelci burjuvazi”nin hizmetindeki gerçek yüzünü görebilmek ve sivil toplumun Batılı anavatanı ve dünyanın geri kalan bölgeleri için yeni bir arayışa girebilmektir.
Modern projenin tamamlanmadığı veya skandalla sonuçlanarak yerini postmodern duruma bıraktığı iddiaları, Batılı entellektüel gündemi tıkabasa doldurmuş; insanlığın geleceği açısından verimsiz bir tartışma giderek hevesleri kıran ve tarafları yorgun düşüren bir hal almıştır. Bu tartışmadan “yeni dünya düzeni”ne kültürel dayanak teşkil edecek temel bir tez ortaya çıkmamaktadır. Yorgun Batılı bilinç, şimdilik siyasi ve ekonomik üstünlüğün sağladığı rehavetle geviş getirmektedir.
Dünyanın geri kalan bölümlerinde yaşayan aydınlar, Batılı düşünceden edindikleri mirasa sahip çıkarak ama Batılı düşünce ajandasından başlarını kaldırarak sosyalizm ve milli mücadele tecrübeleri ve halen yaşayan ve milyonlarca insanın yaşama tarzını derinlemesine etkileyen İslam, Hinduizm, Konfüçyus geleneklerinin nasıl modernleşebileceklerini ve aralarında nasıl ortaklıklar kurulabileceğini düşünmeye başlasalar, Batı için akamete uğramış modern projeyi buralarda daha sağlıklı biçimde hayata geçirebilirler.
Bu amaçla ilk yapılması gereken, Batı düşüncesinin temel kavramlarını, şimdiye kadar Batılı olmayan düşünce ajandasında hiçbir biçimde ciddi olarak yer almamış, yalnızca ideolojik mücadeleler ya da akademik tutunma çabaları için apartılmakla yetinilmiş, “devlet”, “tarih”, “toplum”, “sınıf”, “aydın” vb. gibi çok önemli kavramları, “sanki ilk kez bugün burada düşünülüyormuşçasına” tartışabilecek bir ortamın oluşmasına katkıda bulunmaktır. Bu ortam, Doğu’daki büyü bozumu sürecini ilerletecektir. İkincisi ve daha önemlisi ise, Batı düşüncesini oksidentalistik bir bakışla, yani “bu düşünceler Batı’da Batı için üretilmiştir diye düşünerek” ele almak, onları birçok yerden kırıp başaşağı ederek bir yapı-bozumuna uğratmak; kendi tarihimiz ve toplumumuzu açıklamak için elverişli hale getirmeye çalışmaktır.
Gerçekten de bu yazıda üzerine eğildiğimiz “sivil toplum” tartışmaları için baktığımızda, böyle bir imkan var gibi görünmektedir.
Şöyle:
Hegel’i ve Gramsci’yi başaşağı edebilmek
Rus devrimi örneğinin egemen sınıfların hegemonyasının yalnızca siyasi topluma değil aynı zamanda sivil toplum üzerindeki kültürel hegemonyaya dayandığı Batı’da uygulanamayacağını gören ve Batı için yeni bir sosyalizm yolu öneren İtalyan Marksisti Antonio Gramsci, Karl Marx’ın düşüncelerini birkaç yerden kırıp başaşağı ederek, bilinen skolastik Marksizmden bambaşka sonuçlara ulaşıyor; devlet-toplum ve aydınlar arasındaki ilişkilerde açıklayıcı gücü oldukça yüksek yepyeni bir teori ortaya çıkarıyordu. (Bizim yukarıda yaptığımız “tuhaf” okumaya göre, aslında bu büyük Marksist teorisyenin bütün yapıp ettiği de, tıpkı diğerleri gibi, Batı’nın büyük çatlağını yamama gayretinden ibaretti.)
