Siyasi muhafazakârlığın kısa hikayesi
Toplumsal dünyadan köklü bir uzaklaşma veya kargaşa, birey için oldukça güçlü bir tehdit oluşturur. Birey bu gibi durumlarda yalnızca duygusal tatmin bağlarını yitirmekle kalmaz, hareket halindeki istikametini dahi kaybeder… Bu kaos ne pahasına olursa olsun uzaklaştırılmalıdır… Her toplum, üyelerine realite-merkezli kalmaya ve realiteye dönmeye yardım edecek yöntemler geliştirir…” Bu sözler sosyolog Peter Berger ve Thomas Luckmann ‘a ait. Evet, insan toplulukları, var kalmak için kurumlar ve değerler üretmek ve bunları meşrulaştırmak, korumak zorunda. Muhafazakârlığın esasını, bu şekilde işlev gören ana değer hattı oluşturuyor.
Bir başka sosyal bilimci Edward Shils de her toplumun yapısında merkezi bir bölge olduğu, topluma ait olmanın bu merkezle kurulan ilişki tarafından şekillendiği kanaatinde. “Merkez ya da merkezi alan, inançlar ve değerler âlemine ilişkin bir vakıadır. Mezkûr merkez, toplumu yöneten semboller, değerler ve inançlar düzenin merkezidir” diyor. Muhafazakârlığın ve muhafazakâr insanların aynı zamanda toplumsal merkezi, omurgayı oluşturduğu fikrinin kaynağı da bu tür görüşler…
Özetle, her toplum gibi bizim de varlığımızı borçlu olduğumuz ana değer hattının etrafında şekillenmiş bir merkezimiz var. Her türlü saldırıya, tepeden inmeciliğe dayatmacılığa karşı bu merkezi, değerler kalesini korumaya çalışan insanlar, muhafazakârlar. Gelelim ana değerler hattının, toplumsal merkezin yani muhafazakârlığın buradaki siyasi serencamına…
Modernliğin meydan okuması ve ardından gelen emperyalist saldırıdan mağlubiyetle çıkmak, özellikle okumuşlar ve yönetici elitler katında, değerler alanında büyük bir sarsıntı meydana getirdi. Osmanlı’nın son dönemlerinde devleti ve toplumu ayakta tutmak için öne sürülen fikirler (Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık), samimi bir gayretkeşliğin ürünüydüler ama büyük ölçüde reaksiyoner ve ideolojiklerdi. Gerçeklerden uzak, sadece ideallere ve ütopyaya vurgu yapan dolayısıyla muhafazakâr görünmelerine rağmen ona taban tabana zıt bir nitelikteydiler. Cumhuriyet, ana değer hattını, Ziya Gökalp merhumun “İslamlaşmak, Türkleşmek, Muasırlaşmak” formülasyonuna göre kurmak istedi ama olabilecek en kötü sentezlerden birini seçerek ve Tek Parti Dönemi’nde bir resmi ideolojiyle toplumun zihnini beton bir kalıba dökmeye çalışarak…
Toplum, var kalma mücadelesinin, devletini kurtarmanın başarısıyla yetindi; olan bitene rıza göstermedi ama tepki de vermedi, içine kapandı, resmi ideolojiyle yapılan yukarıdan aşağıya inşayı görmezden geldi, işine baktı. Çok partili hayata geçer geçmez, sınırlı ve güdümlü de olsa demokrasi, toplumun tepkisini ve değerlerini sandıkta ifade etmesini sağladı. Toplum, “Dini ve milli değerlere bağlıyım; demokrasiye yöneldiği müddetçe cumhuriyete, modernliğin hayatıma müspet katkılarına itiraz etmiyorum” demeye çalıştı. DP, dili döndüğünce bu değerlerin temsilcisi olmaya gayret etti. Ama resmi ideolojinin kesafeti, DP’nin tam ne demek istediğini anlamasına da anlatmasına da maniydi. Buna bile tahammül edemediler. 1960’da İhtilal, oluşmakta olan muhafazakâr-merkezi engellemeye çalıştı. Toplumdaki ana değer hattını siyasete taşımak isteyen güçlü bir dip dalga vardı ama siyasi temsilcileri darmadağınıktı. İdeolojilerin toz dumanını içinde toplumu göremiyorlardı, takatleri ancak MC hükümetleri kurmaya yetiyordu. Bu kez 12 Eylül 1980’de muhafazakâr toplumsal merkeze yaslanmak isteyen bir darbe geldi.
ANAP, darbecilere ve sahte muhafazakâr görüntüye bir tepki olarak daha çok Sağ’da ve biraz da Sol’da yer alan muhafazakâr merkezin temsilcisi olmak iddiasındaydı. Dört farklı geçmişten gelen siyaset kolunu ortak bir zeminde toplamaya, onları ideolojilerinden azade kılmaya çalıştı ama vesayet sistemine ve resmi ideolojiye güç yetiremedi. 28 Şubat post-modern darbesinden sonra bayrağı, “muhafazakâr demokrat” olduğunu söyleyen Ak Parti devraldı.
Ak Parti’nin Milli Görüş çizgisinden gelmesi, muhafazakâr toplumsal merkezle bir doku uyuşmazlığı olduğu gerekçesiyle başarısız olacağının bir delili olarak sunuldu hep. Ama bu tespitin sahipleri, muhafazakârlığın ana değer hattı demek olduğunu ve buradaki ana değer hattının maneviyat üzerine kurulu olduğunu görmüyorlardı. Müslümanlık’la boyalı bir gelenek havuzunun içinde, daha dün imparatorluğa sahip olduğunun idrakinde olan ama aynı zamanda cumhuriyeti ve modernliğin kendine özgü hallerini benimsemiş bir toplum olduğumuzu, ana değer hattının buna göre şekillendiğini anlamıyorlardı. Bu nedenle Ak Parti’nin başarısı karşısında şaşırıp kaldılar. Ak Parti, ideolojik parti olmakla, toplumun ana değer hattını mevcut haliyle savunan muhafazakârlık arasında gelgitler yaşasa da zaman içinde ikincisinin doğru siyaset olduğunu kavradı. Uzun deneme sürecinin ardından, 1 Kasım 2015’te muhafazakâr toplumsal merkez de, siyasi temsilcisinin kim olduğu hakkında kesin kararını verdi.
Kaynak: Yeni Şafak