Gramsci, sınıf farklılıklarının dolayısıyla devlet ile sivil toplum arasındaki bir ayrımın bulunmadığı komünist topluma ait inancını koruması noktasında, kesinkes Marksisttir; bu bağlamda bizim onunla hiçbir alakamız olamaz. Fakat o, sınıfsız toplum hedefine nasıl ulaşılacağı konusunda öyle farklı bir teorik şema ortaya koyar ki, neredeyse Marksizmle hiçbir ilişkisi kalmaz. İşte bu nokta, bizi Gramsci ile sıkı bir şekilde bağlantılandıran noktadır.
Marx, sivil toplum anlayışını Hegel’den türetmektedir. Hegel’de sivil toplum, sefahatin, sefaletin, fiziki ve ahlaki bozulmanın hüküm sürdüğü ve bu yüzden mutlaka devlet gibi aşkın bir organizasyonun müdahalesine ihtiyaç duyan bir alandır. Marx, Hegel’i başaşağı ederek, yani onun devlete verdiği önceliği sivil topluma vererek, sivil toplumu, toplumun yoğunlaşmış ve örgütlü gücü olan üst-yapıdaki devleti düzenleyen ve şartlandıran maddi ilişkilerin bütününün cereyan ettiği, ekonomik alt-yapı olarak kavramaktadır. Ona göre, sivil toplum ve kapitalizm içiçedir; sivil toplum, kapitalizm ve burjuvazinin gelişmesinin koşulu değil ürünüdür; sivil toplumu kuran, oluşturduğu kent hayatıyla geleneksel “doğal bağları” parçalayan, bireyin özel çıkarlarının, amaçlarının, ihtiyaçlarının gerektirdiği yeni bir dünya yaratan devrimci gücün sahibi burjuvazi, Marx’ta her türlü övgüyü hakeder. Marx’ın biricik amacı, burjuvazinin ulaştığına, tüm insanlığın sahip olmasını sağlamaktan başkası değildir. (Bilindiği üzere, buradan skolastik Marksizmin sınıf mücadelesini ve zora dayalı bir devrim yoluyla devletin yıkılmasını esas alan, Leninist devlet ve devrim anlayışları ortaya çıkmaktadır.)
Gramsci’nin sivil toplum, devlet ve devrim konusundaki fikirlerinin ise, Marx’ın bu bakışıyla ilgisi, öyle kolayca kurulabilecek cinsten değildir. Çünkü Gramsci, sivil toplum anlayışını yine Hegel’den ama bu kez onun başka bir tezinden yola çıkarak oluşturmaktadır. Bu Hegelci tez, daha önce aktarmış olduğumuz devletin ahlaki temellerinin sivil toplum içersinde yerleşmiş olduğu tezidir. Gramsci, bu tezden hareketle, sivil toplumun bir alt-yapı değil, üst-yapı oluşumu olduğunu ileri sürerek Marx’la taban tabana zıd bir sonuca varmaktadır. Üstelik o, bununla da yetinmeyerek, Marksist teoriyi en sağlam olduğu yerden, tam belinden kırmakta; alt-yapının belirleyici olduğu şeklindeki aforizmayı, şiddetle reddetmektedir. Gramsci’ye göre, bencilliğin ve hırsın alanı olan saf ekonomik alandan (yani alt-yapıdan), etik-siyasi alana (yani üst-yapıya) geçmek demek, objektif ve zorunlu olandan, subjektif ve özgür olana geçmek demektir. Bir başka deyişle, üst-yapı, alt-yapının insanı baskı altına alan, eritip bitiren, pasifleştiren dışsal gücünün etkisinden kurtularak, yeni bir etik-siyasi biçim oluşturma imkanı sunan, bir insiyatif kaynağıdır; dolayısıyla maddi şartları dönüştürebilen ve onun üzerinde belirleyici olan bir alandır.
Gramsci’de üst-yapı, alt-yapı karşısında belirleyici bir konumda bulunmakla birlikte, aslında kendi içerisinde birisi olumsuz, diğeri olumlu iki unsurdan meydana gelmektedir. Üst-yapıdaki olumsuz unsur, doğrudan egemenliğin, zorun ve tahakkümün aracı olan devlet (siyasi alan); olumlu unsur ise, rızaya dayalı hegemonik ilişkilerin alanı olan sivil toplumdur. Ekonomik alt-yapıda ve siyasal alanda burjuvazi, egemenliğini az çok tam olarak sağlayabilirken, sivil alanda her zaman siyasi, ahlaki ve fikri bir hegemonya kurması mümkün değildir. Gramsci’nin kavramlarıyla söyleyecek olursak, siyasi iktidarını meşrulaştırabilmek için, ideoloji vasıtasıyla, sivil toplum içerisinde yer alan kendisinin dışındaki sınıfları da peşine takabilecek ve onlarla bir tarihsel blok oluşturabilecek bir hegemonya peşinde koşan burjuvazi, bu amacına her zaman öyle kolay ulaşamaz. Çünkü sivil toplum, burjuvazinin iktidarını haklılaştırmaya yarayan ideolojilere yataklık ettiği kadar, muhalif kimselerin devletin tahakkümüne maruz kalsalar bile, yeni bir ideoloji, yeni bir tarihsel blok ve yeni bir tarih oluşturmak fırastına sahip oldukları bir özgürlük alanıdır. Önemli olan, burjuva iktidarının hegemonyasının dayandığı ideolojiyi ve tarihsel bloku kırarak, sivil toplumun içersinden diğer sınıfları da etkileyen yeni bir dünya anlayışının ve yeni bir tarihsel blokun oluşturulması sayesinde, devlete ihtiyaç duymayacak bir siyasi ve sivil toplum kaynaşması meydana getirebilmektir.
Gramsci’ye göre, sivil toplum içersindeki hegemonya mücadelesinin yani siyasi ve kültürel öncülük mücadelesinin ana motoru, yeni bir dünya anlayışının oluşturucuları ve yaygınlaştırıcıları olan organik aydınlardır. Yeniyi temsil eden bu organik aydınlarının karşısında elbette kurulu düzenden yana olan, onun devamı için bilgi üreten burjuva aydınlar da bulunmaktadır. Sivil toplum içersindeki bu mücadelenin sonucunda, yeni bir hayat biçimi filizlendikçe, siyasi toplum (devlet) geriletilmiş ve nihayet siyasi işlevlerini adım adım devredecek olduğu sivil toplum içersinde eritilerek, kaybolup gitmiş olacaktır. Elbette bu sürece uygun bir biçimde ve oluşan yeni tarihsel blokun etkisiyle ekonomik alt-yapıda da sınıfsızlığa doğru giden dönüşümlerin olması kaçınılmazdır ve ayrıca devletin böylesi bir erime süreci için, mücadelenin dünyanın her yerinden devlet tahakkümünü söküp atacak boyutlarda evrenselleşmiş olması gerekmektedir.
Eğer bizim “Hegelci Amerikan liberal demokrasisi”, “tekelci burjuvazi” ve “milli devletler” arasında saptadığımız çelişki gerçekse, Marx’ın ve Gramsci’nin bu “devrimci” görüşlerinin aslında tekelci burjuvazi için nasıl da kullanışlı olduğu açıktır. Özgürlükçü-bireyci liberal fikirlerle her türlü devlet-karşıtı düşünce, bir sivil toplum hareketi içinde biraraya getirilmeli; devlet hayatın her alanında geriletilmeye çalışılmalıdır. Nasılsa devletten kalan boşluğu sermayenin ve onun teknomedyatik aygıtının gücü, özgürlükçü (dilediğini dilediğin kadar tüket!) aydınların fikirleri dolduracaktır.
Belki Marx’ın değil ama Hegel’in ve Gramsci’nin fikirleri, bir yapıbozumuna uğratıldıktan sonra, sivil toplum-devlet ilişkilerine yeni bir bakış elde edebilmek için bizim de çok işimize yarayacak.
Hegel, bir yandan bizim gibi tarihsel bakımdan geri, felsefi bir gelenekten yoksun ve sözel, sözlü, söze dayalı bir toplumda dinsel olanın nasıl seküler bir sistematiğe kavuşturulabileceğinin örneğini sunarken, bir yandan da tarihin amacını özgürlük olarak gördüğü halde, bütünsel aklın tek temsilcisi devletten asla vazgeçmemesiyle, bizim devlet(çi) geleneğimizin modernleştirilmesine yarayabilir. Nasıl Hegel hem Aydınlanma mirasına, hem Alman romantizmine sahip çıkmış; Aydınlanma’yı tinselleştirip romantizmi entellektüelleştirmiş ise, ülkemizin siyasal, toplumsal ve düşünce dünyasında ganrenleşen sorunlarının kökeninde bulunan geçmişle gelecek, hatırlama ve umut arasındaki bağların yeniden kurulmasında bize yardımcı olabilir.
Fakat tüm bunları yaparken Hegel gibi, sonradan Batılı devletlerin her türlü despotik ve emperyalist uygulamalarına temel teşkil etmiş olan “sivil toplum”u ve “Doğu”yu aşağılayan, “evrensel hukuk devlet”i adına onlara düşmanlık gösteren bir anlayışa sahip olmak zorunda değiliz. Hatta tam tersine burada olanı savunan, yani devleti sivil toplumun üstünde değil, her ikisini de birbirlerinin içerisinde gören; devleti kutsamayan ya da kutsayacaksa bile bunu devletin sivil toplumun her kesiminden eşit ölçüde yansıyan ve her kesimine eşit ölçüde yansıtan bir adaletin timsali olduğu için yapan bir anlayışa sahip olunmalıdır. Burasının tabiatı, varkalma mücadelesinin komplikasyonlarını saymazsak, asla ırkçı ve kültürel üstünlükçü bir karaktere bürünmemiştir; daha doğrusu ırkçı ve kültürel üstünlükçü girdileri dışlayabilecek bir gücü her zaman barındırmıştır. Bugün de doğru düzgün bir mücadele ile, korku ve vehimlerinden sıyrılmasını sağlayarak, devleti evrensel hukuk ilkelerine ve demokrasiye uygun bir işleyişe kavuşturmak mümkündür. Böyle bir işleyiş, yalnızca insan hakları için büyük bir adım olmakla kalmayacak fakat aynı zamanda Batı için sözü edilen demokrasi ve liberalizm arasındaki açmazlara girmemenin mümkün olduğunu da gösterecektir. Bu konuda ise bize en çok Gramsci’nin “organik aydınlar” teorisinin bir yapıbozumu fırsat sağlayacaktır.
Gramsci, Batı için konuştuğundan haklı olarak aydının sivil toplumdaki şu veya bu sınıfla organik bağı olduğunu düşünüyor; bir Marksist olarak devletin milletin değil bir egemen sınıfın baskı aygıtı olduğunu sanıyordu. Şimdi bize ve bizim gibi ülkelere boca edilmeye çalışılan sivil toplumculukta da devlet, Doğu da nasılsa bir anda varoluvermiş, topluma yabancı ama her türlü gücü kullanma tekelini eline almış, sahibinin muhtemelen asker ve sivil bürokrasi olduğu ve yine nasılsa asli görevinin sözde “sivil toplum”u baskı altına almak olarak tanımlandığı bir Leviathan’dır. Sivil toplum teorisini Hegel’den apartan Gramsci ve onun izleyicisi sivil toplumcular, devletin temsil ettiği bütünsel aklı ve onun toplumda saldığı güçlü kökleri görmemek için bu kez Hegel’e sırt çevirmektedirler. Oysa sırf tapındıkları ekonominin önceliği hipotezine göre bile, bu devlet tanımı saçmasapandır. Devleti temsil ettiği bütünsel akıldan ve toplumdaki etik köklerinden sıyırdığınızda ortada, herbiri, burjuvaziye gıpta eden, gündelik maişet derdiyle kıvranan memurlardan başka kimse kalmaz. Bu zavallı memurların nasıl olup da biraraya geldiklerini ve bu Leviathan’ı oluşturduklarını hiçbir güçlü teori açıklayamaz. Hegel, belki öyle açıklanması en kolay olan Batı’da bile devleti sözleşme teorileriyle açıklamaya çalışanları gülerek izliyordu; bu gülümseme, bizde ve bizim gibi ülkelerde kasıkları ağrıtan bir kahkahaya dönüşmektedir. Devlet, belki bazı yerlerde ve zamanlarda bir sınıfın baskı aygıtı olabilir ama hiçbir zaman bu gerçek, onun asıl varlık nedenini açıklayamaz.
Şimdi biz, en hafifinden korporatizm etiketini alnımıza yapıştıracaklarını bile bile, devleti, tarihsel bir topluluk tiniyle izah eden Hegel’ci bir bakışla kavradığımızı bir kere daha ilan ediyoruz. Elbette böyle bir bakış, yeni liberal ve postmodern siyaset teorilerine karşı, milli devletlerin eski dünyasından yana tavır koyduğum, devleti modernleşmenin ve ekonomik gelişmenin biricik faili olarak gördüğüm anlamına gelmemektedir. Söylemek istediğim yalnızca, bugün milli devletlere karşı sürdürülen sivil toplumcu, liberal, çok-kültürcü vs. kampanyanın arkasında esasen sermayenin uluslararası gücünün bulunduğudur.
Devleti savunan bir siyaset felsefesinden yana olmak, insanlığın asırlar alan ve yığınla acıya malolan ve ortak geleceğimize kazınmış insan hakları ve özgürlük gibi kavramlarından vazgeçmemizi, devletçi berbat-kötü uygulamaları savunmamızı gerektirmiyor. Tam tersine birilerinin çıkarları adına başkalarına muhtemel zulmetme biçimlerini engellemek istiyorsak insanlığın ortak mirasına elindeki sermaye gücüne dayanarak ve sınıfsal çıkarları adına çöreklenmeye çalışan burjuvaziye böyle bir fırsat vermememiz gerekmektedir. Bugün ihtiyaç duyulan, devletin zevali değil, daha adil ve hukuka dayalı, daha sınıflar ve zümreler üstü, kendi bürokrasisini en aza indirgeyecek ve öz-denetim altında tutacak, bu nedenle eskisinden çok daha güçlü bir devlettir. Aksi takdirde devletçi uygulamaları gerekçe göstererek ve burjuva sınıfının çıkarları peşinde sürüklenerek, ortada genelin çıkarlarını savunacak bir bütünsel aklın kalmaması için uğraşmak, birgün zayıfları ve mazlumları savunacak tek bir yol ve yöntemin bulunmadığı, demokrasi adına, burjuvazinin teknomedyatik egemenliğinden başka bir güç aygıtının olmadığı bir uluslararası sistem için çalışmaktan başka bir anlam taşımayacaktır.
Bugün gelinen noktada, kaliteli ürün eldesinde ve yeni istihdam alanları oluşturulmasında serbest piyasanın ve toplumun yaratıcı potansiyellerinin rolünü, devletin ekonomik alandan bütünüyle geri çekilmesi gerektiği kabul edilmelidir ama bu kabul ediş, burjuvaziye yönetici sınıf olarak güvenmemizi, toplumu burjuvazinin güçlü kollarına teslim etmemizin şart olduğunu düşünmemizi gerektirmez. Üretim ilişkilerinin yürürlükteki biçimleri ve üretici güçlerin gelişmişlik düzeyleri, devletin ekonomi alanında tüm yetkiyi vatandaşlarına devrederek onlarla üretim alanında bir rekabet ilişkisine girmemesini, mümkün olduğunca teşvik, subvansiyon ve gümrük indirimi gibi yollara başvurmamasını (başvurduğunda bunun genelin çıkarlarına uygun olmasını ve kamuoyunu ikna koşuluyla yapılmasını) zorunlu kılıyor. Ancak devletin üretimden geri çekilmesini ve serbest piyasa savunusunu, işsizlik, yoksullaşma, sosyal yardım gerekliliği, çevreye zarar verilmesi gibi kimi durumlarda seyirci kalması olarak kavramamak, toplumsal kazancın adil dağıtımında ve çevrenin korunmasında devlete birincil rol düştüğünü anlamak gerekiyor.
Devletin önceki uygulamalardan farklı olarak, eğitim ve sağlık gibi alanlarda vatandaş insiyatiflerini önplana alması, zorlayıcı değil, rehber ve denetleyici bir konum üstlenmesi, artık şarttır.
Kısacası benim ütopyalarımda devlet hep var ama varlığının asli koşuluna uygun olarak yani hep genelin çıkarlarına ve bireyin özgürlüğüne çalışan bir adil güç olarak… Tıpkı içimizdeki vicdan gibi…
Elbette devlete böyle bir bakış, “organik aydın”lara da yepyeni bir bakışı getiriyor; aydın, devletin nesnel tindeki karşılığının entellektüel bireyin öznel tinindeki işlevidir. Yani o, düşüncelerini genelin çıkarları ve bireyin (ve bir birey olarak kendisinin) özgürlüğü için sürdüren kimsedir. Aydın, düşünme faaliyetini varlığı anlamak için sürdüren düşünürden, maddi ilişkilerin belirlenimlerini keşfetmeye çalışan bilimciden farklı bir kimsedir; o, daha ziyade siyasetçiye yakındır; siyasetçinin pratik akılla yaptığını teorik akılla yapan kişidir. Aydın, bir topluluk tininin, entellektüel düzeydeki en yüksek ve bireysel formudur. Bu anlamda, herhangi bir sınıfın organik aydını olmak mümkün fakat gelip geçici bir durumdur; aslolan “milletin organik aydını”nın konumudur. Çünkü “milletin organik aydını”, bir grup-varlık olarak kendisini yani kendi varlığının oradasını doğuran tarihsel ve kültürel şartları ve dolayısıyla yaşadığı dünyayı anlamaya ve değiştirmeye çabalamaktır.
İnsanlığın beklediği yeni dünya, tarihin tinselliğini, insanın grup-varlığını, milleti ve devleti reddederek kurulamaz. Batı modernliği, böyle bir sevdaya kapılandığı için devrimci barutunu tüketmiş, postmodern kaosa sürüklenmiştir. Her ne kadar bugün savunulamaz görüntüler sergilese, olgunluktan ve ideal olandan çok uzak olsa da, tarihin tinselliğini, insanın grup-varlığını, milleti ve devleti savunan değerler, Batı-dışı dünyadadır; kendi aydınları tarafından keşfedilmeyi ve tıpkı Batılı değerler gibi restore edilmeyi beklemektedirler.
Burasını sahip olmadıklarından ötürü sürekli aşağılayan ya da sahip olduklarından ötürü göklere çıkaran anlayışları terketmeliyiz. Varlığın buradasını, burada olanı nasıl olur da insanlığın ortak idealleri için en elverişli hale getirebiliriz; burası insanlığın geleceği için nasıl bir imkanlara potansiyeline sahiptir? Bunları gerçekten düşünmeye başlamalıyız.
İnsan olmamız, birçok başka biçimde mümkündür ama aydın olmamız, böyle bir düşünme şeklini zorunlu kılmaktadır.
Kaynak: “Uygarlığın Yeni Yolu Avrasya” kitabında Kızıl Elma Yayınları, 1999 İstanbul